KIBRIS TÜRKÜ’NÜN KARA KUTUSU (2)
Hüseyin MÜMTAZ
Geçenlerde konu ile ilgili bilgi ve düşünce derinliği hayli sığ bir akademisyen, İzmir BB Başkanı Soyer’in birkaç yıl önce söylediği; “Kıbrıs’ı Kıbrıslılara bırakırsak, en doğrusu bu olacak. Ancak hiç bırakmıyoruz. Herkes Ada’nın bir tarafından çekiştiriyor. Ben bunu doğru bulmuyorum. Kıbrıs’ın jeopolitik önemini bir kenara koyup, Ada’yı Kıbrıslılara bırakmak lazım” lâfının orasını burasını çekiştirerek, “İngiltere’nin, Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ndeki üslerini Londra titizliğinde kururken, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimin, küresel güçleri arkalarına alarak, Türkiye’yi Antalya Körfezi’ne hapsetme çabaları sürerken, Türkiye’ye jeopolitik önemi bir kenara bırakmayı önermesi vahimdir” yorumunu yapmıştı.
Hâlbuki Soyer “Kıbrıs’tan vaz geçelim” değil, “Kıbrıs’ı Kıbrıslılara bırakalım” diyordu.
(Buradaki “Kıbrıslılar” lafının “Kıbrıs Türklerini” ifade etmekte olduğunun altını çizelim).
Öyle ya; Kıbrıs adası bir “sömürge”, Kıbrıs Türkleri “sömürge ahalisi”, Türkiye de “sömürgen” olmadığına göre “Kıbrıs’ı Kıbrıslılara bırakmak”tan tabii ne olabilirdi?
Ama “hangi” Kıbrıs Türklerine ve “nasıl”?
Geçen gün Lefkoşa’daki yerel bir gazetede şöyle bir yazı yayınlandı;
“Yangının külleri yerinde duruyor. Hani ‘ciğerimiz yandı’ diyorlar ya… Yalan! Tepebaşı, Kalkanlı ve Koruçam dahil bin üç yüz elli hektar yandı. İhmal yüzünden! Unutuldu. Alevkayası ve Kantara elde kalan ‘elit’ ormanlarımız. Peki ne oldu? Alevkayası yangın gözlemci kulesi bir gün dolu, bir gün boş şu anda! 17 Mayıs ‘ateşine’ rağmen… Anıt ağaçların kor hüznüne sığınmış bir köhnelik var halen! Evet evet! Alevkayası yangın gözlemci kulesi bir gün dolu, bir gün boş şu anda! Orman bir gün gözcüye emanet, bir diğer gün Allaha… Niye böyle? Çünkü personel eksikliği var. Peki niye personel almıyorlar? Alıyorlar! Hatta dün aldılar. Sözleşmesi dün imzalandı. Yangından sonra istihdam edildi. Nereye? Lefkoşa’da ‘masa başına…’
‘Yayla Tepe 59 Yangın Gözetleme Kulesi’ Girne’den Kantara’ya kadar gözetleme yapıyor. Kule bir gün dolu… Bir diğer gün boş! Müdür bunu biliyor. Bakan bunu biliyor. Bilen biliyor. Peki ne oluyor? İstihdamlar ‘partizanlıkla’ yapılıyor”.
Geçtiğimiz yıllarda da Posta Dairesi eski müdürü benzer bir serzenişte bulunmuştu, personel eksikliği nedeniyle alınan yeni elemanlar başka yerde ‘masa başına’ görevlendirilmişti.
Kuzey Kıbrıs’taki bu “düzen” yeni değildir.
44 yılda 27 hükümet, 40 Bakanlar Kurulu kurulmuştur.
Yâni bir buçuk yıla bir hükümet.
Ve her hükümet personel istihdamında görevlendirmeleri “bir gün dolu bir gün boş” şeklinde yapmıştır. Zaten hükümetler de o yüzden, o kadar sık değişmiştir.
O halde soruyu tekrar soralım; “Kıbrıs’ı hangi Kıbrıs Türkü’ne bırakacağız”?
Nazım Beratlı geçen gün köşesinde şöyle yazdı:
“ ‘Almadan vermek, Allah’a mahsustur’ der her dinden inananlar… Bu aynen tersten de doğrudur, vermeden de alamıyorsunuz… Burada yüz bin türlü geçmiş adaletsizlikten bahsedebiliriz ama şurası da güneş kadar gerçektir ki 1974 sonrasında elde ettiğimiz servetin üretilmesinde, sebepleri her ne olursa olsun, (On bir yıl sürüm sürüm süründürülmüş olmak, katliama maruz kalmış olmak, Kızılay yardımı ile karın doyurmuş olmak v.s.) harcanmış bir damla terimiz yoktu… O fiziksel olarak hak etmeden elimize düşmüş bulunan zenginlik, bizim fikrimizi bozdu… Bir şeyi ve adını koyalım; refahı elde etmek için çalışmanın ve bir şeyler üretmenin gerekli olduğuna dair doğal kural, burada işlememeye başladı! İlk kuşak, yani ondan öncesini de yaşamış nesil, bunun kolaylığını çalışmanın zorluğuna tercih etti, eyvallah! Ama ikinci kuşak bunu gerçek sandı çünkü öncesini bilmiyor, yaşamamış! Bu ‘yalancı dünya’nın içine doğmuş… Asıl korkunç olan da budur…”
Hangi “kuşaklar” Beratlı, hangi “iki kuşak”?
Cevabı yine kendisi versin; (“KIBRIS(LI) TÜRK SİYASİ TARİHİ”. Kalkedon Yay. Şubat 2020)
“Yukarıda da bahsedildiği gibi, İngiliz Sömürge yönetimi, EOKA Ayaklanması karşısında diğer pek çok sömürgesinde izlediğ bir yol ile mücadele etmeye karar verdi: Ateşteki kestaneleri, maşa ile tutmak!.. Adaya geldiği günden itibaren Kıbrıs’taki iki unsurun birbirleri ile çekişip durduğunun zaten bilincinde olan sömürge yönetimi, geleneksel egemenlik politikasını, bilindiği gibi Rumlar karşısında oluşturulmuş bir Türk/İngiliz ittifakı dengesine oturtmuş bulunuyordu. Geleneksel ‘BÖL/YÖNET’ ilkesinin birinci ayağı, hali hazırda spontan olarak mevcuttu. Ortak bir Kıbrıslılık bilinci tarihin hiçbir döneminde ortaya çıkmış değildi. Ada halkı zaten bölünmüş bulunuyordu. ‹İngilizlerin yaptığı bu gerçeği alıp kullanmaktan ibarettir. EOKA ile savaşılacaksa bu savaşı Türkler yürütmeliydi! 2 Eylül 1955 günü Yarbay Fairbairn komutasında, Mobile Reserve adı ile Türklerden oluşmuş bir komando taburu oluşturulur.” (S.186-87)
“Mayıs ayı ortalarında Grivas, Rumlara hitaben bir bildiri yayınlayarak, Dikelya’ya giden bir Rum otobüsü varken bir Türk’e ait otobüsle seyahat etmeği tercih eden Rumların şahsında herkesi uyararak, ‘Türklerden yardım kabul edenlerin, Allahtan ve insanlıktan utanmadığını’, bu tavrın ‘vatana ihanet’ olduğunu, ‘su ve ateş samimi olduğu, cennet ve cehennem birleştiği zaman’ Türkler ile arkadaşlık edilebileceğini” ilan eder. ‘Duyurulur ki: söz konusu bildiri okunduktan itibaren, üç saat içinde tavrını değiştirmeyenlerin ‘hain kan›’ EOKA’c›ların ellerini kirletecektir.” (S.189)
“İngiliz Yönetimi adaya geldiğinde, Lefkoşa’da bir tek Rüştiye Mektebi vardı. 1896’da açılan İdadi, adanın tek İslam lisesi olmak özelliğini, uzun yıllar korumuştur. Bunun gibi uzun yıllar boyunca okulun adının İslam Lisesi mi, Türk Lisesi mi olacağı tartışması da sürdürülmüştür. İngilizler ümmet fikri işlerine daha çok geldiği için birincisini; Türk aydınlar ise ikincisi savuna gelmişlerdir”. (S.196)
“21 Aralık 1963 ile Mart 1964 arasında gelişen durum sonucunda, en az 20 bin Kıbrıslı Türk göçmen pozisyonuna düşmüş, Türk nüfusun yoğun olduğu bölgelere göçmüştür. Bu, nüfusun %20’si demektir. 40’ın üzerinde Türk köyü tamamen, 50 tanesi kısmen tahrip edilmiştir. Köyünü terk ettiğinden, işine gidemediğinden ya da çalşma koşulları ortadan kaldırıldığı için işsiz kalıp, yardım almazsa hayatını sürdüremeyecek olan Kıbrıslı Türk sayısı 55 bin’dir. Nüfusun %50 si… Genellikle tarım yaparak yaşayan bir halk olarak, o dönemde Kıbrıslı Türklerin terk ettiği arazi 100 bin dönümden fazladır. Yalnız Lefkoşa bölgesinde Türklerin terk ettiği 31 köyde, 30 bin 298 dönüm arazi Rumlar tarafından kullanılmaktadır. Baf’ta da 11.750 dönüm mülkiyeti Türklere ait arazi Rumlar tarafından kullanılmaktadır. Türklere ait ürünün %40’› Rumlar tarafından hasat edilmiştir. Mağusa ve Lârnaka gümrüklerinde Kıbrıslı Türk tüccarların ithal ettikleri gümrük vergileri ödenmiş gıda ve ihtiyaç maddeleri mal sahiplerine teslim edilmeden bekletilmektedir. (Ta ki iflas etsinler!) Önce Lefkoşa’nın Türk kesimi, Lefke ve Dillirga’daki Türk bölgesi yasak bölge ilan edilmişken, daha sonra bunlara Kasaba (Baf), Mağusa ve Lârnaka Türk bölgeleri de eklenmiş, buralara mal satışı da yasaklanmıştır. Baf’ın Türklerin sığındığı Mutallo mahallesinin elektriği ve suyu da kesilmiştir. Temmuz ayı itibarıyla Kızılay yardımlarının da Türk bölgelerine ulaştırılması yasaklanmıştır. Ada içinde bir yerden bir yere seyahat etmeye cesaret edebilecek Türklerin yanlarında gIda maddeleri taşımaları, köylerde yetişen sebzeleri şehir pazarlarına götürüp satmaları yasaklanmıştır. Türk bölgelerine et, tavuk, yumurta girişi de kontrol altındadır, petrol satışı da kontrol altındadır. Rum semtine gidip depoyu doldurarak Türk tarafına geçmek mümkün değildir. ‘Stratejik madde’ diye tanımlanarak Türk semtleri, kasabaları ve köylerine satılması yasak olan maddeler arasına, un, şeker, pirinç, bebek maması, süt ve süt tozu da eklenmiş ve Türkler tarafından ithal edilen bu gibi maddelerin adaya girişi de yasaklanarak, Mağusa Gümrük ambarlarında muhafaza altına alınmıştır. Yazarın bütün akranları ve daha yaşlılar, ekmeğin karne ile dağıtıldığı, Kızılay yardımlarının her aileye haftalık rasyon (tayın, Kıbrıs ağzıyla ‘raşın’) usulü dağıtımıyla yaşandığı günleri hatırlamaktadır”. (S.288)
Beratlı’nın mazûr gördüğü “kuşak” işte bu “raşın”la yaşayan kuşaktır.
İkinci kuşak ise yangın gözlem kulesini ertesi gün boş bırakan kuşaktır.
Sorumlu, suçlu, günahkâr olan ise Nazım Hoca; bu “yalancı dünyanın içine doğan kuşağa” eski dönemi, haftalık rasyonla yaşadığı kendi yıllarını çok çabuk unutan, anlatmayan, öğretmeyen “eski kuşaktır”.
Kıbrıs’ı elbette; tarihini okuyan, öğrenen, öğreten yeni kuşağa bırakacağız.
İyi ki yazdın o kitabı hoca!… 30 Haziran 2020
Bir yanıt yazın