Site icon Turkish Forum

KIBRIS TÜRKÜ’NÜN KARA KUTUSU

KIBRIS TÜRKÜ’NÜN KARA KUTUSU (1) - Kapak1 n7558

KIBRIS TÜRKÜ’NÜN KARA KUTUSU (1)

Hüseyin MÜMTAZ

Yedi yılı geçmiş… 4 Şubat 2013 günü şöyle yazmışız:

“Dr. Nazım Beratlı’nın siyasi fikirleri, değişen zamanlarda oluşan med-cezirlere göre farklı limanlara yanaşsa da ‘dil ve üslûbu’ mükemmeldir. Türkçe’yi çok iyi kullanır. Neredeyse 40 yıldır içli-dışlı olduğum ada’daki hangi taşın arkasında ‘fî tarihinden bu yana’ ne olduğunu çok iyi bildiğini iddia eden ben bile onun günlük yazı ve kitaplarını okuyunca farklı bir açı edinir, daha öğrenecek çok şey olduğunun farkına varırım…”

Ve devam etmişiz; “Beratlı, Türkçe’nin yaşayan en büyük kuyumcularından biridir.”

Eksik yazmışız efendiler…

Bugün, son çıkan yeni kitabını okuduktan sonra diyoruz ki;

Beratlı Kıbrıs Türkü’nün “kara kutusu”dur, “kozmik odasıdır”, “mâ’şeri vicdanıdır”, “derin hâfızasıdır”.

Kitabın adı “KIBRIS(LI) TÜRK SİYASİ TARİHİ”.

Şubat 2020 tarihli… Ismarladım, 30 yıllık kitapçıma gelene kadar “kovid” geldi, yaş haddinden sokağa çıkma yasağına takıldık, “kıymalı pide” gibi “eve servis”i de olmadığı için kitapçıların, kitap elime ancak 4 ay sonra geçti.

Okumaya başladım.

Altını çizdiğim satırlar, sayfa kenarlarına aldığım notlar neredeyse orijinal baskıdaki punto sayısını geçti.

Öteden beri iki konuda ısrar ederim. Bir, “kıbrıslıtürk” lâfına illet olurum; iki, adada “milliyetçilik” olmasın, farklı etnik gruplar belirginleşip kemikleşmesin diye “dinciliği” İngilizlerin körüklediğini yazarım. (Neden Müslümanlığın ve Ortodoksluğun bütün dini tatil günleri “resmî” tatildir sömürge yönetiminde? Bugün bile, kuzeyde –Türkiye’de olmadığı halde- Mevlid günü tam gün tatildir).

Kitabın ismine takıldığımı dikkatli okuyucu, parantez içine aldığım (LI) takısıyla anlamıştır.

Çakma Komünistler ki bunlar kendilerine komünisttir; ‘Kıbrıs Türkü’ değil, “kıbrıslıtürk’ tanımını (hem de birleşik ve ikisini de küçük harfle yazarak) tercih ederler. Rumlar için de “kıbrıslırum’ derler.

Yeter ki etnik aidiyetten uzaklaşılsın, coğrafi birliktelik, “adalılık” öne çıksın.

Uzatmayacağım… “Kerküklü Türk” mü dersiniz, “Kerkük Türk’ü” mü? “Batı Trakyalı Türk” mü dersiniz “Batı Trakya Türk’ü” mü?

“Kıbrıslı” diye başlarsanız; Selâhi’yi, Barudi’yi, Alper’i, Tuncer’i; Ahmet’i, Ruso’yu Türklükten çıkarır “adalı” yaparsınız, öbür adalılarla-Rumlarla aynı kefeye koyarsınız.

Hâlbuki “Kıbrıs Türk’ü”, büyük Türk dünyasının bölgesel küçük bir parçasıdır.

Kitabın kapağında resimleri bulunan Enver ve rahmetli Raşit’e de hakaret etmiş olursunuz; çünkü onlar “Kıbrıslı” değil, TÜRK’türler.

 Diye düşünürken Beratlı’yı okumaya başladım.

“Ancak 1931 yılının ilk birkaç ayı, adanın uzun tarihinde hiç rastlanmayan bir gelişmeye yol açar. Bu da ilk defa bir tür KIBRISLILIK bilinci denemesidir. Bir yandan Kemalist Necati Özkan’ın anti-kolonyalist tutumu, öte yandansa, sömürge yönetiminin, böyle bir bilincin, her iki milliyetçiliği de erteleyerek kendilerine zaman kazandıracağına olan inancı, çok kısa bir deneyin yapılmasına yol açar. Vali Storrs artık resmi belgelerde, ‘yerli’ yerine, ‘Kıbrıslı’ adının kullanılmasını emreder. Sömürgeler Bakanlığı, ‘Kıbrıslılık’ın öne çıkarılmasını ister”.  (S.104)

“Limasol’da polisin açtığı ateş ile altı kişi yaralandı, bunlardan biri öldü. Bu haberin duyulması üzerine Kıbrıs Komünist Partisi Lideri Vatiliotis başpiskoposluğa giderek başpiskoposun elini öptü ve tam destek beyan etti”.(S.107)

“Böyle bile olsa, milliyetçi gösterilerde papaz eli öpen komünistler tarihe geçmelidirler. Kıbrıslı Türklerin, Rum soluna güvenmemesine bundan iyi kanıt olabilir miydi?” (S.108)

Yine bilgiçlik taslayacağım, ne diyordum ben; “Bizim komünistler önce de sonra da komünisttir ama Rum’unki önce Rumcu sonra komünisttir”.

Siz Nicosia’daki okulda hocalık yaparken, hiç uğramadığı Lefkoşa’daki okulundan “da” maaş alan kuzeyli sendikacının veya Yeni Zelanda gazetesi başyazarının gidip imamın elini öpeceğini düşünebiliyor musunuz?

“Beri yandan aynı Storrs’un, Türk milliyetçiliğine karşı, Elen karşıtlarına olduğu kadar anlayış göstermediği de doğrudur. Storrs’un kendisi de Kıbrıs’taki Osmanlı dönemi için, ‘Adil bir idare idi ama yine de bir kâfir idaresiydi’’ diyebilmektedir. O bakımdan, kendisine yerli dostlar ararken, Rumlar arasından en önde giden ENOSİSÇİ’yi (Milonas), Türkler arasından ise, en büyük işi birlikçiyi (Münir Bey) seçmesine şaşırmamak lâzım. O kafa yapısına göre, Türkler İngilizleştikleri oranda uygar insanlar nitelemesi kazanmayı hakketmekteydiler ama Elenler zaten uygar oldukları için milliyetçi fanatizmleri, hoş görülecek bir romantizm olarak algılanabilirdi!”. (S.109)

“Kıbrıs’ta iki halkIn ortak bir kimlik, ortak bir kültür, tek bir Kıbrıslılık oluşturması mümkün olmamıştır. Bunun gizi Osmanlı döneminin toplumsal düzeninin altında aranmalıdır. Zira tarih içerisinde kültür, birbirinden kesin çizgilerle ayrılmış tek tek sahneler halinde yaşanan bir süreç değildir. Tam tersine kültür, tarihin başından gelip sonsuzluğa doğru uzanan bir bütün süreçtir. Bugün kim olduğunuz, dün kim olduğunuza bağlıdır. Yarın kim olacağınız ise, bugün ne olduğunuzun sonucudur. Bu satırların yazarı yetmişli yıllarda, bu kitapta adına rastladığınız Fadıl Niyazi Korkut’un aday olup yitirdiği bir seçimi anımsamaktadır. O Fadıl Niyazi Korkut ki, kardeşi Müsevvidzade Cemal Efendi’nin ‘biz Osmanlılar’ diye yazdığı satırları, bugün tarih diye okumaktayız. Sadece bir kuşak evvel bu adada Osmanlı’lar ve reaya, yukarıda anlatılan koşullar altında yaşamaktaydı. Bizim kuşağımızsa, onların dilini öğrenecek kadar bile Rumlarla yaşayamadık. Aradaki o tek kuşak, nasıl ortak bir kimlik oluşturabilirdi ki?! Kısacası, Osmanlı döneminde, iki Halkı’n karışması değil ayrı kalması düzenlenmektedir. Dolaysıyla. 19. yy’da ulusal kimlik oluştururken, ‘biz’ tanımı arandığında, her sınıftan Rumlar bu ‘biz’de Kıbnslılığı değil, ‘Elence konuşmayı ve Ortodoks Hristiyan’ olmayı buldular. Her kim ki Elence konuşup, Ortodoks Hristiyan idi o ‘biz’ idi… Köylü olmak, tarımla uğraşıyor olmak, fakir olmak, sömürülüyor olmak, nasıl ki Bulgar, Sırp, Hırvat, Arnavut, Rus, İranlı ya da Taylandlı köylü ile Rum köylü arasında uluslaşma anlamında ortak nokta oluşturmuyorsaydı, aynı özellikler, Rum köylü ile Türk köylü arasında da o anlamda, hiçbir biçimde bir ortak paydanın bileşenleri değillerdi.

 Zira yaptıkları iş aynı olsa bile egemen güç karşısındaki pozisyonları farklı, dilleri, dinleri, tarihleri, kültürleri, alışkanlıkları, gelenekleri değişikti. Gerek imparatorluk genelinde, gerekse ada sathında yaşanan bu özellik dolaysıyla, Kıbrıslıların ta başından itibaren ortak kimlik oluşturmalarının söz konusu olmaması, sadece öznellikten değil nesnel olarak da bunun ön koşullarının tarihin hiçbir döneminde bulunmamasındandır… Filiki ETERİA’nın ajitasyonu sorunun üzerine de tuz biber ektikten sonra, ortak bir kimlik, ortak bir Kıbnslılık bilinci gibi, bugün bile algılama zorluğu yaratan kavramların, o günün Kıbrıs’ında değil zemin bulması, akla getirilmiş olmasını dahi hayal edebilmek için insanın zihninin, hayalciliğin ötesinde, ciddi bir defektle malûl olması icap eder. Bunun olmamış bulunmasına üzülmek, İbn-i Sina’nın, Quantum Fiziği bilmemesine kahretmekten farklı bir anlam taşımaz. İngiliz yönetiminin bulduğu Kıbrıs, işte bu koşullardaki bir ada idi… Böyle bir ortak kimlik arayışını embrio halinde dahi görememekteyiz. Toplumun ne altında, ne üstünde ne de herhangi bir yerinde yoktur bu arayış. ‘İşçi sınıfı hareketi’ söylemi bu konuda saf hayaller ve hoş temennilerle yaşamı karıştırmaktan başka hiçbir işe yaramamaktadır.

‘Komünistler’, Yunanistan’da eğitilmiş, (yâni Elen ulusalcılığı kültürü ile yoğrulmuş) küçük burjuva entellektüellerdir. Orayla bağları süreklidir. ‘Kıbrıs Halkı’ deyince, Kıbrıs Elenliği’dir anladıkları! Türkleri, bugün bile ‘halktan’ saymamaktadırlar. Ve sözde, ‘Demokratik Devrim’i tamamlamak için, kendi ulus devletlerine tabi olmak arzusu ile yanıp tutuşurken, Türkleri de ikna ederek değil, aldatarak yanlarına çekmeye çalışmaktadırlar. Sıkıyı görünce gidip başpapazın elini öperek, biat eden Vatiliotis gibilerinin, ada Türklerini etkileme olasılığı bulunabilir miydi? Adanın Rum sağcıları için Kıbrıs Türkleri bir biçimde etkisizleştirilmesi gereken bir topluluk idi. O güne kadarki Rum solu böyle bir sorunun varlığını akla bile getirmemekle birlikle, ‘ortak Kıbrıslı Kimliği’ olsa olsa ‘Elen Ulusalcılığı’na teslim olup, Yunan ulus devleti içinde demokratik devrim arama aptallığı olabilirdi ki, herhalde böyle bir olasılığa kilise de ‘hayır’ demezdi…

Kıbrıs Türk Liderliği, Evkafçı da olsa, Jöntürk de işte bu aptallığı yapmadı… Yapamazdı da… Zira Teselya, Mora, Girit örnekleri çok kısa bir süre önce gözlerinin önünde yaşanmıştı. Batı Trakya Türkleri, I. Dünya Savaşı ertesinde oralarda bağımsız devlet kurmaktaydılar. Kıbrıs’takiler nasıl teslim olabilirlerdi? Ve ayrıca, kime güvenip de bu sonu olmayan yola çıkabilirlerdi? Ve yine ayrıca, TMT’nin öncüleri olan KATAK ve KTKF’nun kurucuları Girit’in ve diğer etnik temizlik kampanyalarının canlı şahitleri değiller miydi? Gerek 1930’lara gelene kadar gerekse daha sonraları, Kıbrıs Türk Liderliği’nin ENOSİS kadar MUHTARİYET’e de karşı çıkmasını Kıbrıs Türk Solu bugün bile anlamıyor. Geçtiğimiz sayfalarda, Rum Ulusal Konseyi’nin ‘madem ENOSİS olamıyor, o zaman Muhtariyet isteyelim” diye karar aldığını yazdık. Bu bir yana, Girit de, Bulgaristan da, Romanya da, Karadağ da Osmanlı’dan böyle ‘muhtariyet’ adlı bir ara konakla ayrılmıştır. Ve bugün bir türlü anlayamadığımız bu ‘liderlik’ mensupları, bu stratejiyi bizim gibi tarih kitaplarında okuyarak değil, görerek yaşayarak öğrenmiş bir kuşağın mensuplarıdır”. (S.111-112-113)

Diyor Beratlı…

Güzel diyor, sözünün üzerine söylenecek söz bırakmıyor…

O zaman kitabın “Kıbrıslı Türk Siyasi Tarihi” şeklindeki ismini; bu kadar doğru lâf söyleyen Beratlı’nın değil; editörün, prodüktörün, redaktörün, rejisörün; kısaca bilumum pazarlamacıların uygun gördüğü sonucuna varıyoruz.

Beratlı düşündüklerini, yaşadıklarını, okuduklarını berrak bir zihin süzgecinden geçirdikten sonra kıvrak bir üslûpla kotarır, son derece zengin bir “Osmanlı-Türkmen” hâfızası ve bir kuyumcu titizliliği ile kâğıda döker.

“Sultan Galiyev” deyince gözleri parlar.

Yerine göre kimle ve neyle alay ettiğini de anca üç okuyuştan sonra fark edebilirsiniz…

Vatanseverdir, madalyalı Mücahit’tir, politikacıdır, köşe yazarıdır, gitaristtir, edebiyatçıdır, tarihçidir.

Ve bir de, (vakit kalırsa) “kadın-doğumcu”dur.

Dolayısı ile İsa’ya da, Musa’ya da yaranamaz.

Merak etmeyin, devam edecek…

Kitabı daha yeni okumaya başladık, kara kutuyu yeni açtık. 19 Haziran 2020

Exit mobile version