YÜZBAŞI SELÂHATTİN
(ESKİ DEFTERLER-11)
HÜSEYİN MÜMTAZ
“İttihat ve Terakki”nin batıdaki 1909 Selânik Kongresi’nden sonra sözün bu defa en doğuya, “1920 BİRİNCİ ŞARK MİLEL-İ MAZLUMESİ KURULTAYI-BAKÜ”ye (BAKÜ BİRİNCİ DOĞU HALKLARI KONGRESİ) ve nihayet Mir Sultan Galiyev’e gelmesi kaçınılmazdı.
Bakû ve Kafkaslar, “Yüzbaşı Selâhattin”siz anlaşılamaz.
Oğlu Cengiz Yurtoğlu’nun ilettiği notlarını yayına hazırlayan İlhan Selçuk, Yüzbaşı Selahattin (Yurtoğlu)’in anıları için; “Bir kişinin değil, bir kuşağın romanıdır, Osmanlı İmparatorluğunun son kuşağının romanı” der önsözde.
“Yüzbaşı Selâhattin, koskoca bir İmparatorluğun yıkılışını ve yerine yeni bir devletin kuruluşunu yaşamıştı. Ateş çemberinde geçirmişti yıllarını. Önemli kişilerin yamacında görev almıştı. İtalyan Harbi, Balkan Harbi, Birinci Dünya Savaşı, Millî Kurtuluş Savaşı’nı kapsayan dönemde iç ve dış çatışmaların, devrimlerin, isyanların, kahramanlıkların, cinayetlerin tanığı olmuştu. Turancılık özlemine kapılıp Asya’nın eşiğini zorlayan kuşağın ateşli örneklerinden biriydi. ‘Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan, Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir Turan’ dedikten sonra, Mütareke’nin karanlığında yenilginin çukuruna düşmek ve yıkıntının üstesinden Anadolu’ya geçerek Millî Kurtuluş Savaşı’nı sürdürecek gücü yüreğinde duyabilmek, bir insanın yaşamını alabildiğine değerlendiren büyüklüklerdi. Yüzbaşı bir kuşağın dramını kişiliğinde yansıtan subaydı. Romanının gerçekliği, değerine katkıydı.
Yıkılan Osmanlılığın yerine Türklüğü koymak isteyen kuşağın, eski tragedyalara benzer ikilemini yüreğinde taşıyordu Yüzbaşı”. (S.7)
“Harbiyeli yıllarım”ın üzerinden yarım asırdan fazla bir zaman geçti. Dolayısı ile asker yetiştiren şimdiki modern üniversitelerin öğrenim süresi, niteliği, eğitim içeriği hakkında en ufak bir bilgim yok.
“Yüzbaşı Selâhattin”in elimdeki baskısı 1975 tarihli…
Bu yazıyı hazırlamak için 45 yıl sonra tekrar karıştırırken altını çizmiş olduğum satırları okuyunca, mevcut askeri okul ilgililerine şöyle ufak bir öneri yapmak geldi aklıma…
Kitap iki cilt, yaklaşık 800 sayfa. Subay çıkaracak okulların ilk yılı bu kitaba ayrılsın, her ders, kitabın her sayfası haritalar üzerinde tarih ve taktik/strateji hocaları tarafından anlatılsın, tartışılsın…
Bir yıl yeter mi bilmem ama emin olun değecektir…
…
“Demek ki 1911 yılında Arnavutluk’ta isyan, Yemen’de isyan, Bağdat’ta isyan, Trablus’ta muharebe vardı. Erzurum ve Van illerinde Ermeniler ayaklanıyor. Kürtler’le birlikte, hükümet kuvvetlerine karşı koyuyorlardı. Eşkıyalık ve çete muharebeleri devam ediyordu. Edirne, Serez, Selanik, Kosova, Üsküp’te Bulgarlar her tarafı ateş içinde bırakıyorlardı… Osmanlı İmparatorluğu göçüyordu”. (S.41)
Balkan Harbi yenilgisinden sonrayı anlatıyor;
“Hastaneden bir arabayla Kadıköy iskelesine hareket ettim. Beş ay önce ne umutlarla baktığım İstanbul’da Galata köprüsünü ezik bir ruhla, yenik bir ordunun subayı ve tepelenmiş bir ulusun evladı olarak geçiyordum. Beni götüren erin koluna dayanmış, büyük bir hüzün içinde köprüye ve denize bakıyordum. Nefer koluma girip beni Kadıköy vapuruna götürürken yanımdan geçen Rum palikaryalar eğlenerek bana bakıyorlar, alay ediyorlardı. Tam vapura bineceğim sıradabir palikarya (Rum külhanbeyi) koluma çarptı. Zaten maddî ve manevî ıstırabım çoktu.- Hayvan!, diye bağırdım. Neye yarardı, Rum gülüyordu:- Zararı yok pasam, bak maşallah siz yaralısınız, kahramansınız, böyle şeylere aldırmazsınız.
Vatanda garip olmuştuk”. (S.82)
…
“İstanbul sokakları facialarla doluydu. Her gün Bulgar Zulmünden kaçan Rumeli halkı vapurlarla İstanbul’a doluyor, kolera, tifüs gibi hastalıklar kol geziyordu. Hastanelerde yatacak yatak ve verilecek ilaç kalmamıştı. Rumeli’de katliam devam ediyordu. Yanya, İşkodra, Edirne kaleleri de düşmüştü. İstanbul’da Türk subayı gören Rum ve Ermeni çocukları bağırıyorlardı: -Zabit zabit, Bulgar geliyor, kaç!” (S.85)
…
“İngilizler 12 Mart 1917 günü Bağdat’ı ele geçirmişler ve 15 Mart 1917 günü yavaş yavaş kuzeye doğru yürümeye başlamışlardı. Biz de Bağdat’ın 15 kilometre kuzeyindeki Belet istasyonunda düşmana karşı koymaya çalışıyorduk. İngiliz siyasî tarihinde (3-B)’ler diye adlandırılan B’lerden birincisi Britanya’nın eline geçmişti. Diğer ikisi Batum ve Bakü idi. Londra bu 3-B’nin kontrolünü ele geçirmek istiyordu”. (S.280)
“O gün mevzileri gezerken Topçu kumandanı Binbaşı Kemal: -Kumandanım inşallah yakında Bağdat’ı alırız… dedi. Kemal’in bu sözüne karşılık Karabekir: -Kemal Bey, Türk’ün asırlarca kanını ve emeğini emen bu topraklardan kurtulmak, Türk’ün saadetine hizmet eder. Gönül buralarını bu suretle bırakmaya razı değildi. Fakat mademki oldu, artık biz Türk emeğini Türk topraklarına verelim. Arabistan’ı Arap’a bırakalım”. (S.287)
1918 çok karışık, sancılı bir yıldır.
19 Mayıs 1919’a “bir yıl” vardır.
Bolşevik devriminden sonra Doğu Anadolu’daki Rus kuvvetleri çekilmekte ve yerlerini, o ana kadar Osmanlı’ya karşı örgütleyerek beraber çarpıştıkları Ermeni çapul/çetelerine bırakmaktadırlar.
1918 şöyle geçer:
12-13 Şubat 1918: Erzincan’ın Rus-Ermenilerden kurtuluşu.
23-25 Şubat 1918: Rus birliklerinin Trabzon’u teslim etmesi.
10-12 Mart 1918: Erzurum’un Ermenilerden kurtarılması.
3 Nisan 1918: Ermenilere karşı 2’inci Sarıkamış taarruzu.
Yine Ermenilere karşı 11 Mart-6 Nisan 1918 Van; 6-14 Nisan 1918 Batum; 10-25 Nisan 1918 Kars; 15-16 Mayıs 1918 Gümrü ve 13 Mayıs-8 Haziran 1918’de Tebriz çatışmaları kazanılır.
Ve nihayet 1918’de bir de “Kafkas-İslâm Ordusu” kurulur.
Yüzbaşı Selahattin; Balkanlar, Çanakkale ve Filistin’den sonra Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa’nın yaveri olarak bu orduyla Kafkas Harekâtı’na da katılır.
“Tiflis’teki karardan sonra Bakü’yü çeviren Ordu Karargâhında bulunmak üzere Azerbaycan sınırlarına girdik. İlk istasyon, Ahıstafa idi. Burada bizi Enver Paşa’nın küçük kardeşi, Halil Paşa’nın yeğeni ve İslâm Ordusu Başkumandanı 29 yaşındaki Nuri Paşa karşıladı. Geceyarısından bir saat sonra Gence’ye vardık. İstasyonda bizim şerefimize çay hazırlanmıştı. Çaylarımızı içerken bir saz şairi bize saz çaldı. Sınırlar ötesindeki bu Türk sesi hepimizi duygulandırıyordu. Turan yolunda Türklerle karşılaşıyorduk. Saz şairi yüzyıllardan beri süregelen Türk ıstıraplarını öyle güzel anlatıyordu ki, gözlerimiz yaşlanıyordu. Saz şairi: ‘Trenler koşun taşır Baku’ya/Bunda bir iş var / Söyle Halil Paşa Allah aşkına / Bunda bir iş var..’ diyordu.
Zaten herkesin heyecanı son haddindeydi. Çay bitmişti. Biz ayağa kalkarken şair bağırıyordu: ’Söyle Halil Paşa Allah aşkına / Bunda ne iş var?’
Kumandan dayanamadı ve bağırdı:- ‘Bugün Bakü, yarın Merv, öbür gün Karakurum. Ne olacak Turan var…’ dedi. Bir alkış, bir hıçkırık, bir ürperti sardı her yanı…
Tren hareket ederken saz şairi söylüyordu: ‘Allah yolunu açsın Turan’a / Seni verdim Yaradana / Senden isterim Baku’yu / Türk Halil Paşa.’
Tren Gence istasyonundan kalktıktan sonra tepeleri karlı Kafkas dağlarını seyrederek ve şairin heyecanlı sesinden aldığımız ilhamla cepheye gidiyorduk. Ertesi günü öğleyin 10 Eylül 1918 günü Bakü’nün karşısında bir köyde bulunan İslâm ordusu karargâhına geldik. Trenden sonra bir saat otomobille ilerledik. Vardığımız yerden Bakü’nün güzel manzarasını ve Hazer denizini görüyorduk. Bakü şehrinin savunması İngiliz Generali Tomson’a verilmişti. Kentte İngiliz, Rus, Ermeni birlikleri vardı”. (S.408)
Beş gün sonra, 15 Eylül 1918 günü “İngiliz, Rus ve Ermenilerden” Bakü de “kurtarılır”.
…
Yüzbaşı da amma yüzbaşıymış ha! 10 Haziran 2020
Bir yanıt yazın