İZMİR SUİKASTI
(ESKİ DEFTERLER-10)
HÜSEYİN MÜMTAZ
Gazi Paşa’ya İzmir Suikasti, İhtilâl/İstiklâl Mahkemeleri ve Kramer Palas…
…
Konu ile ilgili tevatür hayli muhteliftir. Herkes kendi gözlük numarasına göre farklı okur, düşünür, yorumlar ve konuşur/yazar.
Ama “en güvenilir kaynak”; hâdiseyi NUTUK’da şöyle anlatır;
“Efendiler, Meclis, 29 Nisan 1920 tarihinde Hıyaneti Vataniye Kanunu’nu ve müteakip aylarda İstiklal Mehakimi Kanunları’nı da çıkarmakla inkılabın tabii icaplarına başvurmuş oldu.
Efendiler, İstanbul’un işgalini müteakip başlayan birtakım olumsuz cereyanlara, vakalara, isyanlara temas etmiştik. Bunlar, seri bir surette memleketin her tarafında ortaya çıktı ve sürüp gitti. İstanbul’da Damat Ferit Paşa, derhal yeniden iktidar mevkiine getirildi.
Damat Ferit Paşa kabinesi ve İstanbul’da bütün olumsuz ve hain teşekküllerin vücuda getirdiği blok ve bu blokun Anadolu dahilindeki tekmil isyan teşkilatı ve bütün düşmanlar ve Yunan ordusu, müştereken aleyhimize faaliyete geçtiler. Bu müşterek tecavüz politikasının talimatı da, Padişah ve Halife’nin, düşman tayyareleri de dahil olduğu halde, her türlü vasıtalarla memlekete yağdırdığı ‘huruç alessultan’ fetvası idi.
Bu genel, türlü ve hainane saldırılara karşı, biz de, daha Meclis açılmadan evvel, Afyon Karahisarı’nda, Eskişehir’de ve bütün hat boyunda bulunan yabancı kıtalarını Anadolu’dan çıkarmakla, Geyve, Lefke, Cerablus köprülerini tahrip etmekle ve Meclis toplanır toplanmaz Anadolu’nun değerli ulemasının fetvasını almakla karşı tedbirlere geçtik”.
Demek ki İstiklâl Mahkemeleri Kanunu, “inkılabın tabii icabı” imiş.
“İstanbul’un işgalini müteakip başlayan olumsuz cereyanlar, vakalar ve isyanlar”ın neler olduğunu ise Kılıç Ali’den okuyalım;
“Birinci Dünya Savaşı, dünyanın yarısıyla birlikte Türkiye’yi de felâkete sürüklemişti. Her şeyimizi yitirmiştik. Verdiğimiz şehit sayısı 500.000’den fazlaydı. 400.000 kişi yaralanmış ve sakat kalmıştı. Yaklaşık 1 milyon 500 bin kişi kayıp, esir veya kaçaktı. Devlet otoritesi kalmamış, ülkenin her köşesinde çeteler oluşmuştu. Bu çeteler milletin canına, malına, ırzına saldırıyor, hatta eşkıyalıklarını ayaklanma boyutuna bile vardırıyorlardı.” (“KILIÇ ALİ’nin ANILARI”. İş Bankası Yay. 2005. S.357)
“Anadolu’da 1919-20 yılları arasında belli başlı on ayaklanma çıkmıştı. Şeriat devleti kurmak amacıyla Bayburt’un Hart kazasında 26 Ekim 1919’da başlayan Şeyh Eşref ayaklanması 24 Aralık 1919’da bastırılabildi. Konya’nın Bozkır ilçesinde 27 Eylül 1919’da yine gerici Delibaş ayaklanması oldu. İngilizlerin teşviki ile biri 1 Ekim, diğeri 25 Kasım 1919’da olmak üzere iki kez Aznavur ayaklanması ile uğraşılmak zorunda kalındı. 13 Nisan 1920’de Düzce ayaklanmaları, 15 Mayıs 1920’de bastırılmasında benim de rol aldığım Yozgat ayaklanmaları, 21 Mayıs 1920’de Zile ayaklanması, 2 Ekim 1920’de Konya ayaklanması başladı. Haziran 1920’de Milli Aşireti Doğu Anadolu’da bağımsız bir Kürdistan kurmak amacıyla ayaklandı. Yine bağımsız Kürdistan kurmak amacıyla Koçgiri aşiretinin 6 Mart 1921’de başlattığı ayaklanma 17 Haziran 1921’de bastırıldı. Milli Mücadele’nin başından sonuna kadar süren Pontusçuluk hareketinin amacı ise Rum Pontus Devleti’ni yeniden kurmaktı.” (S.358)
Tarihlere dikkat ediyor musunuz?
Samsun’a çıkışla başlayıp, Mayıs 1919-Haziran 1921 arasında iki yılı geçmiştir. İstanbul işgal altındadır, İzmir’e de Yunan çıkmıştır. Ama öte taraftan dört bir yanda gericilik, bölücülük kol gezmektedir.
İstiklâl Mahkemelerinin “kuruluş icabatı” işte aynen böyledir.
Tevfik Rüştü Aras’ın ilk teklifi “İhtilâl Mahkemeleri”dir. Kanun teklifi görüşülürken Refik Şevket İnce’nin önerisiyle adı “İstiklâl Mahkemeleri” olarak değiştirilip, onaylanır.
Mahkeme hâkimleri, Meclis üyeleri arasından seçilirdi.
Kararları kesindi ve temyizi yoktu. Tanık ve avukat yoktu. Mahkemeler Büyük Millet Meclisine bağlıydı. Kararlarından dolayı sorumlu değillerdi. Kararların yürütülmesinden sivil ve asker bütün görevliler sorumluydu ve hepsi, mahkemelerin verdiği kararları derhal infaz etmekle yükümlüydü.
Mahkeme heyetinin oturduğu yerin arkasında büyük bir levha ile “İSTİKLAL MAHKEMESİ, MÜCADELESİNDE YALNIZ ALLAH’TAN KORKAR” yazısı asılıydı.
“1920 Eylül’ünden 1922 Temmuz’una kadar İstiklâl Mahkemelerinin önüne toplam 59 bin 164 sanık çıkarıldı. Bunlardan 11 bin 744’ü için beraat kararı, 1054’ü için idam, 243’ü için gıyaben idam cezası verildi.” (S.373)
1926 Haziran ayı gelir ve “Gazi’ye Suikast” olayı patlar.
Şevket Süreyya Aydemir’in “TEK ADAM”ını okuyoruz. 8Cilt 3. Sayfa 269 ve devamı)
“1925-1926 yılı çok hareketli geçmiştir. Daha senenin ilk ayında, 13 Ocak 1925’te Milli Mücadele Kumandanlarından, atılgan, hırçın bir zat olan Halit Paşa, Büyük Millet Meclisi koridorunda öldürülmüştür. Meclis ve hatta memleket henüz bu olayın etkisi, söylentileri içindedir. Derken Şubat’ta Doğu İsyanı başlar. Şubat ve onu izleyen aylar ağır bir hava içinde geçer. Hatta memleketin bir kısmında seferberlik ilan edilmiştir. İstiklâl Mahkemeleri, yargılar, hükümler, ölüm cezaları ne de olsa memleketin havasını sertleştirir. Sonra inkılâplar gelişmektedir. Tekkeler kapatılır, Şapka kanunu dalgalar yaratır. Takriri Sükûn Kanunu çıkmıştır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılır. Bu da havayı dalgalandırır. Tek parti sistemi ise pekiştirilmiştir. Ama aydınlar arasında da tedirginlikler vardır. Daha başka kararlar da alınmıştır. Eski takvim değişmiştir. Saat ayarı ve gün başlangıcı değişmiştir. Türk kadın ilk defa balolarda görünmüştür. Memleket, İrtica dalgaları, inkılâp dalgalan, hareketler, hamleler, yabancı şirketlerin millileştirilmesi şeklinde uluslararası yankı yapan işler içinde çalkalanmaktadır. 1926 bu hava içinde başlar. 1926’nın ilk aylarında İsviçre Medenî Kanununun Türk Medeni Kanunu olarak, İtalya Ceza Kanununun, Türk Ceza Kanunu olarak kabulüne, Batı prensiplerinden ilham alınarak girişilmiştir”.
“Haziran’ın ilk günlerinde Marmara kıyılarındadır. Bursa’da, Mudanya’da biraz istirahat eder. Şimdi yolculuk İzmir’edir. 16 Mayıs 19I9’da İstanbul’dan Anadolu’ya geçmek İçin Samsun’a hareket ettiği günlerden beri İzmir onu nasıl çekmişti. Ama hele 9 Eylül’den sonra İzmir, onun biraz da doğduğu şehir gibi olmuştur. 14 Haziran’da Bursa’ya hareket edilir, önce Balıkesir’e varılır. Karşılamalar, törenler, söylevler güzel seçer. Artık tam İzmir’e hareket edilmek üzeredir ki, İzmir Valisi Kâzım (Dirik) Paşadan bir yıldırım telgrafı gelir: İzmir’de kendisine bir suikast hazırlanmıştır, ilk suçlular yakalanmıştır! Paşa, hemen İzmir’e gelmemeli, yolda beklemelidir…”
“Suikast tertibi, bu işe katılanlardan, Şevki isminde bir motorcu tarafından emniyete haber verilir. Tertipçi Ziya Hurşit’tir. Motorcuya verilen vazife, suikasttan sonra katilleri Yunan adalarına kaçırmaktır. Fakat ya işin başarılamayacağı ve sonunun kötü olacağı korkusu yahut da belki bir pişmanlık duygusu Şevki’yi Emniyet Müdürlüğüne sevk eder. Hâlbuki Gazi ertesi gün İzmir’de olacaktı. Ve görünüşe göre bu cinayete kurban gidebilirdi. Evvela yattığı otelde Ziya Hurşit tevkif edildi. Yatağının altında silah ve bombalar çıktı. 3.000 lira kadar para da bulundu. Aynı zamanda, diğer bir otelde yatan üç kiralık katil yakalandı: Çopur Hilmi, Laz İsmail, Gürcü Yusuf! Üç sabıkalı serseri… Suikast, Ziya Hurşit ve bu üç serseri eliyle yapılacaktı. Cinayet, Gazi’nin arabası Ziya Hurşit’in kaldığı Gaffar Zâde oteli önündeki sokağın dar dönemecini geçerken tabanca ve gerekirse bombalarla işlenecekti. Sonra katiller karışıklıktan faydalanıp cinayet yerinden ayrılacaklardı. Yakın bir yerde Çopur Hilmi adında biriyle, Giritli Motorcu Şevki’nin bekledikleri bir otomobile binerek sahile varacaklardı. Oradan Şevki’nin motoru ile Yunanlıların Sakız adasına geçeceklerdi. Mustafa Kemal ortadan, işte böyle ve bu Çopurların, Lazların, Gürcülerin eliyle kaldırılmış olacaktı…”
“İş bu şekli alınca İstanbul ve Ankara’da da tevkiflere girişildi. Şükrü Beyle Sarı Efe ve yakınları İstanbul’da yakalanarak İzmir’e getirildiler.
İstiklâl Savaşı muhariplerinden ve Gazi’nin yakınlarından olan Eskişehir Mebusu Albay Arif Beyle bazı yakınları da Ankara’da tevkif edildiler.
Ama işte o zaman şüpheler ve ilişkiler siyasi gruplara sıçradı: Ankara ve İstanbul’da eski Terakkiperver Cumhuriyet Partisi kurucuları ve öncüleri şüpheli görüldüler. Yakalandılar. Kâzım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa, Cafer Tayyar Paşa ve diğerleri bu aradaydılar. İstanbul’da eski ittihat ve Terakkinin önde gelen mensupları da tutuldular: Cavit Bey (Eski Maliye Nâzırı), Canbolat Bey (Eski ittihatçı Nâzırlardan ve Mebus), Dr. Nâzım Bey, Nail Bey, Halis Turgut, Abidin Beyler ve diğer bazı mebuslar ve şüpheliler…
Hulâsa 16, 17 Haziran günleri bu işlerle geçti. Gazi ilk tahkikatı Balıkesir’den takip etti. Sonra İzmir’e gelerek Naim Palas (eski Kramer) oteline indi. Ankara’da Vekiller Heyeti olağanüstü toplantıya çağırıldı, Başvekil İsmet Paşayla Dâhiliye Vekili Cemil Bey İstiklâl Mahkemesi Reis ve âzâlarını çağırarak mahkemenin İzmir’e hareketini sağladılar”.
“Hatta Kâzım Karabekir Paşa tevkif edilince, Başvekil İsmet Paşa işe müdahaleyi lüzumlu gördü. Emniyet Müdürüne emir vererek Paşayı serbest bıraktırdı. Fakat bu defa da istiklâl Mahkemesi harekete geldi. Büyük Millet Meclisi namına ‘icrayı kaza’ ettiğini (Meclis namına, yargı yetkisini kullandığını) ileri sürerek, buna müdahale eden İsmet Paşanın da tevkifini gerekli buldu. Tabii iş Gazi’ye duyuruldu. Gazi müşkül durumdaydı. Bu arada tahliye edilen Kâzım Karabekir Paşa, mahkemece tekrar tevkif ettirildi. Gazi, İsmet Paşaya, İzmir’e gelip mahkemeyle temas etmesi lüzumunu tavsiye zorunda kaldı. Başvekil İzmir’e koştu. Gene Gazi’nin tavsiyesiyle Karşıyaka istasyonunda Mahkeme Heyeti tarafından da resmen karşılanmış oldu. Sonra Başvekil derhal mahkeme ile temasa geçti ve nihayet bizzat yayınladığı bir bildiri ile mahkemenin yetkisini, icraatının ve aldığı tedbirlerin doğruluğuna olan itimadını belirtti. Kendisinin tevkifi meselesi böylece ortadan kaldırıldı. Mahkeme kendi İşlerine daldı”.
“İstiklâl Mahkemesi sorgulan çabuk yürüttü. Zaten Meclis adına özel bir kanunla kaza {yargı} yetkisini kullanan bu mahkemelerde avukat bulundurulması, hatta şahit dinlenilmesi gibi usullerle vakit kaybedilmiyordu. Netice çabuk alındı.
…Bu sebeple maznunlardan (sanıklardan) İzmit Mebusu Şükrü, Samban Mebusu Halis Turgut, İstanbul Mebusu İsmail Canbolat, Erzurum Mebusu Rüştü (General) eski Lazistan mebusu Ziya Hurşİt ve eski Trabzon Mebusu Hafız Mehmet, San Efe namiyle maruf Edip, Mebus Albay Arif, mülazımlıktan (teğmenlikten) emekli Çopur Hilmi, Baytar (veteriner) albaylığından emekli Rasim, Laz İsmail, Gürcü Yusuf, eski Ankara Valisi Abdülkadİr ve iaşeci Kara Kemal’in bu hareketleri ceza kanununun… Bunlar ölüm cezasına çarptırılmışlardı. Ceza, yalnız Kara Kemal ve Abdülkadir’in gıyaplarında veriliyordu… Eski Erzincan Mebusu İhsan, eski Ardahan Mebusu Hilmi, eski Maliye Nâzırı Cavit, eski Sivas Mebusu Salâhattin, eski İzmir Valisi Rahmi, Dr. Nâzım, İstanbul Mebusu Rauf, eski İstanbul Mebusu Dr. Adnan Beylerin davaları, bu davanın tamamlayıcı bir safhası olmak üzere bu davadan ayrılmıştı. (Bunlardan daha sonra Ankara’da bakılan davaları neticesinde, başta Cavit Bey olmak üzere, bir kısmı ölüm cezasına çarptırılmış, yurt dışında bulunan Rauf ve Adnan Beylerin de onar sene sınır dışı edilmelerine karar verilmiştir.)
Hükmün daha sonraki kısmında, suçla herhangi bir ilişkileri olmadıkları için beraat edenlerin isimleri sayılıyordu. Kâzım Karabekir, Ali Fuat, Refet, Cafer Tayyar ve Mersinli Cemal Paşalarla, Mebuslardan Faik, Sabit, Halit, Feridun Fikri, Kâmil Zeki, Bekir Sami, Besim Necatı, Münir Hüsrev, eski Erzurum Mebusu Necati ve Mebus Ahmet, Nafiz Beyler ve diğerleri beraat… ”
Kâzım Karabekir, Ali Fuat, Refet, Cafer Tayyar ve Mersinli Cemal Paşalar gibi Milli Mücadele’nin baş aktörlerini “bile” yakalayıp, yargılayan mahkeme heyeti üyelerinin isimlerini de hatırlamakta fayda var.
Ankara İstiklal Mahkemesi’nin reisi Afyonkarahisar Mebusu ‘Kel’ lakaplı Ali (Çetinkaya), savcısı Denizli Mebusu Necip Ali (Küçüka), üyeleri Gaziantep Mebusu ‘Kılıç’ Ali, Rize mebusu ‘Bakkal’ Ali (Zırh) ve yedek üyesi Aydın Mebusu Reşit Galip beylerdi.
İşte bu mahkeme, ‘Kel’ Ali, ‘Kılıç’ Ali ve Necip Ali adlı üyeleri yüzünden ‘Üç Aliler Divanı’ diye anılacaktı.
İzmir Suikastı ve verilen idam cezaları bir açıdan da “İttihatçıların Tasfiyesi” olarak görülür. Aydemir “TEK ADAM”da bu bölümü kapatırken Atatürk’ün; “kendi İttihatçılığı” ile ilgili şu ifadesine de yer verir;
“Hepimiz İttihat ve Terakki Cemiyeti âzâsı idik. O, Teceddüt Fırkasına inkılâbetti. Mezkûr cemiyetin (yani İttihat ve Terakki Cemiyetinin) mensuplan ile, sonra teşekkül eden Teceddüt Fırkası mensuplarının kısmı küllisi (yani büyük çoğunluğu) milletimizin yüksek azminden doğan ‘Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti’ne iştirak ve iltihak etmişler ve bu cemiyetin programım kabul etmişlerdir. ” (Sayfa 282)
Yukarıda bir yerde Naim Palas adına rastlamıştık, değil mi?
Naim Palas; 1’inci Kordon üzerindedir ve 1875-1880 yıllarında halı tüccarı Takfor tarafından ev olarak yaptırılan, 9 Eylül 1922’de sahibi tarafından terkedilen, İzmir’e giren Türk ordusu tarafından karargâh olarak kullanılan bir binadır. 17 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi toplandığında Atatürk şahsi çalışmalarını burada yürütmüştür. Kongre bitiminde karargâh bu binadan taşınmış ve hazine binayı Naim Bey’e otel olarak kullanmak üzere kiralamıştır.
Şimdi müzedir.
Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın 1926 İzmir Suikasti/İstiklal Mahkemeleri sırasında Kordon’da yaşanan olayla ilgi olarak anılarında şunları anlatır;
“1926 yılında İzmir’de Naim Palas’ın alt kat taşlığında kurulan kalabalık sofrada, perdelerin kapatılması üzerine Mustafa Kemal Paşa;
– Açın kapıları, ardına kadar açın. Ne varsa millet görsün ve bilsin ki biz işte böyle yemek yiyoruz. Böyle içki içiyoruz.
Merak ederler, önce birikirler, sonra görürler, anlarlar ve kendi işlerine giderler, dedi.
Ardından şöyle devam etti:
– Ben yaptıklarını halkımdan gizleyecek adam değilim. Ayrıca burada yaptıklarımız onların yaptıklarından başka bir şey değildir. Asıl perdeleri kapatmak suretiyle bizim onlardan başka, onların bildiklerinden başka bir şeyler yaptığımız kuşkusunu uyandırmış oluyoruz ki; işte o çok tehlikeli bir harekettir. Biz ne yaptıysak halkımızın karşısında yaptık ve ne yapacaksak bunu da yine halkımızın karşısında, açık yüreklilikle yapacağız. Bizim yaradılışımızda açıklık vardır. Gizlilikten, halkın bakışlarından kaçmaktan nefret ederiz. Onlar bizi gerçekten etimizle, kemiğimizle, yaşantımızla kendilerinden biri gibi gördükçe daha çok itimat ederler, daha çok bağlanırlar.
Gazi Mustafa Kemal Paşa, kapatılan pencerelerin, perdelerin ve kapının derhal açılmasını emretti. Sofrayı da pencerelere yaklaştırdı. Kadehini birkaç defa; – Halkın şerefine! diye kaldırdı.
Dışarıdan bir alkış tufanı koptu. Halk; – Yaşa Gazi!.. sesleri ile Kordon’u adeta inletti.
Gerçekten de söylediği gibi çıktı. Önce uzanıp baktılar, sonra da çekip gittiler. Bunun üzerine Gazi Mustafa Kemal Paşa Başyaveri Rusuhi Bey’e şöyle seslendi:
– Haydi davet edelim, bak kimse gelir mi? Halkın seyrinden, merakından değil, küskünlüğünden korkmalı. Şimdi onlara ‘Mustafa Kemal içiyor, sarhoşun biridir’ deseler, ‘Evet, biz onu gördük. Başka neyi, ne günahı var söyleyin’ derler ve beni mutlaka savunurlar.”
https://www.yeniasir.com.tr/hayatinicinden/2010/09/10/kurtulus_sevincini_halkiyla_paylasti
…
Naim Palas’ı bizim nesil ilk olarak Yılmaz Özdil’den şöyle duymuştu:
“Takvimler 1923’ü gösteriyor.
Adres, numara 248, Kordon…Naim Palas… İkinci kat… Cumbada oturuyor Mustafa Kemal.
Sevmez fazla yemeği. Leblebi var yine önünde…
Garson titriyor. Çünkü çocuk, Rum.
Sesleniyor Gazi, şefkatli bir ses tonuyla… ‘Vre Dimitri’ diyor, ‘gel bakayım’.
Çocuk, ‘buyur pasam’ diyor, ş’lere dili dönmeyen, kırık dökük Türkçesi’yle.
‘Sizin Kosti’ diyor… İşgal sırasında İzmir’e gelen Yunan Kralı Konstantin’i kastederek… Sizin Kosti, geldi mi buraya?
Geldi pasam…
Oturdu mu bu masaya?
Oturdu pasam.
Güneş batarken rakı içti mi?
İçmedi pasam.
E o zaman sormadın mı çocuk, ne halt etmeye almış İzmir’i?”
Aynı anekdota Falih Rıfkı Atay’da da rastlarız…
…
Meğer neler yaşamışız, değil mi? 30 Mayıs 2020
Yazıları posta kutunda oku