Bircan Değirmenci
Çapa’daki Fatih Gazi İlkokulu’nun koridoru ders saati olduğu için sessiz. Babamla birlikte müdür odasının kapısında, bizden önce içeri giren bir velinin görüşmesini bitmesi için koridorda bekliyor bekliyorduk. Okula gitmeye çok hevesli olduğumdan yaşımın tutulduğu halde bir an önce olmasını istiyorumdum. Babam ısrarlarıma dayanamayınca elimden tuttuğu gibi soluğu müdürün olduğu yerde almıştık. Az sonra ziyaretçi çıkınca kapıyı çalarak içeri girdik. Duman altı odada, üstü klasörlerle dolu masanın arkasındaki koltukta oturan müdürü, bizi görmezden gelip, bir sigara yakarak, öndeki odalar karıştırıyor, babama kayıtsız bir arada kendi işiyle uğraşıyordu. Siyah deri koltuklara kıyamalarımızıdan mı yoksa müdür oturun demeğimiz mi hatırlamıyorum ama ayakta durmuştuk. Ellerini göbeğinin üstünde kavuşturan babam kaydımı yapması için müdüre döktüğü dilin yetmediğini anlayınca o dönemdeki yerleşim yeri yasak olan Marlboro sigarasından bir karton hediye etmek istediğini söyledi. Bunu duyan müdürün birden tavrı ve yüzünün o sert ifadesi değiştirşti. Tek kelime etmeden göz kırparak, “anlaştık” dercesine kafasını sallayınca ben sevinçten havaya uçtum.
Eve geldiğimizde babam içerisinde paket olan kartondan yedi paket çıkartıp eve gönderdim günaydın gazetesine bir güzel sardı. Sonra kardeşimle ikimizin eline tutuşturup müdüre yolladı. Ben hemen, “Ama baba bu eksik, ya müdür kabul etmezse” dedim, lakin babama dinletemedim.
Birimiz 5 diğeri 4 yaşında iki velet el ele tutuşup, kapıyı çalmayı ve akıl etmeden desteyi açtı müdürlüğün odasına daldık. Teneffüs saatine denk geldiğimiz için içerisi çay ve sigara eşliğinde sohbet eden öğretmenlerle doluydu. Müdüre doğru yaklaşıp “Müdür amca bu sigaraları babam boy yolladı” diyerek, boyumuzun zor yetiştiği masanın üzerine koyduk. Öğretmenlerin yanında iki küçük çocuk başında rüşvet verilmeye çalışılan müdürün şalterleri attı.
“Alındı ve git, babanız gelsin” diye bağırdı.
Biz “ancak, ama, bilmem ne” diye kem kümesinde, “babanız gelsin diyorum!” Diye daha yüksek bir volümle bağırdı. Bütün öğretmenler susmuş, şaşkın bakışlarla bize bakarken, paketi aldığımız gibi arkamıza bakmadan eve koştuk. Tamam mı bize niye o kadar bağırmıştı ki? Babam ise tütününü sararken, “benden günah gitti, seneyi bekleyeceksin” dedi. Kendine göre büyük baloncuk sarf olmuş, elinden geleni yapmıştı.
Babamın üşengeçliği yüzünden bir yıl sonra nihayet okula başlamıştım. Elimde komşu kızının eskittiği çanta, beslenme sepeti, su mataram, üzerimde siyah önlüğüm, ponponlu beyaz çoraplarım ve annemin işlediği dantel yakamla hazırdım şimdi. Umursamadığı değersiz ve önemsiz çocuklardandım. Tabi annemle babamın onu çok fazla meşgul şehirdeki veliliği reddettikleri için okula ağabeyim götürdü beni, bahçe kapağını bırakıp gitti.
Cehennem kapağını içeri atılmıştım sanki, okulun bahçesi mahşer yeri gibiydi. Öncelikle küçücük boyumla onca insanın arasında 1-B sınıfını bulmam gerekliydi, ağabeyim de çok önemli bir toplantısı varmış gibi niye hemen gitmiş ki? Alt tarafı gittiği yer kahveydi, o da kaçmıyordu. Bahçede; çocuğu elinden tutan veliler, etrafta çalışanşturan öğretmenler, ağlayan çocuklar .. Herkes sınıfını bulmaya çalışıyor, bulanları öğretmenler sıraya diziyordu. Nihayet sınıfımın olduğu bölümü buldum. Orta yaşlı kadın bir veli bizim sınıfla ilgileniyordu. “Herkes açık önündeki arkadaşının omzuna koysun” diyerek, bizi hizaya soktu. Ve mikrofonda tiz bir kız çocuğu sesi, o bağırdıkça biz de var gücümüzle tekrar ediyoruz: “Türküm! Doğruyum! Çalışkanım!”
Öğretmenimin kim olduğunu çok merak ediyordum, sürpriz yumurta gibiydi, bakalım benim bahtıma ne çıkacaktı? Gri duvarlarında Atatürk posteri, mevsimleri anlatan resimler, “Ali topu”, “Ayşe ip atla” yazılı fişler, kara bir tahta ve kitabında olduğu sınıftan içeri girdik. Bütün çocuklar birbirini ittirerek, sıra kapmaya çalıştı. Cam kenarında bir sıraya oturdum. Elli kişilik mevcudumuz olduğu için üçer kişiyi kazıkmak zorunda kaldık sıralara. Ama sınıftaki kaos bitmek bilmiyordu bir türlü. Avaz avaz ağlayan çocuklar, annesinin eteğini çekiştirip “eve gidelim” diye tutturanlar. Yahu ne diye ki ağlıyorlardı? Ne kadar şımarıktı bu çocuklar. Benim annem olsa elinin tersiyle patlatılmış ağzımın ortasına. Hevesle, heyecanla ve merakla etrafımı izliyordum sessizce.
Ve birden kapı açıldı. İçerik lacivert ceket, gri pantolon, tiril tiril beyaz gömleğinin üzerine gri kravat takmış bir adam girdi. Bir çift tel saçını arkaya doğru taramış, iri yapılı, çatık kaşlı kiminle özel bir yerde yapıldığını sonradan anlayacağımız ince silindir şeklinde bir sopa vardı. Atatürk’ün benzettiğim bu adamla hiçbir bağ kuramamıştım. Etrafımdaki hiçbir erkeğe benzemiyordu. Ne babama ne amcalarıma ne de babamın arkadaşlarına. Yoksa öğretmenimiz bu muydu? Keşke olmasa demiştim içimden. Kalp atışlarım hızlanmıştı.
İçerideki uğultu devam et tahtaya dönüp, eline bir tahta aldı. Tahtaya bir şeyler çizmeye başladı. Aa tavşan! Tavşanın uzun kulaklarından doğru taşan birer çizgi çekti. Onun ne oldu anlayamamıştık ama “yaşasın tavşan hikayesi anlatacak” diye beklemeye koyulduk.
Ve hikaye başladı:
“Ben A. Kepçe. Sizin öğretmeninizim. Disiplin benim için çok ayrıntılı. Yaramazlık ve şımarıklık istemem. 5 yıl boyunca sizi ben eğiteceğim. Şimdi beni iyi seviyede. Bu tahtada gördüğünüz resim ne? ”
Hep bir ağızdan, “Tavşannnn! diye bağırdık.
Peki kulaklardaki ne? Herkes sessiz.
“Çivi” diye cevaplarken sessizliği bozdu öğretmen. “Nasıl yani ne ne çivisi?” Diye birbirimize bakınızdık.
“Eğer ağlamaya devam edelim seni de bu tavşan gibi kulaklarınızdan tahtaya çiviyle asarım” dedi ve demesine kalmadan sınıfta daha büyük bir kıyamet koptu. Oysa ki daha yeni susmuşlardı. Okuldaki ilk gün edilecek laf mıydı bu? Öğretmen bağırarak, “elinde ellerinizi” dedi. Korkuyla uzattığımız minik avuçlarımıza sopasıyla vurarak, sıra dayağından geçendi hepimizi. Okulumuzun ilk günü öğrendiğim ilk kelime avuçlarımda sızlayan ‘disiplin. Bütün hevesim kaçmış, hatta dünyam yıkılmış, artık ben de ağlayan çocuklar korosuna katılmıştım. Demek ki hep yalan söylüyormuş mahalledeki arkadaşlarım, okul hiç de anlattıkları gibi keyifli bir yer değilmiş. Tabi eve geldiğimde hiç kimseye olanları anlatamamıştım, ne o gün ne de beş yıl boyunca.
Ertesi gün öğrendiğim kelime ise sükûnet oldu. Kepçe arkamıza yaslanıp kollarımızı göğsümüzde kavuşturup, ellerimizi koltuk altımıza alarak oturmamızı istemişti. Çıt çıkmasına izin vermiyordu. Hapsedilmiş gibiydik. Arka sıralardan bir çocuktan sessizlik bozan bir gürültü geldi. Kepçe, “Utanmıyor musun sınıfın sükûnetini bozmaya” diye bağırdı. Sükûnet de neyin nesiydi? Kimi zaman bu ses çıkartmadan arkaya yaslanmak kırk dakika boyunca sürüyordu, nefes almaktan safra imtina eder hale gelmiştik. Maazallah yoksa sükûnet bozulurdu.
Bir de şikayetâyet kelimesi girildi literatürümüze. Kepçe, “Yaramazlık yapan, konuşan arkadaşlarınız bana şikayetâyet sizinlesiniz” demişti. Sürekli işaret parmağı ve şikayetayetler havadaydı.
“Öğretmenim şikayetâyetim varr! Hasan benim silgimi çaldı. ”
Hasan da, “Hayır öğretmenim benim de şikayetâyetim var, yalan söylüyor.”
Kepçe, kimin doğruyu söylediğini kesin olamayınca şikayetâyet edeni de edileni de onu ihtimale karşı dövüyordu. Bir kez safra parmağımı şikayetâyet için kaldırmamıştım ama yine de şikayetâyet edilsin kurtaramamıştım kendimi.
23 Nisan’dan önce doğan dondurma yemesi yasaktı. Ben de babamın tanıdığı esnaftan dondurma yaparken, keyifle eve doğru yerdeken sıra arkadaşımla karşılaşmıştım. Birkaç gün sonra keyfine düşkün ailemin piknik sevdası iken okula gidememiştim. Hafta içi ne diye pikniğe alıyorum ki? Ertesi gün öğretmen, neden bende sorduğunda gelmediğimi, “Bademciklerim şişmiş, hastaydım, o zaman gelemedim” diye yalan söylemedim. Demez olaydım. Bir baktım sıra arkadaşım Önder parmak güvenliği: “Öğretmenimmm şikayetâyetim var. Ben onu dondurma yerken ayarla. ”
Haydi bakalım, Kepçe bu fırsat kaçırır mı?
“Havalar daha ısınmadan dondurma yersen bademciklerin şişer elbet” diyerek patlattı tokadı. Bu kez de hastalandığım için dayak yemiştim. Utançtan kıpkırmızı olmuş yüzümle yanımdaki Önder’e baktım. Görevini yaptı muzaffer bir edayla önündeki güzel yazılarını karıştırıyordu.
Şikayetlerin en kötüsü sanırım Rıza’yı yaptıdı. Rıza biraz hareketli bir çocuktu. Elbette en çok da dağıyor. Bir gün el işi dersinde kullanıcı arkadaşı “Öğretmenim şikâyetim var. Rıza makasla masa örtüsünü kesiyor ”dedi.
Kepçe ok gibi fırlıyor, Rıza’nın kulağından tutup kendi masasına getirdi. Ensesinden tutarak masaya oturttu. Elindeki makası aldı.
“Demek sen okulun malına zarar veriyorsun öyle mi?”
Rıza ağlarken, “Hayır öğretmenim sadece şaka yapıyordum, kesmeyecektim” deyince, öğretmen elinin tersiyle ağzına vurarak susturdu.
“Şimdi hepiniz iyi bakın, madem ki örtüyü kesmeye kalkıyor ben de ona ceza olarak kulağını keseceğim” dedi. Kepçe’nin kulaklarımızla ilgili derinde yatan bir psikolojik sorunu mu vardı ya da soyadıktan sonra kaynaklanıyordu bunu hiçbir zaman çözemedik.
Sınıfta büyük sessizlik, merak, korku ve endişeyle olacakları izliyorduk. Rıza korkudan titriyor, hiçbir şey söylemeden ağlamaya saflıkla çekinerek sadece hıçkırıyordu. Kepçe, elindeki makası filmin ağır çekirdeğinde olduğu gibi yavaşça Rıza’nın kulağına doğru götürdü, makası açıldı, kulak memesini içine aldı ve yavaş yavaşlarla içeyken Rıza’dan bir çığlık yükseldi. Kepçe makası çekti, kulağını kesmemişti. Oysa ki kötücül duygularımız kabuğunu, içimizdeki canavar bir yandan kulağının nasıl kesileceğini de görmek istiyordu.
“Bu sana ders olsun bir daha yapmazsın artık. Kalk, geç yerine bakalım ”dedi.
Fakat Rıza kımıldayamıyordu. Az sonra pantolonunun paçalarından sıvı aktığını gördük. Herkes gülmeye başladı. Rıza korkudan altını ıslatılmış, haliyle öğretmen masasının örtüsünü de. Kepçe örtüyü toplayıp, Rıza’nın koltukta tutuşturdu.
“Götür bunu annen yıkasın” dedi. Rıza; utançla, korkuyla, ağlayan evine gitti.
Diyen Kepçe, tahtada bir şeyler yazarken sınıfta birileri konuşunca hemen arkasına dönüp elindeki tebeşiri sesin geldiği tarafa fırlatırdı. Artık neremize denk gelirse, hiç ıskalarken da olmuyordu, keskin nişancıydı. Zamanla kafasının başında da gözü nasıl inanmıştık.
Teneffüs saatlerinde safra öğretmenleri odasını gitmeyen Kepçe, koridor ve bahçede de peşimizi bırakmıyordu. Koşan, bağıran, arkadaşıyla kavga eden kimi görse dövüyordu. Sadece biz değil diğer sınıftakiler de almakdu sopadan nasibini.
Sokaklarda 80 darbesinin başında gelen sıkıyönetim okulda da bizim üzerimizde devam ediyordu. Konuşmayan, koşmayan, zıplamayan, baş üstü eğik, birbirini gammazlayan, sürekli çekildiği için kıpkırmızı kulaklarla dolaşan, ruhları yara bere içinde, kepçe içi ezilen, siyah önlüklü birer robota dönüşmüş, bize bir yazı öğretin kölesi olmuştuk.
Kepçe, gözlerimizin içine bakmaz; ya da biz bakamadığımız için bakıp bakmadığını bilmezdik, hiçbirimize adımızla seslenmez, numaralarımızla çağırırdı bizi. Benim adım 546’ydı.
Beslenme saatlerinde diğer öğretmenler gibi yemeğe çıkmaz, annemizin hazırlandığı yiyeceklere ortak yerlerde. Halide vakti yerinde olan ailelerin çocuklarına daha özel davranır, tembel ve yoksul orada ise en arka sıraya gönderirdi. Yaz tatillerinde yığınla ödev verir, tuğla gibi tatil kitaplarını başka yerlerde sadece okurken, öğretmenimiz bizden kitabın özetini çıkartmamızı isteyerek tatilimizi zehir ederdi.
Öğretmenler Günü geleceği masasına odada, yüzümüze bakmadan elini yan tarafa doğru uzatır, biz sıraya geçerek onu öper, hediyelerini masaya sıradadık. Anlaşılan o ki hiç kimsenin sınıfta olduğuları evde anlatmıyordu, burada kimse veli de itiraz etmiyordu. Belki de kural buydu, yanlış olan bizdik.
Zaman zaman öğretmenleri raporlu olduğu için diğer sınıfların dersleri boşlaştıdi. Onlara inanılmaz derecede özenirdik. Çünkü Kepçe bir gün bile dersleri aksatmazdı. Bir defasında babasının öldüğünü ve üç gün için memleketi Trabzon’un gideceğini söyledi. Biz tam babasının öldüğüne sevinirken,
“Ama merak etmeyin emekli bir albay arkadaşım girecek dersinize. Derslerinizden geri kalmayacaksınız, ”diyerek, bütün sevincimizi kursağımızda bıraktı. Kendisi bu kadar kötüyken asker olan arkadaşı bize neler yapmazdı?
Ertesi gün arkadaşı dersimize geldi. Ama o da ne? İnanamamıştık. Hepimizle teker teker ilgilenip, adımızı, kaç kardeşimizumuzu, babamızın ne iş yaptığını, büyüyünce ne olmak istediğimizi sordu. Hiçbirimizin öğretmeni olmak istemeyeceği kesindi. Gülümsüyordu, öğretmenlerin gülebileni de vardı demek. Belki de geçici bir süre olmuş için böyle davranıyordu. Üç gün boyunca bize hikayeler anlattı, hayata dair bilgileri verip, başından geçen olayları anlattı, hayallerimizi dinledi. Rüya onu şey gibiydi. Fakat üç gün sonra kabus kaldığı yerden devam etti.
Dördüncü sınıftayken Kepçe, Anneler Günü’nün ikincisi bir kompozisyon yazmamızı istemişti. Anneyi yazmıştım. Ertesi gün elinde yazılı kağıtlarıyla içeri girildi.
“546 tahtaya jel!” Dedi.
İçimi bir korku salmıştı. Titreyerek çıktım tahtaya. Başım önümde, yüzüne bakamıyorum. Kim bilir yine ne hata yapmıştım.
“En iyi kompozisyonu sen yazmışsın. Aferin. Şimdi al bunu, arkadaşlarına oku ”diyerek kağıdı bana uzattı.
İlk defa Kepçe’den “aferin’ kelimesini duymuştum. Üzülmek ve sevinmek arasında kalakaldım. Okuyamazdım ki. Sesimi zorladığımda çatallanarak oluyor, nefes alamıyor, bayılacak gibi oluyordum. Okumayı herkesten önce söktüğüm halde cesaret edip tahtaya çıkmadığım için kırmızı kurdeleyi safra ve oğul ben almıştım. Artık ne okulda ne evde konuşuyor, içine kapanık, kendini ifade edemeyen bir çocuk olmuştum. Halen safra üç strateji planı konuşamam ve kendimi sadece yazarak ifade etmem o günlerden mütevellit olsa gerek. Bir de en çok cuma günlerini sevip ertesi gün okul başlayacağı için pazar gecelerinden nefret etmem de sanırım bundan sonra.
Hasılı kelam biz böyle bir âdemoğlu Kepçe’yle 5 yılmızı tamamladık. Ve o muhteşem oğlum gün gelip çattı. Kepçe’de sürpriz hazırlamaya karar verdik. Çocukluk bizde kalsın demiştik. Kepçe kapıdan içeri girmeli hepimiz ayağa kalkıp yüksek sesle öğretmen marşını okuduk:
“Öğretmenimm, canım benim, canım benim! Seni çok çok çok çok severim! Sen bir ana, sen bir baba! Ona şey oldun artık bana! ”
Ne büyük bir yalan! Katiline sevdalı olmak böyle bir şey olsa olmaktır. Hatta kimimiz olayı abartarak, gözyaşlarımızı tutamayıp marşı okurken ağlamıştık. Kepçe, yüzünde her zamanki gibi duygularını belli etmeyen donuk ifadeyle marşı bitirmemizi bekledi. Eliyle işaret edip, “Oturun!” Dedi.
”İyisiyle kötüsüyle 5 yılı tamamladık. Aradan kaç yıl geçerse geçsin. Sizi ben yetiştirdim, ne kadar değişebilir değişin, nerede görsem tanırım, asla unutmam. Şimdi bakalım, bu beş yıl içerisinde benden hiç dayak yemeyen oldu mu? ”
Bu nasıl bir soruydu şimdi? Arka sıralardan tedirgin bir el kalktı, sonra vazgeçip indirdi. Kepçe emin olamadı.
“Neyse sizde de onu ihtimale karşı kullanıyorsanız elleriniziinizi. Bu sınıftan çıkarken benden dayak yemeyen kalmasın. ”
Dumura uğramıştık, asıl büyük sürprizi bize Kepçe yapmıştı, hem de kendine yaraşır bir şekilde. Sürpriz ettiğimiza pişman olmuş, boşuna duygulanmıştık. Kepçe yalandan ağladığımızı anlamıştı demek.
İlkokul denen cehennem sona ermişti. O günden sonra hiçbir ilkokul arkadaşımla görüşmedim, yolda karşılaşınca bile görmezden geldik birbirimizi. Özgüveni eksik, edilgen, korkak yetişkinler olmuştuk. Okuldan ve öğretmenlerden nefret etmeme vesile Kepçe olmuştu. Sonraları çok idealist, sevecen, şefkatli, düzgün öğretmenlerle telaştım; hatta ideali uğruna sürgüne gönderildi, ihraç edilen, özel okullarda pestili çıkan öğretmen arkadaşlarımın da oldu ama yine de içleri ondan bir Kepçe çıkacak diye hep mesafemi korudum.
Yıllar sonra 20 yaşına geldiğimde yağmurlu bir akşam üstü açık elinde bastonu diğerinde şemsiyesiyle yolda ikenkenkenştım onunla. Epeyce yaşlanmıştı ve tüm heybetiyle yine karşımdaydı. Kalbimden beynime doğru gezici sıcaklık ve kulaklarımdaki uyuşmayı bir kez daha hissettim. Beni, tanımlamayı bana, ilk kez gülümsediğini görüyordum. Ani bir kararla derhal suratımı çevirerek, yolumu değiştirdim, arkada kalan gölgesi beni takip ediyormuş hissine kapılayarak ilerletilirken, daha sonradan içeride kalıncaya kadar koşarak uzaklaştım.
Yıllarca altında kaldığı Kepçe’nin cansız bedeninin üzerine kürekle bacağını birleştiriyor, kabuslarla uyanan bir çocuk öğretmenleri
Şimdi söyler misiniz: Sahi öğretmenleri neden sevmeliyiz?
Kaynak:
Bir yanıt yazın