Geçen hafta Merkez Bankası faizleri 75 baz puan düşürmüş ve Para Politikası Kurulu (PPK) faiz indirimini savunmuştur: Enflasyon görünümündeki iyileşme devam etmekte, enflasyon beklentilerindeki genele yayılan düzelme sürmektedir. Enflasyon başta olmak üzere makro ekonomik göstergelerdeki iyileşme ülke risk primindeki düşüşü desteklemekte ve maliyet unsurları üzerindeki baskıların sınırlanmasına katkıda bulunmaktadır. Döviz kuru, iç talep koşulları ve üretici fiyatlarındaki gelişmelere bağlı olarak çekirdek enflasyon göstergelerinin eğilimleri ılımlı seyretmektedir.
Merkez Bankası, piyasa beklentilerinin değişkenlik gösterdiği PPK toplantısında faiz indirimleri serisine devam ederek 1 haftalık repo faizini 75 baz puan daha indirerek %11,25’e düşürmüştür. Aslında yapılan faiz indirimini ölçülü olarak değerlendirmek mümkündür. Fakat Banka’nın “makul reel getiri” yönlendirmesine rağmen, faiz cari enflasyon seviyesinin altındadır. Nasıl hesaplandığı konusunda kuşku duyulan enflasyona göre belirlenen reel faiz -0,5% seviyesine gerilemiştir. Bu durum ilerisi için sıkıntı yaratabilir. Çünkü döviz kuru bileşeni enflasyon beklentileri içinde önemli bir yere sahiptir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan 2019 yılı değerlendirmesinde, Merkez Bankası’nın saat 14:00 de yapacağı açıklama öncesinde “Faizin kademeli olarak inmesi için ihtiyaç duyulan adımları attık. İnmesi gerekir dedik ve hamdolsun, indi, iniyor ve bugün de yine bir açıklama yapılacak” demiştir. 6 Temmuz 2019 tarihinde görevden alınan Murat Çetinkaya’nın yerine geçen Murat Uysal, tüm PPK toplantılarında faiz indirimine gitmiştir.
Uysal göreve geldiğinde Merkez Bankası’nın politika faizi yüzde 24 seviyesinde idi. Uysal, 25 Temmuz’da yapılan ilk PPK toplantısında 425 baz puan indirimle faizleri yüzde 24’ten yüzde 19.75’e düşürmüş, 12 Eylül’de yüzde 19.75 olan politika faizi 325 baz puan indirimle yüzde 16.50’ye, 24 Ekim’de ise 250 baz puan indirimle yüzde 16.50’den yüzde 14’e indirilmiştir. 12 Aralık 2019 tarihindeki PPK toplantısında politika faizini yüzde 14 seviyesinden 200 baz puan daha düşürerek yüzde 12 seviyesine çeken Merkez Bankası, son olarak 75 baz puan daha indirim yaparak faizi 11.25 olarak belirlemiştir.
Ekonomide enflasyon tek hanelere inmeden faizlerin düşmeyeceği gerçeğini tüm iktisatçılar bilir. Bunun nasıl düştüğünü ispatlayan iktisatçı Nobel Ekonomi Ödülünü alır. Keşke Türkiye’den böyle biri çıksa, lafla değil teorisiyle açıklasa, kitaplarını okuduğum ve öğrencilerime tavsiye ettiğim Tinbergen, Samuelson, Kuznets, Leontief, Myrdal, Hayek, Friedman, Meade, Schultz, Lewis, Klein, Tobin, Stigler, Modigliani, Buchanan, Solow, Lucas, Mundell, Stiglitz, Phelps, Krugman, Thaler gibi Nobel Ekonomi Ödülü’nü kazansa, bundan memnun olmayan bir kişi çıkar mı? Bence kesinlikle çıkmaz.(https://www.turkishnews.com/tr/content/2018/08/14/dolardaki-dalgalanma-ekonomik-istikrari-bozarsa-2023-hedeflerine-ulasilamaz/, 28.09.2018)
AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan partisinin, “Türkiye Hazır, Hedef 2023” adlı 12 yıllık seçim beyannamesini 16 Nisan 2011 tarihinde kamuoyuna açıklamıştır. Erdoğan, “GSYH 2015 yılında 1 trilyon 765 milyar dolara, 2019‘da 1 trilyon 486 milyar dolara, 2023’te 2 trilyon 64 milyar dolara ulaşacak. Kişi başına gelir 2019 yılında 18 bin, 2023 25 bin 76 dolara çıkartılacak. İhracat 2023’te 500 milyar dolara yükselecek” demiştir. (https://www.iha.com.tr/haber-basbakan-secim-beyannamesini-acikladi-169788/)
Cumhurbaşkanı Erdoğan bu defa 8 Ekim 2015 tarihinde Tokyo’daki Türkiye-Japonya İş Forumu’nda gerçekleştirdiği konuşmasında da, “Cumhuriyetimizin 100.yılı 2023’te Türkiye’yi, kişi başına 25 bin dolar, toplamda 2 trilyon dolar gelire sahip 500 milyar dola ihracat yapan… bir ülke haline getirmeyi hedefliyoruz” diyerek 2023 hedeflerine atıfta bulunmuştur. ) O tarihlerde Türkiye ekonomisi derslerimde bunun sadece o günkü değil, tüm dönemi kapsayan yüksek büyümeyi sağlamadan ve enflasyon indirilmeden mümkün olamayacağını açıklamıştım.
AK Parti hükümeti Orta Vadeli Program (OVP) ile 2016-2018 döneminde kamu ve özel kesim için öngörülebilirliği artıracak bir yol haritası hazırlamıştır. Daha sonra Yeni Ekonomik Program (YEP) ile 2019-2021 yıllarını kapsayan 3 yıllık yeni bir program açıklayınca, YEP ile OVP’nin hedefleri arasında farklılıklar ortaya çıkmıştır. Bu durum, Türkiye ekonomisinde hedeflerin tutturulmasında büyük sıkıntı olduğunu o dönemde göstermişti.
Her 3 ayda bir Almanya’dan şahsıma gönderilen “Q u e s t i o n n a i r e WES Survey July 2018: Data requested for Turkey Code-No: 16001852 – 5032.8059.01, Ifo World Economic Survey, Nothhaft, Jasmin [Nothhaft@ifo.de]” sualnamesini doldururken, 28 Eylül 2018 tarihinde bu duruma şöyle dikkati çekmiştim: “OVP ile YEP arasında kısa sürelerde ortaya çıkan farklılıkların sebebi, ya tahminler çeşitli nedenlerle çok olumlu senaryolara göre yapılmaktadır ya da tahminleri gerçekleştirenler bir hata yapmaktadırlar. Eğer son şık geçerli ise sayın Bakan’ın OVP’ın hazırlanmasında görev alanları ve bu tahmini yapanları sorgulaması gerekir.” )
Cumhurbaşkanı Erdoğan 17 Haziran 2017 tarihinde Türkiye İhracatçılar Meclisi Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, “Bugün Türkiye ekonomik büyüklük bakımından dünyanın 17’nci, satın alma gücü bakımından ise 13’ncü büyük ekonomisidir. Açık konuşmak gerekirse bizim üstümüzde olan ülkelere baktığımızda, her iki kategoride de en az birkaç basamak daha yukarıda olmamız gerekiyor. En basitinden AB ülkeleri, ülkemin bulunduğu konumla onların aynı yerde olması mümkün değil. Oraları tanıyan, gören, bilen birisi olarak konuşuyorum. Öyle lafta ‘kişi başına düşen milli gelir budur’ demekle kişi başına düşen milli gelir o değil. Dolaştığınız zaman ülkeyi görürsünüz, hayat standardını görürsünüz. Bütün bunlara rağmen daha sistemli çalışarak, kayıtlarımızı daha ciddi tutarak, daha çok üretip ihraç ederek yakında asıl olmamız gereken sıralara da geleceğiz” demiştir. )
Cumhurbaşkanı bunları söylerken bir önceki yıldaki duruma bakalım. Satın alma gücü paritesine göre milli geliri 1.927 milyar dolar olan Türkiye 13’ncü sırada yer alıyordu. Türkiye’de SGP’ye göre kişi başına düşen GSYH 24,243 dolarken, cari fiyatlarla hesaplandığında miktar 10,787 dolara düşüyordu. 2016’da Türkiye’de SAGP’ne göre kişi başına düşen gelir sıralamasında 49’ncu, cari fiyatla ise 58’nci sırada yer almıştı.
2016 Yılında Kişi Başına Düşen Gelir: Cari Fiyatlarla ve SAGP’ne Göre
Cumhurbaşkanı “… bizim üstümüzde olan ülkelere baktığımızda, her iki kategoride de en az birkaç basamak daha yukarıda olmamız gerekiyor” demiştir ama birkaç basamak ne anlama gelmektedir? Dünya Bankası 2020 yılı için ülke gelir sınıflamalarını (basamaklarını) 1 Temmuz 2019 tarihinde yenileyerek dünya ekonomilerini “yüksek”, “üst orta”, “alt orta” ve “düşük” olmak üzere dört gruba ayırmıştır. (The World Bank classifies the world’s economies into four income groups GNI, GNI per capita, GDP, GDP PPP, Population. World Bank’s Open Data Catalog. data@worldbank.org. New country classifications by income level: 2019-2020 World Bank Data Team July 01, 2019)
Sınıflandırma, 1 Temmuz’da her yıl güncellenmektedir. Sınıflandırma Atlas yöntemine göre hesaplanan kişi başına düşen GSMH’ya (dolar) dayanır. Sınıflandırmada büyük ölçüde ekonomik büyüme, enflasyon, döviz kurları ile nüfusla değişebilen ülkenin kişi başına GSMH’sı esas alınır. Ulusal hesap yöntemlerinde ve verilerinde yapılan revizyonlar kişi başına düşen GSYİH’yi etkileyebilir.
Sınıflandırma eşiği, yıllık olarak SDR deflatörü kullanılarak enflasyona göre ayarlanır. Dünya Bankası’nın mali yılı başında (Temmuz) yeni eşikler belirlenir, tahminlerde yapılacak revizyonlar gözetilmeksizin 12 ay boyunca sabit kalır. Gelir sınıflandırması için eşikler, geçen yıl SDR enflasyonu nedeniyle artmıştır. 1 Temmuz 2019’dan itibaren gelir sınıflamasına ilişkin eski ve yeni eşikler şöyledir: )
Eşikler Temmuz 2019/dolar Temmuz 2018/dolar
Düşük gelir < 1,025 < 995
Düşük Orta Gelir 1,026-3,995 996-3,895
Orta Yüksek Gelir 3,996-12,375 3,896-12,055
Yüksek Gelir >12,375 >12,055
Yeni sınıflamayla Komorlar, Gürcistan, Kosova, Senegal, Sri Lanka, Zimbabwe ve Arjantin’in sınıfları değişmiştir. Bu ülkelerden Arjantin hariç hepsi bir üst sınıfa geçerken Arjantin yüksek gelir grubundan (13.040) orta üst gelir grubuna düşmüştür. (12,370) Dünya Bankası sınıflamasında düşük gelirli 30 ülke (1,025 ve aşağısı), Düşük Orta Gelirli 47 ülke (1,026 – $3,995), Orta Yüksek Gelirli 60 ülke (3,996 -12,375), Yüksek Gelirli 80 ülke vardır. (12,376 ve yukarısı) Türkiye Orta Yüksek Gelirli ülkeler arasındadır.
2018 Yılında İlk 18 ve 19 Ülkenin Milli Gelirleri
2018 Yılında İlk 13 Ülkenin Satın Alma Gücü Paritesine Göre Milli Gelirleri
2018 Yılında İlk 68 ve ilk 18 Ülkenin Nominal ve Satın Alma Gücü Paritesine Göre Kişi Başına Milli Gelirleri
Yukarıda yaptığım değerlendirmeleri okurların takdirine bırakmadan önce Massachusetts Institute of Technology’de öğretim üyesi olan ve dünyada en çok alıntı yapılan 10 iktisatçı arasında gösterilen Prof. Dr. Daron Acemoğlu, 31 Mayıs 2019 tarihinde Agos gazetesine verdiği demeçte Türkiye ekonomisine ilişkin değerlendirmelerde bulunmuştur. “Büyük ihtimalle henüz en kötü kısmı başlamadı” diyerek şunları eklemişti:
- Devlet harcamalarında ve kredilerde ekonominin ihtiyacının ötesinde bir genişleme olmuştur. Cari işlem açığı ve liranın değerinin düşmesi, bunun sonuçlarıdır.
- Kamu maliyesinin durumu daha da sorunlu; orada durum, kamu kuruluşları aracılığıyla verilen örtük garantiler nedeniyle göründüğünden bile kötü olabilir.
- Her şey sağlıksız ve çok riskli görünüyor. Büyük ihtimalle henüz en kötü kısmı başlamadı.
- Yerel seçimler yaklaşırken hükümet çok harcama yaptı ve devlet bankaları kredileri genişletti. O kadar ki, özel bankaların uyguladığı sıkı politika, devlet bankalarının kredilerindeki artış nedeniyle reel sektörü etkilemedi. Fakat bu geçici bir durum.
- Kredi genişlemesi durduğunda, ki eninde sonunda bu olacak, özellikle inşaat sektöründeki birçok şirketin bilançosundaki sorunların ne kadar derin olduğu ortaya çıkacak.
- O noktada Türkiye’nin orta ölçekli mi yoksa büyük bir sorunla mı karşı karşıya olduğu daha kolay görülebilecek (sorunun küçük olması ihtimalinin sıfıra yakın olduğunu varsayabiliriz).
- Orta ölçekli bir sorunla, yabancı sermaye girişleriyle baş edilebilirdi. Fakat şimdi, Türkiye siyasetine ve ekonomisine yönelik güven dibe vurmuşken, bu ihtimal çok düşük. )
Acemoğlu’nun Bloomberg HT’de 28 Haziran 2019 tarihinde yayınlanan programdaki görüşleri ise satır başlıklarıyla aşağıdadır.
- Durgunluk artık kolay kolay gidecek gibi değil, bunu aşabilmek için de hem piyasa hem bankacılık ve borçluluk konusunda gerçekten radikal sonuçlar getirebilecek reformlara gerek var.
- Tasarruf açığı bir problem çünkü daha fazla yatırımda ve daha doğru yatırımda bulunmamız lazım. Ama ekonominin çok daha derin problemleri var.
- Daha derin problemlerin bir bölümü orta vadeli bir bölümü kısa vadeli. Yani kısa zamanda ileri gitmek için adım atmamız lazım. Orta vadeli problemler ekonominin kurumsal çökmesiyle ilgili.
- Yargı kurumlarının kötüleşmesi, yolsuzlukların denetlenmesinin kötü duruma gitmesi, verimliliği artıracak teknolojik adım atılmaması, iş gücü kalitesinin artmaması özellikle eğitim gibi önemli alanlarda doğru yatırımda bulunmamamızdan kaynaklanan şeyler.
- Bunları çözmek için derin radikal reformlara ihtiyaç var. Kısa vadede ise sorunlar bilançolarda, bankacılıkta ve bunun sonucu olarak hükümet bütçesindeki açıklardan kaynaklı. Yani yeniden yapılanma ve daha doğru tarafa gidilebilmek için bu açıkların kapatılması lazım.
- İstihdam olmamasının en büyük nedeni kimsenin tembel olmasından değil, yatırımlarımızın verimliliği artırmaması ve eğitim sistemimizin doğru nitelikleri vermemesinden kaynaklanıyor.
- Eğer okullarımızda yanlış bilgi verirsek tabii istihdam yaratmakta da zorlanırız.
- 2002 – 2007 döneminde Türkiye’nin büyümesi verimliliği artırarak oldu. Yani her koyduğumuz kaynağı daha iyi kullanıp büyümeyi başardık. Son 10 sene içinde verimlilik artışı yok.
- Üretkenliği artıramadığımız için enflasyonlu, cari açıklı, bütçe açıklı bir yere geldik. Enflasyonu düşüreceğiz diye fiyat artışını zorla durduralım derseniz daha kötü olur.
- Yapılması gereken üretkenliği artırmak, bütçe açığını ortadan kaldırmak. Doğru yapısal problemlerle bir an önce ilgilenmemiz lazım.
- Bir tek borçluluk problemini yetmez, daha iyi yargı, daha iyi bürokrasi, daha iyi teknoloji ve daha iyi demokrasiye ihtiyaç var. (https://www.youtube.com/watch?v=djk9p_KF_Q4,
Yukarıda yapılan açıklamalar kapsamında İstanbul Milletvekili İlhan Kesici’nin TBMM’de 11. Plan ile ilgili konuşmasındaki “Şimdiki hâliyle plan var ama planı yapacak olan teşkilatı yoktur” tespitine eski bir DPT mensubu olarak aynen katılıyorum.
Devlet Planlama Teşkilatı’nda 1982-1985 yıllarında, 1985 sonrasında Paris ve Brüksel’de DPT adına OECD ve AB Nezdindeki Daimi Temsilciliklerimizde görev yaptığımız ve 1994 Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinde (Eskişehir ve İstanbul) aday olarak aynı kaderi paylaştığımız sevgili Kesici’nin ”…özellikle özel ihtisas komisyonlarından -yaklaşık iki yıldır herhâlde 3 binden fazla– kamu sektörü, özel sektör, akademi dünyası, akademisyenler ve sivil toplum kuruluşlarından bu çalışmalara iştirak etmiş olan arkadaşlarımıza teşekkürlerimi ve şükranlarımı ifade etmek istiyorum” tespiti üzerine bir açıklama yapmak istiyorum.
Plan özel ihtisas komisyonu çalışmaları kapsamında Avrupa Birliği konusunda özel ihtisas komisyonu kurulmadığını görünce, böyle bir komisyonun kurulmasının yararlı olacağına ilişkin girişimlerime başta olumlu görüş bildirilmesine rağmen, daha sonra “Avrupa Birliği Özel İhtisas Komisyonu” kurulmama kararı alınmıştır.
AK Parti’nin 2023 hedefleri kapsamında Başbakan Erdoğan’ın “Hedef 2023” temalı seçim beyannamesindeki “ Bazı Avrupa ülkelerinin haksız hamlelerine rağmen AK Parti AB’ye girmek için çalışmaya devam edeceğiz” açıklamasına rağmen komisyonun oluşturulmamasını, DPT AET Dairesini 1982 yılında kuran biri olarak “AB ile ilişkilere önem verilmeyeceğinin göstergesi” olarak algıladım.
Avrupa Birliği Bakanlığı’na ihtiyaç duyulmaması üzerine bu kanım kuvvetlenmiştir. AB’ye daha sonra katılan tüm ülkelerde AB Bakanlığı vardır ve müzakere sürecinde bu bakanlık kapatılmamıştır. Bunun sebebi Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye uyguladığı çifte standartlara tepki olmamalıdır.
Avrupa Birliği Türkiye aday değilmiş gibi Türkiye’ye Bobon kriterleri (Bo Bizden Olanlar, Bon Bizden OlmayaNlar) uygulamaktadır. Bu tutumu sebebiyle Devlet Bahçeli Avrupa Birliği’ne tepki göstererek “Yol ayrımına gelinmiştir. AB’nin Doğu Akdeniz’de ne işi vardır; bu alanda ne hakla, hangi yetkiyle söz söyleyebilmektedir?” derken haklı olabilir. Fakat Namık Kemal’in “Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar” (fikirlerin çatışmasından hakikat güneşi doğar) görüşünü yok sayamayız.
- Kalkınma Planı’nı 2023 yılını da kapsamaktadır. Plan’da Atatürk’e, kurduğu cumhuriyete, devrimlerine bir tek satır yer verilmemiştir. Plan döneminde Cumhuriyetimizin 100. yılını kutlayacağız. Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal Atatürk’e değinilmemesi dikkat çekicidir. Şu bir gerçek ki, 30 Ağustos zaferi kazanılmasaydı, Lozan Anlaşması imzalanıp Cumhuriyet kurulmasaydı, 11. Kalkınma Planı diye bir plan bu topraklarda yapılamayacaktı. Bu gerçeği bilmeyenlere hatırlatmakta yarar görüyorum. Kendini Türk olarak kabul etmeyenler için zaten söylenecek söz yoktur.
Kalkınma Planı’nda 1923 İzmir İktisat Kongresi’nden söz edilmemesi de dikkat çekicidir. Kongre, siyasi bağımsızlık için şart olan ekonomik bağımsızlığın nasıl sağlanacağının belirlenmesi için yapılmıştır. Kongre’de alınan kararların çoğu o günkü zor şartlarda uygulanmıştır. İzmir İktisat Kongresi ile başlayan bir fikri gelişmenin oluşması, ekonomik envanterlerin belirlenmesi, model arayışları ve belli ölçüde uygulamaya başlama dönemidir. Bu dönemde ekonominin sahip oldukları ve olmadıkları belirlenmiş, ekonomik hedefler ortaya konulmuştur.
İzmir İktisat Kongresi, daha Cumhuriyet ilan edilmeden 17 Şubat 1923 günü Manisa temsilcisi Kazım Karabekir, Asım ve Fevzi Çakmak Paşalar ile Rus Büyükelçisi Aralof ve Azerbaycan Büyükelçisi İbrahim Abilof’un katılımları ile başlamıştır. Kongre, yeni Türkiye’nin İktisat Politikasını belirlemek amacıyla toplanmıştır.
Mustafa Kemal Paşa açış konuşmasında, “Yeni Türkiye’mizi layık olduğumuz düzeye eriştirebilmemiz için mutlaka ekonomimize birinci derecede önem vermek zorundayız. Çünkü; zamanımız tamamen bir ekonomi devresinden başka bir şey değildir. Siyasi, askeri zaferler ne kadar büyük olurlarsa olsunlar ekonomik zaferlerle taçlandırılmamışlarsa, meydana gelen zaferler devamlı olamaz. Ekonomi demek, her şey demektir, yaşamak için, mutlu olmak için, insan varlığı için ne lazımsa onların hepsi demektir. Ziraat demektir, ticaret demektir, çalışma demektir, her şey demektir” demiştir. 1923 İzmir İktisat Kongresi sonrasında devletin düzenlediği resmi üç İktisat Kongresi’ne bildiri sunarak katılan tek öğretim üyesi olarak, bu duruma da dikkat çekmek istedim.
Bir ülkede ekonomik kalkınma sadece faizleri düşürmekle gerçekleşemez. Öyle olsaydı faizleri bir gecede sıfırlar, ertesi günü de dünyanın en gelişmiş ülkesi olurdunuz. Bunun mümkün olamayacağını tüm iktisatçılar bilir. Özellikle bizim gibi ülkelerde enflasyonun altında faiz belirlemenin çok fazla riski vardır. Burada birinci öncelik enflasyonu indirmektir. Bunu bilenler bilir. Burada açıklamaya gerek görmüyorum.
Bir yanıt yazın