Habip Hamza ERDEM
Bu yazı dizisinde ‘demokrasi’den sözederken, okuyucunun dikkatini çekeceğimiz şey, bizim ‘demokrasi’yi her önüne gelenin ‘sakız’ gibi çiğnediği bir ‘sözcük’ olarak değil ama bir ‘kavram’ olarak ele aldığımızdır.
Öte yandan, ABD başkanı Trump’ın eline İncil almasıyla ilgili olarak, sözde ‘siyaset bilimcileri’nin bitip tükenmez ve bizce ‘anlamsız’ olan yorum ve ‘kuram’larıyla uğraşmayacağımız da açıktır.
Lafı dolandırmadan ‘demokrasi’ kavramının bir ‘tek’ tanımının olabileceği, ancak tarihsel olarak iki ayrı ‘biçimi’nin ortaya çıktığını söyleyebiliriz: Burjuva demokrasisi ve sosyalist demokrasi.
Marx, Hegel’in ‘Hukuk Felsefesi’ni eleştirirken, onun Modern Devlet’in ‘politik biçimi’ olarak monarşi’yi görmesine karşı çıkar ve bunu bir ‘yabancılaşma’ olduğunu ileri sürer.
Yani ‘demokrasi’ esastır ama Hegel bu ‘insanî esas’tan ‘monarşi’yi türetmiş olmaktadır.
Zaman zaman insanlığa en yaraşır ‘politik biçim’ demokrasidir türü laflar edilir ya, işte bu, demokrasinin tek ve bütüncül bir ‘kavram’ olmasından dolayıdır.
Ancak ve ne var ki, burada ‘biçim’ ve ‘içerik’ ayırımını yapmak, bilimsel bir çözümlemenin olmazsa olmazı olarak kendisini dayatacaktır.
Tam da bu nedenle, Marx, Hegel’in ‘politik biçim’ olarak ‘monarşi’yi görmesini; evet ‘monarşi de bir tür demokrasidir ama kötü bir türdür’ diyerek eleştirecektir.
Demokarsi’nin bir ‘biçimi’ ve bir ‘içeriği’inin olduğunu, ‘monarşi’nin ise ‘içeriği’ bozan bir ‘biçim’ olduğunu ileri sürecektir.
İşte günümüz Türkiyesindeki ‘demokrasi’ de, tam da böylesine ‘içeriği’ bozulmuş bir ‘demokrasi’dir denilebilir.
Peki ama ‘demokrasi’nin özü nedir, yani ‘içerik’ denildiğinde anlatılmak istenen nedir diye sorulacak olursa; ‘insan’dır diyeceğiz (l’homme effectif).
Sözde ‘siyaset bilimciler’ de öyle diyorlar denilebilir.
Ama hayır, bu sözde ‘siyaset bilimciler’in, sözcükleri yuvarlamaktan öte bir maharetleri yoktur.
Burada sözü edilen ‘insan’, ‘kurumsal mantığa’ boyun eğmeyen insandır.
Oysa sözde ‘siyaset bilimcileri’, kurum, kural, devlet denilince dilleri tutulan, dizleri titreyenlerdir.
Kuşkusuz, kimsenin ‘anarşi’ye alkış tutacak hali yok.
Nitekim, Marx, “Hegel diyor, Devlet’ten kalkıyor ve insandan öznel bir Devlet kuruyor; demokrasi (ise) insandan kalkar ve nesnel insanın Devlet’ini kurar”.
Böylece Devlet-Ulus ve Ulus-Devlet ayırımının ‘felsefî’ temeli de ortaya çıkmış olmaktadır.
Bir Ulus kalkıp kendi Devlet’ini kurmuş olmadıkça ne Ulusal Devlet ve ne de gerçek bir Demokrasi kurulmuş olmayacaktır.
Ancak, tarihsel olarak Devlet’ler Ulus’tan önce varoldukları için, ilk aşama ‘Devlet-Ulus’tur.
Bunu da önce burjuvalar, Burjuva Demokrasi olarak gerçekleştireceklerdir.
Bu durum, azımsanmayacak ‘insanî’ bir adım olarak tarihsel yerini almış bulunmaktadır.
Ne var ki, insanın ‘insanlık yolu’ndaki ilerlermesi kesintili de olsa sürmektedir.
Tam da bu nedenle, insanın insanlık yolundaki ilerlemesi, er ya da geç, Ulusal Devlet’e ve gerçek Demokrasiye varacaktır denilmektedir.
Bu bir ‘tarihsel yasa’dır ve o nedenle de ‘engellenemez’.
Burada, bir başka tür ama yine sözde ‘siyaset bilimcileri’, yanlış bir biçimde ‘ulusal devlet’ dedikleri ama özde birer ‘Devlet-Ulus’ olan oluşumların ‘sonunun geldiğini’ ileri sürüp, bizce ‘anlamsız’ kimi kuramlar ileri sürdükleri anımsatılabilir.
Evet, Devlet-Ulusların sonu gelecektir ama onlar, yukarıda açıklandığı biçimiyle, yerlerini gerçek Ulusal Devletlere ve gerçek Demokrasilere bırakacaklardır diyoruz.
Ve bu tartışma bir ‘sözcük oyunu’nun ötesinde, derin felsefî düşünüş, o arada azıcık da olsa ‘bilgi’ gerektirir diyoruz.
(Sürecek)