Ayla Çokbudak <[email protected]>
mehmetyyilmaz
13 Nisan 2020
İki günlük yasağın anlamı neydi?
Türkiye, salgını, elindeki olanaklara rağmen en kötü yöneten ülkelerden biri. Hastalığın yayılma hızında İtalya ve İspanya’yı geçtik. Erdoğan’ın amacı, kötü yönetişim konusunda Trump’ı geçmek ve “dünya lideri” olmak mı?
Cuma akşamından beri Türkiye’nin en önemli gündem konusu bu: Hafta sonu için sokağa çıkma yasağının ilan edilmesi için niye saat 22.00’ye kadar beklendi?
İçişleri Bakanı’na bakılırsa “böyle olacağını tahmin edemediği için” o saatte ilan etmiş.
Ama sonra bununla da teselli buluyor: “Daha erken ilan etseydik, herkes marketlere hücum edebilirdi!”
Belli ki falcılık mesleğinde de iddialıymış!
Böyle temel bir konuyu bile öngöremiyorsan, o koltukta işin ne? (*)
Sokağa çıkma yasağı ilan ederken Belediye Başkanları’nı bile bilgilendirmeyen bir yönetim anlayışı var.
Tek adam yönetimlerinde böyle olur.
O bir kişi, aklına estiği gibi karar verir, kararı uygulamak durumunda olanlar seslerini çıkarıp, itiraz da edemezler ve sonra neyin olup biteceğini hep birlikte seyrederler.
Nitekim ülkemizde de böyle oldu.
Zaten bugüne kadar her konuşana horoz gibi diklenen Soylu’nun uysallaşıp “eleştiriyi de hakaretleri de aldım, kabul ettim” demek zorunda kalması bunu gösteriyor:
Kararı Erdoğan aldı, kimse itiraz edemedi.
Türkiye’nin bu virüsü en kötü idare eden ülkelerden biri olmasının nedeni de bu tek adam yönetimi zaten.
Şimdi bazı sorularım var, çünkü belli ki önümüzdeki hafta sonu da böyle bir sokağa çıkma yasağı uygulanacak.
Bu yasak kararı Bilim Kurulu’nun önerisi üzerine mi alındı? Yoksa, o akşamüstü Erdoğan’ın aklına öyle geldiği için mi?
Bir sokağa çıkma yasağı kararı alındığına göre virüsün yayılma hızı ile ilgili endişeler olmalı.
Nitekim Türkiye, yüzde 15’lik artış hızıyla İtalya ve İspanya’yı da solladı, ABD ile yarışıyor.
Sormak gerek: O zaman yasak niye sadece cumartesi ve pazar için?
Böyle bir salgın ile mücadele yolunda bir araç olarak sokağa çıkma yasağı, virüsün hızla yayılarak, sağlık sistemini paralize etmesini engellemeyi amaçlar.
O halde ilk uygulanması gereken yasak da 2 hafta olmalıydı, 2 gün değil.
Virüse yakalandığından kuşkulanılanlar niye 14 gün karantinada tutuluyorlar?
Çünkü virüsün 14 günlük bir süreye kadar belirti vermeyebileceği bilimsel bir tespit.
O 14 gün içinde test sayısını arttırarak virüsün yayılma durumunu görmek ve belki üzerine bir 2 hafta daha sokağa çıkma yasağı uygulamak gerekecekti.
Nitekim bu işi ciddiyetle yürüten ülkelerde sokağa çıkma yasağı böyle uygulanıyor.
Bilim Kurulu’nun her hangi bir üyesi, bu iki günlük yasağın ardındaki “bilimsel düşünceyi” bize açıklayabilir mi?
(*) NOT: İçişleri Bakanı’na “o koltukta işin ne” diye sorup bu yazıyı editörüme teslim ettikten sonra Soylu’nun istifa haberi geldi. Hemen ardından da Cumhurbaşkanlığı’nın “görevine devam edecek” açıklaması.
Böylece, Cuma gecesi yaşanan skandalın asıl sorumlusunun bizzat Cumhurbaşkanı olduğu da Soylu’nun kabul edilmeyen istifasıyla teyit etmiş oldu.
Rejim, tek adama bağlı bütün rejimler gibi hatasını bile düzeltmekten aciz, önüne gelen fırsatları bile değerlendiremiyor.
Soylu’nun istifasının kabul edilmemesine en çok üzülen de sanırım Damat Bakan olmalı.
Damat Bakanın kontrolündeki Sabah gazetesi, İngilizce sitesinde Soylu’nun “baştan savma sokağa çıkma yasağının ardından istifa ettiğini” duyururken her halde işlerin bu şekilde sonuçlanacağını tahmin edemiyordu.
Soylu, öyle görünüyor ki Saray’ın bu güvenoyundan sonra parti içinde Damat Bakan için ciddi bir tehdit olacak.
Pasta bulamadıkları için mi ekmek yiyorlar?
Türkiye’de günde kişi başına tüketilen ekmek miktarı, Toprak Mahsulleri Ofisi’ne göre 330 gram.
Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın geçtiğimiz Temmuz ayında aldığı karara göre Türkiye’de üretilen / tüketilen standart ekmek 200 gram.
Yani kişi başına bir öğünde tüketilen ekmek miktarı yarım ekmek + 1 dilim.
Sokağa çıkma yasağı başladığında panik ile ekmek peşine düşenlerle dalga geçip, “bunlar ekmek arası ekmek mi yiyor” diye soranlara bir yanıt olabilir mi bilmiyorum.
Beş kişilik bir haneye günde gereken ekmek sayısı, ortalama tüketimi gözetirsek 8 ekmek.
Çünkü halkımız karnını ekmek ile doyuruyor.
Elbette onlar da karınlarını daha az ekmek – daha çok yemek ile doyurmayı isterlerdi.
Ama ekmek yerine, yemek yemelerine olanak verecek para nerede?
Çünkü 2019 yılında, Türkiye’de nüfusun en yüksek gelire sahip ilk yüzde 20’si, toplam gelirin yarısını aldı. Doğal olarak etleri satın alıp, mangala atanlar da onlar.
Gelirin geri kalan yarısını da nüfusun yüzde 80’i paylaştı.
Medyan gelirin yüzde 60’ı baz alınarak yapılan yoksulluk hesaplarına göre halkımızın yüzde 21,2’si yoksulluk sınırında yaşıyor.
Türkiye’de “ciddi maddi yoksunluk oranı” yüzde 26,5!
Her dört Türkiye Cumhuriyeti vatandaşından biri yani!
Bunlar 2019 yılının rakamları, tarih öncesinin değil!
Onun için yurttaşlarımız, bir paket makarnayı haşlayıp, yanında da kişi başı yarım ekmek yiyerek karınlarını doyurabiliyorlar. Beslenmeyi bilmedikleri için değil.
Kilerleri, buzlukları yandaş – yalaka yazarların zannettiği gibi yiyeceklerle dolu değil.
Günümüz Marie Antoinette’leri halka öğüt veriyor: “2 gün aç kalsanız ölmezsiniz!”
Unuttukları şu ki o insanlar yıllardır yarı aç – yarı tok yaşıyorlar zaten. Açlıktan ölünmeyeceğini, sadece sürünüleceğini, bu öğüdü verenlerden daha iyi biliyorlar yani!
“Tok, açın halinden anlamaz” sözü ne kadar da doğruymuş meğerse.
Ve “bir ekmek yüzünden sosyal mesafeyi bozdular” diye endişe de etmeyin!
Onlar zaten her gün fabrikalarda, atölyelerde, şantiyelerdeler.
“Evde kal Türkiye” çağrıları da onlar için değildi zaten.
Devletimiz onları ilk günden itibaren gözden çıkardı, ihracat aksamasın diye, maaşlarını – ücretlerini ödemek zorunda kalmasın diye
Bu söz de ödülsüz kalmaz!
“Çocuklarım aç, nasıl evde oturayım” diye feryat eden kadına “geber” diyen Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdür Yardımcısı’nın görevden alınmasına anlam veremediğimi yazmıştım. (10 Nisan2020, T24, Tam adamını bulmuşlar aslında!)
Bu yazdıklarım yeni yayınlanmıştı ki TBMM’de benzer bir olay yaşandı.
HDP’li Meral Danış Beştaş, “İdris Baluken cezaevinde ölsün mü? Figen Yüksekdağ ölsün mü? Selahattin Demirtaş ölsün mü? Ahmet Altan ölsün mü” diye sorunca AKP’li milletvekillerinden biri ya da bir kaçı arka sıralardan “ölsün” yanıtını verdi.
Bu yanıtı verenin kim olduğunu bilmiyoruz.
Bilmiyorum, bu tip, “ölsün diyen bendim, diğer milletvekili arkadaşlarım töhmet altında kalmasın” diye ortaya çıkma cesaretini gösterebilir mi?
Böyle bir yüreği olduğunu zannetmem ama şunu söyleyebilirim: Söylediği bu sözü sahiplenecek olursa, gelecek dönemlerde en azından bir bakanlık koltuğu kapacağı kesindir!
Bu siyasi gelenek, bu tür davranışları ödülsüz bırakmıyor çünkü.
Bir yanıt yazın