Voice Press – Haziran 27, 2020 99
1999 yılında tarım ve köy işleri bakanlığında müsteşar yardımcısı olarak görev yaptığım dönemdi. Dış ekonomik ilişkiler konseyi toplantılarının birincisi Ankara, “Hilton” otelinde yapılmıştı. Bakanlığı temsilen ben katılmış ve “Türkiye’de tarım” konulu ingilizce bir sunum yapmıştım. Aynı yıl toplantısının ikincisi ABD’de Washıngton d.c, “Grant Hayat” otelde yapılacaktı.
O dönem deik eş başkanı Rahman Mustafa Koç idi. Bakanlığımıza deik eş başkanı sayın Mustafa Koç tarafından bir yazı gönderilerek: “Bakanlığınız müsteşar yardımcısı Necdet Topçuoğlu tarafından birinci deik toplantısında yapılan sunumun, ABD de yapılacak ikinci toplantıda da yapılması istenmektedir.
Her türlü masrafı deik tarafından karşılanmak üzere adı geçen müsteşar yardımcısının görevlendirilmesi talep edilmektedir! ” deniliyordu. Dönemin tarım ve köy işleri bakanı sayın Mahmut Erdir beni makamına çağırdı. Yazıyı bana verdi ve incele de, görüşelim dedi.
“Tamam sayın bakanım!” dedim ve ayrıldım. Bir süre sonra incelediğim yazı ile birlikte, tekrar sayın bakanın odasına gittim. “Ne yaptın?” dedi. “Efendim davet özel sektörden geliyor. Masrafların deik tarafından karşılanmasını kabul etmemiz doğru olmaz; ancak, personel genel müdürüne sordum bütçenin ilk yarısı, yurt dışı ödeneğinde, paramız kalmamış. bu nedenle o toplantıya katılma imkanımız görünmüyor!” dedim.
Sayın bakan: “Olmaz öyle şey dedi, bugün cuma sen gidecekmiş gibi hazırlıklarını yap, ben dış işleri bakanı sayın İsmail Cem bey ile görüşür sorunu çözerim!” dedi. Cumartesi öğleden sonra evin bahçesinde kendi arabamızı yıkıyordum ki sayın bakan aradı. “ne yapıyorsun?” dedi. “efendim arabayı yıkıyorum” dedim. “müsteşar arabamı yıkar, bırak yıkasınlar” dedi. “efendim biz alışmışız öyle de gidiyor!” dedim.
“Şimdi ben sayın İsmail Cem bey ile görüştüm. ödenek sorununu hallettim. sen pazartesi bakanlığa uğramadan doğru hava alanına gidiyorsun,.seni orada dış işleri görevlileri karşılayacak ve yardımcı olacaklar…” dedi. Başüstüne efendim! ” dedim ve vedalaştık. ABD Washıngton d.c “Grant Hayat” otele gittim ve bakanlığımız adına sunumu tekrar yaptı. Rahmetli Mustafa Koç ve yeni tanıştığım sayın Cüneyt Zapsu’n kürsüden inince ilk tebrik edenler oldu. Kalabalık bir Türk heyeti vardı. Birçok farklı konularda sunumlar yapılıyordu.
O dönemde ABD “Kansas’tan Ranagra” firması hayvancılık yapmak üzere Türkye’den arazi kiralamak ve özellikle de Tigem’in Iğdır’da bulunan Kâzımkarabekir işletmesini istiyordu.
O işletmemiz Ermenistan, İran, Nahcıvan sınırında ve güvenlik açısından stratejik bir işletmedir. Heyetler arası görüşmelerde Türk tarafına ben başkanlık ediyordum. O işletmeyi kiralayabilmek için ABD’nin Ankara büyükelçisi Mr. Marc Parris bile devredeydi.
Ben de onlara, madem hayvancılık yapacaksınız size sınırdan uzak olan Muş Alpaslan işletmesini verelim diyordum.Yok! Amacınız hayvancılık dışında başka konuları kapsıyorsa, o zaman, bu görüşmelere genelkurmay, mit müsteşarlığı ve iç işleri bakanlığını da dahil etmek zorundayız. Sınır güvenliğimiz önemlidir ve bakanlık kararını aşar. Devlet meselesi haline gelir. Bu görüşmeler sırasında ne sayın bakandan, ne de hükumetten bir müdahale görmüyorduk. Bize, milli menfaatlerimiz neyi gerektiriyorsa o konuya odaklanın deniliyordu…
İşte o ‘Ranagra’ firmasının temsilcisi Washington’da buldu. Bu toplantılar çerçevesinde düzenlenen “altın kahvaltı” var. Bende bir adet fazla davetiye var. Sizi oraya davet ediyorum dedi. Bende sizin bizim bakanlığımızla iş yapmak için talebiniz var. Bu kahvaltı nedir bilmiyorum. Ayrıca ben davetli değilim. Bu konuda dış işleri bakanlığımıza ve büyükelçimize danışmam lazım dedim…
O dönem sayın baki ilkin bey Washıngton büyükelçimiz idi. Hemen yakınımızdaydı sordum, gerekli bilgiyi aldım ve katılamayacağımı bildirdim. Sonra dış işleri bakanlığı müsteşar yardımcısı bir davetiye getirdi. Sayın müsteşarım bizim davetlimizsiniz dedi ve beni katılmaya ikna etti.
“Altın kahvaltı” 1000 dolar.
Kendi paramla katılma imkanım hiç yok! İçeriye girdik, gösterilen yere oturdum. İlk defa böyle bir kahvaltıya katılmanın şaşkınlığı var. Oturum başkanı abd dış işleri bakanı James Baker’in eşi bayan senatör Kezban Baker idi. Etrafıma bir baktım. Tanıyabildiklerimden Erkut Yücaoğlu, Selçuk Yaşar’ın kızı Feyhan Kalpaklıoğlu,Cüneyt Zapsu’n, Üzeyir Garih, Ulaştırma müsteşarı Süreyya Yücel Özden ve dış işleri mensupları var…
Usul gereği oturumun konuk konuşmacısı emekli bir ABD generaliydi. Başkan generali kürsüye davet etti. General konuşmasında balkanlar ve orta doğu gelişmelerini ele alıyordu.
Konuşmasının bir yerinde Yugoslavya’nın parçalanmasını ele aldı. Konuyu Bosna Hersek noktasına taşıdı. Hemen oradan Türkiye’nin güneydoğu sorununa değinip, “Bosna hersek sorunu ile kürt sorunu tam olarak birbirinin benzeridir!.. ” diye cümleyi bağladı… Bu gerekçe ile Türkiye’de bir federasyona gidilmesinin zorunlu olduğunu vurguladı.
Etrafa bir baktım Türk zevar’lardan çıt yok!..
Benim sağ tarafımda rahmetli Üzeyir Garih oturuyordu ve sarı bir zarfın üzerine çeşitli karalamalar ve notlar yazıp çiziyordu. “Beyefendi bakar mısınız adam küfür gibi laflar ediyor, kimseden ses çıkmıyor!..” dedim. “Evet! duydum çok rahatsız oldum.” dedi.
Ben tarım ve köyişleri bakanlığı müsteşar yardımcısıyım. Bu kahvaltıya sonradan özel davet edildim. Burada bana söz düşmez dedim. Rahmetli Üzeyir Garih dedi ki, ne söylemek gerekir sayın müsteşarım, bana söyleyin, söz alıp ben söyleyeyim, benim söz hakkım var!.. ” dedi. Efendim “esas benzerlik, Bosna Hersek sorunu ile sözde kürt sorunu arasında değil, Miloşeviç ile Abdullah Öcalan arasında var; Çünkü her ikisi de kandan besleniyorlar, demek lazım!..” dedim.
Rahmetli hemen zarfın üstüne not aldı. Konuşmacı generalin sunumu bitip yerine oturmasından sonra elini kaldırıp: “Senatör söz istiyorum!” dedi. Senatör Keziban Baker, yerinizden mi, kürsüden mi konuşmak istersiniz diye sordu. “yerimden senatör.” dedi. Senatör, ben yahudi kökenli Türk vatandaşıyım. “Alarko’n” holding yönetim kurulu başkanıyım.
“80 Yıldır biz Türkiye’de ticaret ile meşgulüz. Kazanıyoruz, vergimizi veriyoruz. Hiçbir sorunumuz yok. Hukuk önünde hür ve Eşit Türk vatandaşlarıyız! ” dedi. Konuşmasına, benim ülkemde herhangi bir etnik ayrım, inanç ayrımı söz konusu değildir. Kürt yurttaşlarımızdan cumhurbaşkanı, başbakan, meclis başkanı, ordu komutanı, zengin iş adamları çıkmıştır. Her yurttaş yeteneği ölçüsünde fırsat eşitliğine sahiptir. Bu nedenle senatör, sayın generalin “Yugoslavya’nın Bosna Hersek sorunu ile Türkiye’nin sözde kürt sorunu arasında bir benzerlik var!” ifadesinin gerçeği yansıtmadığını belirtmek istiyorum; ancak senatör, general bir benzerlik arıyorsa, ben kendisine adres vermek istiyorum. Esas benzerlik: Miloşeviç ile Abdullah Öcalan arasında var; Çünkü ikisi de kandan besleniyorlar” dedi!.. ” Salon buz kesti. Ölüm sessizliği oluştu!..
“Teşekkür ederim senatör!” dedi. Üzeyir Garih otururken ben ayağa kalktım ve kendisini tebrik ettim! Bir de baktık ki o general söz almadan koşar adım kürsüye gidiyor… Kürsüye varır varmaz, rahmetli Üzeyir Garih’e parmak sallayarak: “Israr ediyorum ki, Bosna Hersek sorunu ile kürt sorunu arasında bir benzerlik var!” dedi. Ve yerine döndü!.. Rahmetli Üzeyir Garih ayağa kalkarak, senatör, ben generale cevap vermedim, salondaki saygıdeğer heyet yanlış bilgilenmesin diye doğruları açıkladım, mesele budur. Teşekkür ederim! Senatör dedi.
Bana göre Üzeyir Garih çok değerli bir millî görevi yerine getirmiş oldu. Bu toplantıdan sonra rahmetli Mustafa Koç başta olmak üzere, Türk heyetinden birçok kişi rahmetli Üzeyir Garih’i tebrik ettiler. Rahmetli ile bizim aramızda da bir dostluk köprüsü kuruldu. Karşılıklı yazışmalar, tebrikleşmeler, İstanbul’a gittiğimde ziyaretler oluyordu. Bir defasında beni Piyer Loti’ye kahve içmeye götürdü. Hayat hikâyesini ve İshak Alaton ile iş ortaklığından söz etti.
Eyüp Sultan’da küçük Hüseyin efendi’nin türbesinin bakımı ile yakından ilgilendiğini anlattı… Aklımdan geçti ama, efendim siz ki bu kadar ünlü, tanınan bir iş adamısınız. Neden korumasız sade vatandaş gibi geziyorsunuz diyemedim. Sanıyorum bir yıl sonra Eyüp mezarlığında küçük Hüseyin efendinin türbesi yakını da çarşı iznine çıkan bir asker tarafından bıçaklanarak öldürüldü…
“Katil ifadesinde para istedim, vermedi. onun için öldürdüm” dedi. Ama bu hiç inandırıcı bulunmadı… Anladım ki, gizli örgütler iş birliği yaparak bir suikastı planlarsa, bundan kurtulma şansı sıfırdır. Bu tür suikastte tetiği çeken veya bıçağı saplayanların neden bu işi yaptıklarını bilmediklerini düşünürüm. Bu cinayetlerin arkası çok derindir…. Zaten merak edenler de o derinlikte kaybolup giderler… Üzeyir Garih cinayeti de nice planlı cinayetler gibi sırları ve gizemleri ile birlikte tarihteki yerini almıştır. ; ancak halen benim içimde kanayan bir yara olarak tazeliğini korumaktadır… Üzeyir Garih beyefendiyi tanıdıktan sonra, milliyetçi olmak ve millî görevleri yerine getirmek için, mutlak anlamda Türk kökenli olmak gerekmediğini, aidiyet duygusunun çok daha önemli olduğunu kavradım.
Bu vesile ile kendisini rahmetle anıyor, kendi dini inançları çerçevesinde, Allah ameli ile muamele eylesin diyorum. Bu arada yazıda isimlerini yazdıklarımın çoğu bu anıyı okuyacaklardır. İzin almadığım için haklarını helal etmelerini diler, okuyucularıma saygılar sunarım.
Necdet Topçuoğlu