CEMAL TUNÇDEMİR
Son gördüğü canlı, 16 gün önce, 3 Kasım 2018 günü onu bu beyaz sonsuzluğun kıyısına bırakan iki motorlu küçük yolcu uçağının camından el sallayan pilottu. ‘Binlerce kilometrelik dev bir yolculuk bile basit ve küçük bir adım ile başlar’ diye düşünerek, Ronne Buz Sahanlığından kıtanın derinliklerine uzanan bembeyaz karanlığa doğru ilk adımını attığı gün… Çoğu zaman hiç bir ufuk çizgisinin, mekan ve mesafeyi kavramaya yardım edecek hiçbir karartının olmadığı bu buz ve kar çölünde günlerdir ilerlemeye çalışmanın tüm yorgunluğu üzerindeydi. İnsan türünün nadir yaşadığı türden bir izolasyon ve yalnızlık da cabası…16 gündür sinek, böcek dahil tek bir canlı görmemişti.
33 yaşındaki Amerikalı mukavemet sporcusu ve kaşif Colin O’Brady, yeryüzünün en ıssız, en rüzgarlı, en soğuk kıtası Antarktika’yı bir uçtan bir uca, sadece kas gücüyle, yalnız, yürüyerek geçen ilk insan olmak için yola çıkmıştı. Beline bağlı olan ve haftalarca kendisine yetecek bütün malzemeyi yerleştirdiği 170 kilogram ağırlığındaki bir kızağı da çekerek. Üstelik güzergahının neredeyse üçte ikisi yokuş yukarıydı. Deniz seviyesinde başladığı yürüyüşünde denizden 2800 metre yükseklikteki Güney Kutup noktasından da geçecekti.
Colin, aslında daha önce Antarktika’da kısa süreli olarak bulunmuştu. Ama bu kez hayatının yürüyüşüne çıkmıştı. Antarktika’da solo yürüyüşüne başlamadan önceki bir TED konferansında kıtayı, ‘Nereye baksanız göreceğiniz tek şey beyaz. Adeta beyaz bir pinpon topunun içindeymişsiniz gibi’ şeklinde tasvir etmişti.
Son 15 günde yaşadığı deneyim ise kendi tanımının bile çok ötesindeydi. Güneşli bir günde etrafında gördüğü beyazlığın sonsuz genişliğini kavramakta büyük acizlik yaşıyordu. Küçüklük ve acizliğin bu kıtada bir süre yürüyen herkese yaşattığı etkiyi de sıklıkla yaşıyordu; Gün içinde sıkça hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Antarktika yazında yola çıktığı için güneş hiç batmıyordu. Güneş, bulutsuz günlerde sürekli gökyüzünde daire çiziyordu. 12 saat ilerleyip 12 saat dinleniyordu. Her gün çadırını, şiddetli rüzgar ve tipiden uçmayacak sağlamlıkta yeniden kurup 12 saat sonra yeniden söküyordu. Rüzgarın çadırı yırtması veya uçurması yürüyüşün bitmesi demekti. Her gece yatmadan önce küçük ocağında kar eritiyordu. Hem kuru yemekleri sulandırmak, hem de ertesi gün yol boyunca içmek için. Neredeyse tamamı kilometrelerce kalınlıkta buzla kaplı bu kıtanın en ironik yanı dünyanın en kurak coğrafyası olmasıydı. Antarktika kıtası, onbinlerce yıldır tek bir damla yağmur yağmamış, tek bir damla bile suyun olmadığı bir coğrafya.
Her gün uyanıp, çadırı toparlayıp, malzemelerini kızağına yerleştirip yeniden sonsuz beyazlığın içinde yürümeye başlıyordu. Fiziksel zorluk ve yalnızlıkla, daha ilk günlerden itibaren “bunun bir sonu yok” umutsuzluğunun ziyaretleri de başlamıştı. Norveçli kutup kaşifi Erling Kagge’ın kulaklara küpe öğüdünü uyguladı. “Rutin ile duygularını bastır”. O an o dakika yapman gereken fiziksel işe odaklanarak duygusal çalkantılara düşmekten kendini koru.
Bunaldığı bir başka gün, yaşadığı zorlu şartların güzel yanını görmeye karar verdi. Sonuç şaşırtıcıydı. Hayatta huzurlu anlarımız, başımıza gelen şeylerin bir sonucu değil, başımıza gelen şeylere bakışımızın bir sonucudur. 15 saatlik bir uçak yolculuğunda, kapalı bir mekanda adeta mahsur olduğunuzu, koltuklarınızın rahatsızlığına, yemeklerin tatsızlığına da odaklanabilirsiniz. Bu yolculuğun size ulaştıracağı güzellik dolu menzilinize de… Aynı yolculuğun bir kısım yolcuya olağanüstü bunalım, bir kısmına keyifli bir heyecan yaşatması, işte aynı şartlara bu bakış farklılığındandı.
Bu bembeyaz buz çölünde bir sorun yaşadığınızda tek başınasınızdır. Size kısa sürede uzanacak bir yardım eli yok. Üstelik küçük bir aksiliğin bile kolayca pes ettirebileceği son derece kırılgan bir ruh halindesiniz. Pes ise ölüm demek. Sürekli çözüm odaklı ve yaratıcı olmak zorundasınız. Çözümler bulmayı bıraktığınız anda kıtadaki veya büyük olasılıkla hayattaki yürüyüşü de biter.
Colin de modern zamanlarda bu kıtada yürüyüşe çıkan herkes gibi, olası bir kazada, sadece butonuna basarak acil yardım talebi yapabileceği bir cihaz taşıyordu. Fakat, hava şartlarının çok az zaman elverişli olabildiği bu kıtada yardım ekiplerinin ulaşmasının günler alabileceğini de bir dakika bile aklından çıkarmaması gerekiyordu.
Yine, ailesi, kıtadaki istasyonlar ve New York Times gazetesi, üzerindeki uydu konum cihazından, hareket ettiğini veya durduğunu anlık takip edebiliyordu. Bir de her gün bir kez eşi ile konuştuğu, gün içinde çektiği fotoğrafları ve deneyimleri mesaj olarak yolladığı bir uydu telefonu taşıyordu. Eşi ile her konuşması ise aslında bir muayeneydi. Jenna Besaw, bu birkaç dakikalık konuşmalarda kocasının mental durumunu test ediyor ve yürüyüşe devam edip etmeyeceğine karar veriyordu. Jenna’nın yürüyüşü bitirerek yardım isteme yetkisi vardı.
Bu yürüyüş için mental kapasitenin de fiziksel kapasite kadar ve hatta belki de çok daha önemli olduğunun farkındaydı. Nitekim, hiçbir ufkun gözükmediği bir bilinmezlikte yürümeye başladığında bunun sadece yatay zeminde bir yürüyüş olmadığını da fark etmeye başlamıştı. Kendi iç dünyasında da yürümeye başlamıştı. Colin’i ilk günler en çok şaşırtan ise adeta film izliyormuşçasına dalıp gittiği hatıraların niteliğiydi. Hayatının en önemli anları, hatıraları değildi bunlar. Çocukluğunda ilk gençliğinde sıradan bir gündeki sıradan günlük bir şeyi bile detaylı şekilde hatırlamaya başlamıştı. ‘Günlük hayata dair rutin işlerimizin çoğunu unuttuğumuzu sanırız. Ama gerçek şu ki yıllar yıllar öncesinin küçük rutin bir işi bile hala hafızamızda bir yerlerde’. Kız kardeşi ile çocuklarındaki ağız dalaşlarını yeniden hatırlıyordu örneğin. Sonraki yıllarda kardeşinin arabasıyla onu okula götürdüğü günler. Yoldaki konuşmaları, arabanın CD çalıcısından konuşmalarına eşlik eden şarkılar…Çocukken yüzdüğü havuzda karşı tarafta turuncu elbisesiyle onu bekleyen annesi. Çok sıradan detayları bile hatırlaması onu şaşkına çevirecekti. Yaşadığımız herşey ama herşey hala orada ve bizi şekillendirmeye devam ediyorlar.
Onbeşinci gün, yola çıktığından beri en şiddetli rüzgara karşı ilerlemek zorunda kalmıştı. Şiddetli esen tipi, eksi 27 derece soğukluğu eksi 50 derece hissetmesine neden olmuştu. Saatler sonra çadırını kurup da içine girdiğinde biraz rahatlamıştı. Sabah çadırından zorlukla çıktığında erzak kızağının tamamen kar altında kaldığını gördü. Saatlerce uğraştıktan sonra kızağını ve çadırını söküp, toparlayıp yeniden ilerlemeye başladı. Tipi, buz tabakasının üstünde kolayca kayabilen kar birikintileri oluşturduğu için ilerlemekte ekstra bir zorluk yaşıyordu. Ve elbette ki ‘sastrugi’ler…
Antarktika yüzeyindeki şiddetli rüzgarların oluşturduğu buz engebeleri, Rusça adıyla ‘sastrugi’ olarak adlandırılıyor. Her gün geçmek zorunda olduğu binlercesinden en az birkaç tanesine düşmesi neredeyse garantiydi. Bu yüzden de her adımını dikkatli atması gerekiyordu. Kontrolsüz ve tehlikeli bir düşüş yaşayıp da yaralanırsa veya hayati derecede önemli aletlerinden biri kırılırsa, yürüyüş biterdi. Colin’in ayağındaki kayakları da kaymak için değil buna karşı bir önlemdi. Zaten altları ‘skin’ adı verilen sentetik deriyle kaplı olduğu için kaymaktan çok, buzda ayakta kalmaya yardım ediyordu. Hem vücut ağırlığını dengeli yayıyor hem de küçük sastrugileri aşma kolaylığı sunuyordu.
16’ncı günün o zorlu sabahında da bir sastrugide devrilmemek veya bir buz yarığına düşmemek için olağanüstü bir çaba harcıyordu. Tipinin görüş mesafesini kısmasından ve buz zemini 10-15 santimetrelik kar tozuyla kaplamasından ayağındaki kayakları bile çoğu zaman göremiyordu. Önce birkaç kez pes edip çadırını yeniden kurup bekleyerek günü geçirmeyi düşünmeye başladı. Ancak, kızağında sınırlı sayıda yiyeceği vardı. Yani, bir gün ilerlemeyip yemek yemek, yemek stokunun bitişini bir gün önceye çekmek demekti. Saatler ilerledikçe yalnızlık ve bitkinlik duygusu bütün ruhunu ve bedenini çökertti. Sıkça yaşadığı gibi ağlamaya başladı. Galiba bu bembeyaz karanlığın bir sonu yoktu. Varabileceği bir ufuk yoktu. 16 gündür ilk kez ciddi şekilde ‘pes etmeyi’ düşünmeye başladı.
Evet, pes edip yardım çağrısı yapacaktı.
Yıllarca ruhsal, aylarca fiziksel hazırlık yaptığı, hayatının yürüyüşü 16’ncı gününde bitme noktasına gelmişti. Yaşadığı derin yalnızlığa, bitkinliğe ve bıkkınlığa direnci hızla düşüyordu.
“Ne yapmalı” diye düşünürken, aniden aklına o sihirli sözler geldi.
100 yıldır benzeri deneyimler yaşayan her kaşifin, bilim insanının veya mukavemet sporcusunun kutsal zikri haline gelen o sihirli sözleri tekrarladı: “Daima bir adım ileriye..!”
Küçük görünebilir, ama şu anda, şurada, atacağın o tek adım, seni binlerce, milyonlarca adım sonra olsa bile menziline ulaştıracak tek şey. Bu küçücük adımı atmazsan asla ulaşamayacağın menzile…
Daima bir adım ileriye… Bu, aslında, 30 yaşında veremden yaşamını yitirmesiyle, ‘İngiliz şiirinin en genç ölümü’ diye anılacak şair James Elroy Flecker’ın 1913 yılında yazdığı ve Bağdatlı konfeksiyoncu Hasan’ın sevgilisine kavuşmak için İpek Yolunda yolculuğunu anlattığı “Semerkant’a Eşsiz Bir Seyahat” tiyatro oyununun içinde geçen bir şiirin seyyahlar ve kaşifler arasında ünlenmiş mısrası. Kervan başı, kervandaki herkese tek tek kim olduklarını ve nereye gittiklerini sorar. Hasan ve yoldaşı İshak yanıt verir:
Biz mukaddes yolun yolcularıyız efendim, gitmek zorundayız,
Daima bir adım ileriye;
Mavi ufuktaki son karlı dağın ötesinde belki menzilimiz
Set olsa da yolumuza, bazen ışıltılı bazen öfkeli bir deniz…
Belki geçeriz bir Beyaz Taht Yargısından,
Veya insan niçin var bilen bir peygamberin mağarasından
Durmaz yürürüz yine de, çünkü cesur seyyahlarız,
Semerkant’ın kutsal yoluna revan olan…
Bilinmezlikleri bilinmez kılan keşif insanlarını, ailesini, ona destek verenleri düşündü. Yürüdü yürüdü yürüdü… Günün sonunda, yavaş yürümesi ve mental bitkinliğiyle belki diğer günlerden az ilerlemişti ama sonunda dün olduğu yerden daha ileride olmanın verdiği rahatlıkla girdiği çadırında biraz kendine geldi. Ertesi sabah yola Paul Simon’un günlerdir dinlediği ‘Graceland’ albümüyle yeniden başladı. Gün boyunca bütün albümü altı kez baştan başa dinleyecekti.
İnayet Yurduna bir yolculuktu bu.
Ama herkes ıssız bir çölün ortasında esen bu rüzgarı görüyor,
Görüyor herkes, yaşam döngüsü yaptıran bu rüzgarda uçanları.
Doğumdan alıp, ölüme taşıyan rüzgarı.
Bunlar harikaların ve mucizelerin günleri.
Ağlama evlat ağlama…
Ağlama…Ağlama…Ağlama
Çocukluğunda bu albümün şarkıları eşliğinde dans ettiği günleri hatırladı. İçi ısındı. Bir adım daha attı, ileriye…
17 gün sonra ilk kez o gün gözüne insan yapımı bir şey ilişti. Antarktika uçaklarının acil durumlarda yakıt takviyesi yapmaları için yerleştirilmiş yakıt tanklarından biriydi bu. Kimse yoktu ama insan eli değmiş bir şey görmek de onu heyacanlandırmaya yetmişti. Üstelik, 2016’da Güney Kutup noktasına uçarlarken uçaklarının inip yakıt ikmali yaptığı noktaydı. Yürüyüş güzergahının önemli dönemeçlerinden birine ulaşmıştı. Demek ki o küçük adımlar boşa gitmiyordu. Her şeye rağmen ilerliyordu.
O günlerden birinde, mola esnasında yiyeceğinin torbası elinden kaçtı ve rüzgara yakalandı. Kıtaya bir çöp bırakma tehlikesi vardı. Hiçbir politik otorite ve yaptırımın olmadığı kıtaya yolu düşen herkesten uyması istenen etik kurallardan biri de ‘Antarktika’da asla insani bir iz bırakmamaktı’. Öyle ki, kutup noktasının da olduğu son paralelin içinde dışkı bırakmak bile yasaktı. O paralelin içinden geçip çıkıncaya kadar her tür dışkısını da özel çantalara yapıp kızağında taşıması gerekecekti. O paralele kadar ise, dışkısını, sadece buzda bir çukur açıp, kelimenin gerçek anlamıyla kıçı donmadan çarçabuk bırakarak kalkıp, buz çukurunu da yeniden kapatması gerekiyordu.
Dünyanın ‘en el değmemiş’ coğrafyasınının bu özelliğini koruma amaçlı etik kurallara yürekten inanan O’Brady, elinden kaçan torbanın peşinden gayri ihtiyari koşmaya başladı. Bir kaç yüz metre kadar koştuktan sonra poşeti yakalamayı başardı. Geri dönüp de o uzaklıktan erzak kızağına bakınca tüyleri diken diken oldu. Bu beyaz karanlığın içinde onu hayatta tutan tek şeyden, kızağından, haftalardır ilk kez bu kadar uzaklaşmıştı. Kızağı adeta onun varoluşsal bir uzantısına dönüşmüştü. Bu yaşamsal bağdan bir kaç yüz metre uzaklaşmış olmak nefesini daralttı, irrasyonel bir korku kapladı benliğini. Kendisini kızağına bağlamaya karar verdi. Bir daha asla uzaklaşmayacaktı.
35’nci gün onu bir sürpriz bekliyordu. Uydu telefonundan arayan eşi ona bir telefon numarası vererek aramasını istedi. Kendisine ulaşmak isteyen gazetecilerden biri diye düşündü. Aradığında karşısına çıkan kişi adını söyleyince irkildi; Paul Simon. Hayranı olduğu, yol boyunca ona güç veren şarkılarını dinlediği yaşayan efsane. Uydu telefonunun çıkaracağı faturaya kıyarak en uzun süreli konuşmasını yaptı. İki yaratıcı insan, yarım saat boyunca insanın nasıl müthiş bir tür olduğunu konuştular.
Yürümeye başlamasının 40’ncı günü, 14 Aralık 2018 sabahı yürümeye başladığında pusulası ‘dünyanın dibine’ çok yakın olduğunu gösteriyordu. 2016’daki ziyaretinde, kutup noktasında 1950’li yıllarda inşa edilen ve yıl boyunca bilim insanlarının kaldığı Amundsen-Scott İstasyonunu daha 20 kilometre uzaklıktayken görebilmişti. O sabah ise 20 metre uzağını bile göremiyordu. Ama, göğsüne bağlı olarak göz hizasına yakın bir yerde duran pusulası, her adımında 90 derece paraleline biraz daha yaklaştığını gösteriyordu.
Colin kendi saati ile sabah 10’u biraz geçe nihayet Amundsen-Scott İstasyonunu görebildi. 40 gündür kendi türüne ve uygarlığa ilk kez bu kadar yaklaşmıştı. Ama, kıtayı, yardımsız, yalnız ve desteksiz yürüyerek geçmesi gerektiği için istasyondan içeri giremezdi. Tek bir kahve veya çikolata ikramı bile onun yürüyüşünün bu özelliğini yok etmeye yetecekti. Zaten onlarca bilim insanının olduğu istasyonda derin bir sessizlik hakimdi. Çünkü kıtaya gelmeden önce son ayrıldığı toprak olan Şili saatini kullanan Colin için saat sabah 10 olmasına rağmen, Yeni Zelanda saatine göre yaşayan istasyon için saat, ertesi gün gece 02.00’di. Aynı noktada bulunmalarına rağmen ironik olarak sadece ayrı saatleri değil ayrı günleri yaşıyorlardı. Bununla beraber, Colin’in yürüyüşünü, eşinin güncellediği Instagram hesabından ve New York Times gazetesinin sitesinden takip eden iki bilim insanı yine de kendisini selamlamak ve moral destek sunmak için uyanmış ve onu karşılamaya çıkmışlardı.
Colin güney kutbu noktasında sadece 1 saat kalacak sonra da yoluna devam edecekti. Zamanı azdı. İstasyonun yakınında, kutup noktasını gösteren bakır direğe yöneldi. Antarktika Anlaşmasını imzalayan ilk 12 devletin bayrakları ile çevrilen kutup direğinde fotoğraflar çekti. Ellerini yere koyup ayaklarını havaya kaldırarak, dünyayı dibinden havaya kaldırmış gibi yaptığı ünlü fotoğrafta bunlardan biriydi.
Aslında gerçek kutup noktası bu direğin 130 metre kadar uzağında bir noktadaydı. İstasyonun da üzerinde kurulduğu buz ve donmuş kar tabakası yer yer 3 kilometre kalınlığında olmasına rağmen her yıl yaklaşık 10 metre kadar hareket ediyordu. Dolayısıyla, istasyonda sismoloji, astronomi, jeoloji ve atmosfer araştırmaları için mukim bilim insanları her yıl 1 Ocak günü yeniden ölçümler yaparak gerçek kutup noktasını yeniden belirliyordu. Sembolik kutup direğinin yeri ise hiç değişmiyordu.
90 derece paraleli, yani kutup noktası, küremizin 360 derece meridyenlerinin tamamının birleştiği paraleldi. Yani bu direğin etrafında dönerek, sadece birkaç adımda teknik olarak bir ‘dünya turu’ yapmış olursunuz. Yine bu direğe sırtınızı verip hangi yöne yürürseniz yürüyün ilk adımınızı ‘kuzey’e atmış olursunuz.
Antarktika, 200 milyon yıl kadar önce, Avustralya, Afrika, Güney Amerika, Hindistan ve Yeni Zelanda ile birlikte süper kıta Gondwana’nın bir parçasıydı. Bundan 10 milyon yıl kadar sonra Gondwana parçalanmaya ve onu oluşturan kıtalar, alt kıtalar, adalar bugünkü konumlarına yönelmeye başladı. 40 milyon yıl kadar önce Avustralya’dan kopan Antarktika bugünkü kutup bölgesine yerleşti ve büyük bir hızla donmaya başladı.
Türümüzce, daha gerçekten keşfedilmeden binlerce yıl önce varlığı tahmin edilen tek kıtaydı. Çünkü daha antik çağlarda, kuzey yarımküredeki karaları dengeleyecek bir karanın güney kutbuna doğru da olması gerektiğine inanılıyordu. Kıtanın isim babası olan antik Yunancada, Antarktika’nın, ‘Arktik’in Zıddı’ anlamına gelmesi de bundan. Güneyde bir yerde var olduğuna inanılan bu hayali kıta yüzyıllarca ‘Terra Australis (Güney Toprakları)’ diye de anıldı. Hollandalılar, bugünkü Avustralya’yı keşfettiğinde ‘Terra Australis’in orası olduğu ve daha güneyde artık daha büyük bir toprak parçası olmayacağı inancıyla oraya ‘Avustralya’ ismi verdiler.
Rus Çarlığı güney kaşif kaptanı Thaddeus von Bellingshausen, 1820 yılında, tarihte bu kıtayı gören ilk insan olarak kayda geçti. Ondan 1 yıl sonra Amerikalı balıkçı John Davis’in coğrafyaya ayak basan ilk insan olup, gemi seyir defterine ‘galiba burası yeni bir kıta’ sözünü yazmasından itibaren 200 yıldır kaşiflerin de en gözde güzergahlarından biri oldu.
Colin O’Brady, o sabah, kıtanın bilinen işte bu 200 yıllık tarihinde bir sahilinden Güney Kutup noktasına yaya ulaşmayı başaran 29’ncu insan oldu. Üstelik, bunu desteksiz, rüzgar yelkeni kullanmadan, yolda erzak takviyesi almadan yapan üçüncü insan olmuştu.
Colin o sabah, bakır direğe bakarken, insan türünün bu bakır direğin olduğu noktaya ulaşabilmek için verdiği destansı çabayı hepimizden daha iyi takdir edebilecek durumdaydı. Özellikle de direğin yanındaki bilimsel araştırma istasyonuna adları verilen iki kaşif ve yoldaşlarını…
1911 yılı sonunda Norveçli kaşif Roald Amundsen, Balinalar Körfezinden ve Terra Nova gemisiyle kıtaya gelen İngiliz kaşif Robert Scott ise Ross Adası körfezinden başlayan yürüyüşleriyle, Güney Kutbuna ulaşan ilk insanlar olmak için muazzam bir yarışa girmişlerdi. Teknik hazırlık, gıda türü ve güzergah hesaplarını daha akıllıca yapan Norveç ekibi, 14 Aralık 1911 günü Güney Kutbu noktasına ulaşacaktı. Amundsen, 500 yıl Danimarka ve İsveçlilerin egemenliğinde kaldıktan sonra 6 yıl önce bağımsız olmayı başarmış ülkesi Norveç’in bayrağını dikti.
Güney kutbuna ulaşmayı başaran ilk insanın, kuzey kutbuna yakın bir coğrafyada doğup büyüyen bir insan olmasının ironisine, “Daha çılgınca bir durum düşünemiyorum” diye dikkat çekecekti Amundsen:
“Her halde, hayatının en büyük hayaline, benim kadar taban tabana zıt ulaşan olmamıştır. Çocukluğumdan beri tek hayalim kuzey kutbuna ulaşmaktı ama şimdi güney kutbu noktasındayım…”
Amundsen, kutup noktasında kurduğu çadırı, olduğu gibi büyük saygı duyduğu rakibine bırakacaktı. Robert Scottliderliğindeki İngiliz kaşif grubu haftalar sonra 17 Ocak 1912 sabahı aynı noktaya yaklaştığında 20 kilometre uzaklıktan Norveç bayrağını ve çadırı görecek, derin bir hayal kırıklığı yaşayacaktı. Amundsen, çadırda Scott’a, ekipmanların yanı sıra, 16 Aralık 1911 günü buraya ulaştıklarını belirten bir not ve dönüş yolunda başlarına bir şey gelirse, Norveç Kralına iletmesi ricasıyla bir de mektup bırakmıştı.
Scott ve dört adamı zorlu dönüş yolunun daha başındayken, Amundsen ve adamları 25 Ocak 1912 sabahı başlangıç noktalarına ulaşarak tarihi seferi tamamlamıştı bile. Scott ve ekibini ise haftalar sürecek bir trajedi bekliyordu. Beardmore Buzulundan inişe geçtikleri günlerde yaralanan Edgar Evans, önce elinden sonra kayıp düşmeleri sonunda başından yaralandı. Vücudunun bazı bölgelerinde kangren başladı ve buzulun dibine vardıkları 17 Şubat günü öldü. Scott ve diğer adamları, köpekli ekiple buluşmayı başaramadılar. Soğuğun da beklenmeyen düzeye düşmesiyle işleri daha da zorlaştı. Lawrence Oates’in sol ayağının donması da hızlarını iyice düşürdü. Ayağının yanı sıra ellerini de kullanamaz hale gelen Oates, hızlarını kestiği arkadaşlarına bir kurtulma şansı vermek için 16 Mart günü, “ben dışarı çıkıyorum, biraz uzun sürebilir” diyerek çadırdan çıktı ve fırtınanın içinde kayboldu. 107 yıldır bütün aramalara rağmen ona dair henüz hiç bir iz bulunamadı. Scott ve kalan iki adamı şiddetli fırtına nedeniyle günlerce yürüyemediler. Scott’ın günlüğüne, ‘çok yazık, artık yazabileceğimi düşünmüyorum’ diye son kez yazdığı 29 Mart 1912 günü, Scott ve diğer iki arkadaşının da donarak yaşamlarını yitirdiği gün olarak kabul ediliyor. Geminin geri kalan ekibi, Antarktika kışının geçmesini beklediği 7 buçuk aydan sonra Kasım ayında arama çalışmalarına başladı. 12 Kasım 1912 günü, Scott ve iki adamının donmuş cesetlerinin bulunduğu çadıra ulaştılar. Bir yardım deposunun sadece 18 kilometre güneyindeydiler. Ancak fırtına nedeniyle daha fazla ilerleyememişler ve bir daha uyanmamak üzere uyumuşlardı.
Amundsen ile Scott arasındaki bu destansı yarışı Colin için özel kılan bir şey daha vardı. 40 gündür bu kıtada yürüyen tek insan o değildi. 3 Kasım sabahı onu bırakan uçağın bir başka yolcusu daha vardı. 49 yaşındaki İngiliz asker ve kaşif Louis Rudd da Colin gibi, Antarktika’yı rüzgar gücü kullanmadan, desteksiz, yürüyerek yalnız başına geçen ilk insan olmak istiyordu. İkiliyi ilk kez Şili’de Antarktika’ya geçecekleri gece New York Times gazetesi muhabiri tanıştırmıştı. Uçak önce Colin’i bıraktıktan sonra taksi yapmış ve bir kaç kilometre uzaklıkta da Lou’yu bırakmıştı. Daha deneyimli olan Lou ilk 5 gün rakibinden önde gitmişti. Altıncı gün Colin, Lou’nun kamp çadırını uzaktan ilk ve son kez görmüştü. Çadırı gördükten sonra kamp kurmaktan vazgeçerek yürüyüşünü uzatmış, ertesi gün de daha erken kalkarak, mesafeyi açmış ve sonraki haftalarda arayı bir gün uzaklığa kadar çıkarmıştı. İkili, her ikisinde de uydu telefonu olmasına rağmen ‘yalnız yürüme’ kuralına uymak için de bir kez mesajlaşma dışında hiç konuşmayacaktı.
Colin’den bir gün sonra 13 Aralık günü Güney Kutbuna ulaşan Lou için bu seferi tamamlamanın manevi bir anlamı da vardı. Dostu, öğretmeni, kutup tutkusunun mimarı Henry Worsley’in hatırasını onurlandırmak. Son 15 yılda Antarktika’da önemli yürüyüşler yapan Henry Worsley, Colin’in de en önde gelen bir kaç ilham kaynağından biriydi. Bu yüzden de rakibinin seferine ayrı bir saygı duyuyordu.
Henry Worsley ise, 100 yıl önce kıtayı yürüyerek geçme rüyaları kuran efsanevi kutup kaşifi Ernest Shackleton’un belki de yaşayan en büyük hayranıydı. Çocukluğunda, dersten kaçıp gittiği kütüphanede, denk geleceği Shackleton’un 1908’deki Antarktika Nemrut Seferini anlattığı ‘Antarktika’nın Kalbi’ kitabını okumasıyla hayatı da değişmeye başlamıştı. Shackleton’un hayatını ve öykülerini okumuş, onun yaşam izini takip etmeye başlamıştı. Worsley, ‘benim için bir kahramandan bile fazlası haline geldi’ dediği kaşif hakkında, ‘Shackleton’un Ayak İzleri’ adlı bir kitabı da 2011’de kendisi yazacaktı.
Aslında, Ernest Shackleton’ın Antarktika seferleri her açıdan bir başarısızlıklar tarihiydi. Ama ironik olarak modern çağ Antarktika kaşiflerinin en büyük ilham kaynağı da o oldu. 1902’de Robert Scott ile birlikte ilk denemesinde Güney Kutbuna ulaşamadılar. 1908 Kasım ayında bu kez kendisi Nemrut adlı gemi ile çıktığı seferde bir kez daha Güney Kutbuna ulaşmayı denedi. Haftalar süren yüzlerce kilometrelik yürüyüşten sonra 88 derece güney paraleline ulaştılar. Bu, insan türünün o güne kadar bir kutup noktasına en fazla yaklaşması olarak kayda geçecekti. Ancak Shackleton, kutup noktasına kadar giderlerse dönecek imkanları kalmayacağını gördü. Kutup noktasına ulaşan ilk insan olmasına sadece 180 kilometre kalmıştı. Buna rağmen, 9 Ocak 1909 sabahı, Worsley’nin, “kutup keşif tarihinin bencillikten en uzak, en hayranlık verici kararı” olarak nitelendirdiği geriye dönüş kararını verdi.
Shackleton, Nemrut Seferinden dönüşünde karısı Emily’e “yaşayan bir eşek ölü bir aslandan daha iyidir, değil mi?” diye sordu. Karısı, “Evet hayatım, bence de öyle” yanıtı vererek teselli etti.
1909’da Amerikalı kaşif Robert Peary, Kuzey kutbuna ulaşan ilk insan olmuş, ondan iki yıl sonra da 1911’de Amundsen Güney kutbuna ulaşan ilk insan olmuştu. Shackleton için artık geriye tek bir Antarktika ‘ilk’i kalmıştı, kıtayı bir sahilinden diğerine karadan geçen ilk insan olmak. “Bu bütün seferlerin anası olacak” diye yazacaktı.
Avrupa’nın ve dünyanın tarihin en korkunç savaşına tutuştuğu 1914 Ağustos’un da ‘Mukavemet (Endurance)’ adını verdiği gemi ile İngiltere’den yola çıktı. 5 Aralık 1914 günü ‘Mukavemet’ Atlas Okyanusunun güneyinden Antarktika içine uzanan Weddell Denizine girdi. Plana göre buz parçaları ve buz adalarıyla kaplı bu denizde ilerleyip Antarktika karasına varacaktılar ve burada kamp kurup, Mart ayında başlayıp, Kasım ayına kadar sürecek Antarktik kışınının geçmesini bekleyecektiler. Güneşin aylarca batmamak üzere ilk kez doğacağı Kasım ayında Shackleton altı adamıyla kıtada yürüyüşe başlayıp bütün Antarktik karasını yürüyerek geçecekti. Pasifik Okyanusunun uzantısı olan ve Yeni Zelanda yönüne bakan Ross Denizi sahilinde kendilerini almak için bekleyecek ikinci gemiyle buluşacaktılar.
Weddell Denizi, bir kısmı gevşek bir kısmı yoğun olmak üzere çoğunlukla buzlu yüzeye sahip bir deniz. Buz kütleleri, akıntı nedeniyle, doğudan Antarktika’nın fil hortumu gibi batıya uzanan yarımadasına doğru saat istikametinde sürekli daireler çiziyor.
Mukavemet, Aralık ayı sonundan itibaren buzlara çarpmaya başladı. Sahile yaklaştıkça asyberglerle de karşılaşıyorlardı. Ocak başında buzsuz bir alana çıkmanın rahatlığıyla tam yol almaya başladılar. Ancak iki hafta sonra yeniden buzluk alana girdiler. 18 Ocak 1915 günü, kamp kuracakları kara sahiline 160 kilometre kadar uzaklıktayken Mukavemet, buz kapanına yakalandı ve artık hiç bir yöne ilerleyemez oldu. Mukavemet’i de parçası haline getiren buz kitlesi Weddell Denizinde akıntıda yüzmeye başladı. Geminin etrafını saran buzdan bütün kurtulma çabaları sonuçsuz kaldı. Güneşin batmaya yüz tuttuğu ve kışın yüzünü göstermeye başladığı Şubat sonunda Shackleton ilk kez artık bütün kışı, yani sonraki sekiz ayı bu kapanda mahpus geçireceklerini kabullendi. Hedef artık Antarktika’yı geçmek değildi, hayatta kalmaktı. Shackleton, o günlerde adamlarına, “İnsan, eski hal yıkıldığı anda kendisini hemen yeni hale göre şekillendirebilmeli” tavsiyesinde bulunacaktı.
Shackleton’ı tarihin en büyük liderlerinden birine dönüştürecek süreç de böyle başladı. Adamlarına sürekli meşgul olacakları işler çıkardı. Eskimo evleri inşa ettirdi. Köpekleri bir flo’dan (yüzen buz kitlesi) diğerine naklettirdi. Mayıs ayı başında güneş son kez battı. Gemileri, sıkıştığı buzlarca, Antarktikanın soğunun ortalama eksi 50’lere ulaştığı kış karanlığında haftalarca sürüklenirken, adamlarının moralini ve inancını en üst seviyede tutması gerekiyordu.
Poker turnuvaları yaptılar, şarkılar söylediler. Ayda bir özel yemek geceleri düzenlendi. Grubun fotoğrafçısı Frank Hurley, dünyanın değişik yerlerine yaptığı seyahatlarin fotoğraflardan oluşan slayt gösterileri yaptı. Güneşin ilk kez doğduğu ve Antarktika yazının başladığı Ekim ayında soğukların nispeten azalmasıyla hareketlenen buz tabakalarının baskısı Mukavemet’in gövdesini zorlamaya başladı. Gemi günlerce, acı içinde ağlıyormuş gibi çatırdamaya başladı. 27 Ekim gecesi, Shackleton, geminin dayanamayıp parçalanacağını ve batacağını öngördü. Derhal tahliye emri verdi. Üç kurtarma botu ve erzakları bir yüzen buz kütlesinin (flo) üzerine tahliye edip kamp kurdular. Bir kaç saat sonra Mukavemet gözlerinin önünde parçalandı ve yavaş yavaş batmaya başladı.
En yakın insanın bulunduğu South Georgia Adasının 1600 kiometre batısında, Weddell Denizinin içinde sürüklenen bir buz tabakasının üstünde, en küçük bir yardım umudunun bile olmadığı halde kala kalmıştılar. Bir gece, her zamanki gibi birbirlerine sarılarak sıcaklık hissi yaratıp uyumaya çalışırlarken, üzerinde durdukları flo’nun çatlamaya başladığını farkettiler. Shackleton hemen kampın kırılan büyük kütle tarafına taşınması emrini verdi.
Arkadaşlarının moralini yeniden yükseltmek için maruz kaldıkları şartlara savaş açmaya karar verdi. Büyük buz kütlesi üzerinde 550 kilometre kadar batıdaki Paulet Adasına doğru yürüyeceklerdi.
Her biri bir ton ağırlığındaki üç kurtarma botunu da buz üzerinde çekerek yürüyüşe geçtiler. Gereksiz her türlü ağırlıktan kurtuldular. Shackleton, en değerli eşyası olarak gördüğü ve Kral 7. Edward’ın eşi Kraliçe Alexandra’nın ilk sayfasına, “Tanrı sana yol göstersin ve hep yardımcın olsun” duası yazarak hediye ettiği İncil’i de buza gömdü. Arkadaşlarına artık hiç bir eşyanın değerli olmadığını göstermek için boynundaki altın kolyeyi çıkarıp buzlara fırlattı. Fakat, sadece yaşamalarına yetecek malzemeyle bile ilerlemeleri çok zordu. Sadece bir buçuk kilometre ilerleyebildiler.
Shackleton, ertesi sabah keşfe çıktı. Sıkışan buzların ileriki güzergahta aşması zor tepelikler oluşturduğunu gördü. ‘Düşmana’ saldırının yaşamda kalmak ve mürettebatın moralini ayakta tutmak için gerekli olduğunu düşünmüştü. Ama o gün saatlerce düşündüğünde, bunun ‘içinde oldukları gerçekliği inkar’ psikolojisinin bir sonucu olduğunu farketti. Gerçeği kabullendi. Her gün bir bilinmeze bir buçuk kilometre ilerlemeye çalışarak herkesin enerjisini boşa tüketme yerine, hiçbir şey yapmamak, yapılabilecek en akıllıca şeydi. Bütün şartlar aleyhe dönmüşse, hiçbir şey yapmayıp sadece derin bir sabırla beklemek artık en doğru çözümdü. Yürüyüşü durdurdu ve mümkün olduğunca uzun kalabilecekleri bir kamp kurdu. Kampa, ‘Sabır Kampı’ adını verdiler. Arkadaşlarına, “bizi, düşmanımız, yani bu buz, belki de bir denize açılabileceğimiz bir kurtuluşa taşıyacak” dedi. Fokları ve penguenleri avlayarak kendilerine gıda depoladılar. Fok yağı ile yemek yapmaya alışmaları biraz zor oldu. Bununla beraber, kışın başlamasıyla ‘gıdalarının’ da oralardan göçeceğini biliyorlardı.
Shackleton’ın en büyük başarısı sadece kendisinin değil, ekibinin de içinde oldukları gerçekliği kabullenip ona göre yaşamalarını sağlaması oldu. Yiyeceği idareli tüketecekleri bir diyete hepsi sıkı sıkıya uydu. İçme suyu elde edebilmek için, kar ve buzu küçük tütün tenekelerine doldurup tenekeleri vücutlarına yapıştırarak kar ve buzu eritiyorlardı. Her defasında bir kaşık içme suyu elde ediyorlardı. Bu şartlarda aylar süren zorlu bir Antarktik kışı geçirdiler.
Mukavemet gemisinin kaptanı Frank Worsley, aylardır üzerinde mahsur kaldıkları buz hapishanesini seyrederken bir defasında, “Neden insanlar cehennemi hep ateşler yanan bir yer olarak düşünüyor ki, belki de buzdandır cehennem” diye söylenecekti.
Shackleton, buzdan ve soğuktan daha büyük tehdidin, ekibin, ‘ruh hali’ olduğunun farkındaydı.
Kendisine gelenlere yaşattığı mahrumiyet, izolasyon, klostrofobi gibi güçlü duygular nedeniyle Antarktika keşif ve yürüyüşleri, insan dinamiklerin test laboratuvarı gibi de görülüyor. İlk günden bugüne Antarktika sefer gruplarında veya bilimsel araştırma ortamlarında, tartışmadan, hainlik ve iftira isnatlarına ve hatta bazen cinayet teşebbüslerine kadar insani düşkünlüklerin çoğunun yüzeye çıktığı görülüyor. Scott ile ilk seferinde ekip içinde yaşananları gören Shackleton, sonraki seferleri için gönüllü seçerken, fiziki yeterlilikten bile önce, “sabırlı metanetli olmak, fiziksel olarak itici olmamak, şarkı söyleyebilmek, pozitif düşünceli ve cesur olmak gibi” özellikler arayacaktı. Shackleton sonradan, “İnsan ruhunu, görüntüsündeki bütün kabuklarından sıyrılmış halde bütün çıplaklığıyla gördük” diye yazacaktı.
Shackleton, sorun çıkarma potansiyeli en yüksek 3 kişiyi kendi çadırına aldı. En büyük tartışma konusu, ‘hiçbir şey yapmamanın’ yapılacak en doğru şey olup olmadığıydı. Aralık sonuna doğru günlerden birinde ekibin marangozu, ‘gemi artık battığına göre Shackleton artık kaptan değil. Neden hala onun dediklerini yapmak zorundayız’ diyerek isyan başlattı. Shackleton’un soğukkanlı yaklaşımı ve ekibin geri kalanının görüşlerine başvurmasıyla isyan sona erdi. Shackleton düşmana tek bir saldırı imkanları olacağını ve bu nedenle de en doğru zamanı sabırla beklemeleri gerektiğine inanıyordu. O ana kadar bulundukları yerde beklemek, hayatta kalmanın tek güvenli yoluydu.
Antarktika yazının ortasında, üstünde mahsur kaldıkları buz tabakasının onları bir karaya yaklaştıracağını umuyorlardı. Fakat Antarktika’da ikinci kışları başlarken, Nisan 1916’da bir gün üzerinde durdukları o buz tabakası da ikiye bölünme sinyali vermeye başladı. Sabır Kampının zemini de kayıyordu. Flo ikiye bölünmeden herşeyi, bir tarafa taşımayı başardılar. Derken bir bölünme daha… Yine bir koşturmaca… Nihayetinde bir tenis kortu büyüklüğünde buz kütlesinin üzerinde kala kaldılar. Shackleton bunun bir tehdit olmakla birlikte bir açık denize yakın oldukları anlamına geldiğini de görebildi. Bir yıldır beklenen saldırı emrini nihayet verdi: Herkes botlara binsin! Son buz parçası da çatlayıp bölünürken, üç bot dolusu 28 adam, kendilerini fırtınalı denizde, buz gibi havada sürüklenirken buldular. Buz parçalarının ve devasa dalgaların arasında bir haftalık korkunç bir sürüklenmeden sonra, fil foklarının beslenme bölgesi olduğu için Elephant (Fil) Adası adını verecekleri ıssız adaya ulaşmayı başardılar.
18 ay sonra ilk kez sabit bir kara parçasına yeniden ayak basmıştılar. 14 ay önce gemileri Mukavemet battığında beri ise yüzen bir buz üstündeydiler. Bu 14 aydaki en büyük düşmanları olan buzu yenmeyi başarmıştılar. Henüz güvende değildiler, ama hayattaydılar.
Fil Adası, deniz yollarının çok uzağındaydı. İnsan ve radyo telsiz bulunan en yakın yer olan South Georgia Adası ise 1200 kilometre uzaklıktaydı. Shackleton, bazıları hasta ekibinin tamamını kurtarma botlarıyla açık ve fırtınalı denize çıkarmanın riskini gördü. Ama birisinin riske girip bu adaya gidip yardım talebinde bulunmasından başka çıkış da yoktu.
Shackleton kendisi, aralarında Worsley’in de olduğu 5 dirençli adam seçerek bir botla yardım getirmek üzere okyanusa açılmaya karar verdi. Yeterince su içememekten dilleri şişmiş ve uykusuzluktan bitkin halde 17 gün geçirdiler. Bu 17 günün sadece 4 gününde navigasyon yapabilmek için gökyüzünde güneş görebilmelerine rağmen, Worsley’in kaptanlık yeteneğiyle kasırgaların oluşturduğu dev dalgalarda batmadan ilerlemişlerdi. 10 Mayıs 1916 günü, South Georgia Adası kıyılarına ulaştılar. Kasırgadan dolayı, adada balina takip istasyonunun olduğu kuzey bölgesine botla gidemeyeceklerini anladılar. Shackleton yanına Worsley’i ve bir diğer arkadaşını da alarak karadan South Georgia adasının 100 kilometrelik kayalık ve buzullarla dolu dağlık coğrafyasını kar fırtınaları içinde 36 saatte yürüyerek geçti. İstasyona ulaştıklarında görüntü olarak insanlıktan çıkmış gibiydiler. Biraz toparlandıktan sonra Shackleton, Fil Adasında mahsur kalan 22 adamını kurtarma planları yapmaya başladı. İlk 3 denemesi hava şartlarından dolayı başarısız oldu. Şili hükümeti, Ağustos ayında buz kırabilen güçlü bir buharlı gemi vermeyi kabul etti. Adaya yaklaştıklarında Worsley, arkadaşlarının hayatta olup olmadıklarını öğrenme kaygısı dolu bir heyecanla dürbünle adaya baktı. “İki kişi görüyorum!” diye bağırdı önce. “6 kişi, hayır, 8 kişi!” diye yeniden bağırdı. Ve gerçekten bağırmak istediği şeyi bağırdı; “Hepsini görüyorum! Hepsi orada ve hala sağ!”. 21 adam da hala yaşıyordu.
İronik olarak Shackleton’un hayatının en büyük başarısı, bu görkemli başarısızlık olacaktı. “Kendim ve arkadaşlarım için ölüm yerine yaşamı tercih ettim” diye konuşacaktı sonradan, “Bilinmeze ulaşma, keşif, fıtratımızda var. Duramayız. Tek gerçek başarısızlık bir daha keşfe çıkamamaktır.”
Keşfe yeniden çıkamadan duramadı. Antarktika’yı baştan sona karadan geçme fikrinde ısrar eden Shackleton 1922’de bu kez ‘Arayış (Quest)’ gemisi ile bir kez daha yola çıktığında yine yanında Frank Worsley vardı. Altı yıl önce bir ölüm botuyla kasırgaları aşarak zor bela ulaştıkları South Georgia Adasına, 4 Ocak 1922 günü bir kez daha birlikte geldiler. Ancak Shackleton, daha yola bile çıkamadan ertesi sabah geçirdiği kalp krizi ile 48 yaşında yaşamını yitirdi. Karısının onayı ile, soğuk rüzgarların estiği bu ıssız adaya gömüldü. Onu, adanın, hep aşmak istediği Antarktika’ya bakan bir yamacına defneden adamları mezar taşına da, şair Robert Browning’in bir şiirindeki, “İnsan, son nefesini de hayatının en büyük ödülü için çabalarken vermeli” mısrasını yazdılar.
Günümüzde Antarktika keşif tarihi, “Antarktika’ya Kahramanca Seferler Çağı’’ ve “Teknik Yardımlı Seferler Çağı” olarak ikiye ayrılıyor. Shackleton’ın ölümü, kahramanlar çağının kapanışı oldu.
Shackleton’ın dehası uzun yıllar, ‘başarılı olan’ Scott ve Amundsen’in gölgesinde kaldı. Ancak son yarım yüzyılda, kişiliği, kaşiflik ve liderlik potansiyeli keşfedildikçe modern kaşiflerin en önemli ilham kaynağına dönüştü. Ayrıca en umutsuz zamanlarda, en travmatik insanları bile kurtulmaya yönlendirebilmesiyle 20’nci yüzyıl biterken, bütün ‘liderlik’ literatürünün en önde gelen örneklerinden birine dönüşecekti. İngiliz jeolog ve Antarktika kaşifi Raymond Priestley sonradan şöyle yazacaktı:
“Bilimsel liderliğe ihtiyaç varsa bana Scott’ı verin. Etkili ve kolay bir seyahat gerekiyorsa bana lider olarak Amundsen’i verin. Ama eğer hiçbir çıkışı gözükmeyen umutsuz bir durumdaysanız, dizlerinizin üzerine çökün ve Shackleton lider olsun diye dua edin.”
Shackleton’un ‘geriye kalan son rekor’ dediği Antarktika’yı boydan boya yürüyerek geçme rekoru onlarca yıl Antarktika kaşiflerinin de en büyük hedefi olmuştu. 1997 yılında Norveçli Borge Ousland, 65 gün süren bir yolculuk sonrası, türümüzün, kıtayı karadan, yalnız, yürüyerek geçen ilk üyesi oldu. Ancak, Ousland, bu yürüyüşünde, doğru yönde estiğinde rüzgar gücünden yararlanmasına imkan veren rüzgar uçurtmaları kullanmıştı. 2010 yılında Norveçli Cecilie Skog ve Amerikalı Ryan Waters kıtayı rüzgar gücü de dahil hiçbir destek olmadan yürüyerek geçen ilk insanlar oldular. 2012 yılında muazzam bir ilk başarıldı. İngiliz kadın kaşif Felicity Aston, rüzgar gücü de kullanmadan yürüyerek yalnız şekilde kıtayı geçen ilk insan oldu. Ancak Aston biri Güney Kutup noktasına diğeri de o noktadan 500 kilometre ilerisine indirilen iki erzak takviyesi ile kıtanın geri kalanını geçti.
Henry Worsley, Shackleton’un en büyük yoldaşı, Mukavemet’in kaptanı Frank Worsley’in uzak torunlarından biriydi. Yarım kalan 1914 seferini tamamlama arzusunun bir nedeni de buydu belki de… Daha önce iki kez Lou Rudd ile birlikte olmak üzere bir kaç sefer yapmıştı. Yine, kendisi gibi Mukavemet gemisinin 1914 mürettabatının torunları olan William Gow ve Henry Adams ile de 2009’da Nemrut Seferinin tekrarını yapmıştı. Üçlü, Shackelton’un arkadaşları ile hayatta kalmak için kutup noktasına gitmekten vazgeçerek geri döndüğü noktada aynı şekilde fotoğraf pozu vermiş daha sonra da kutup noktasına yürüyerek yürüyüşü onlar yerine tamamlamıştı.
Henry Worsley, 2015’te bu kez Antarktika’yı, yalnız başına, rüzgar gücü kullanmadan sadece kas gücüyle ve hiç bir erzak desteği olmadan geçmek için yola düşecekti. Her zaman dostlarına ‘Antarktika benim kumam’ şakası yapan karısı Joanna, kocasını Heathrow Havaalanından tarihi seferine uğurlarken, kulağına “Unutma, yaşayan eşek, ölü aslandan iyidir” diye fısıldayıp öperek uğurlayacaktı.
54 yaşındaki Worsley’nin yürüyüşünde ilk haftası gayet başarılı geçmişti. Ama ondan sonra Schakleton’un seferi gibi art arda aksilikler başlayacaktı. 20’nci gününden sonra sırtında ağrılar hissetmeye başladı. Sıklaşan öksürükler, ciğerlerine çokça kutup soğuğu girmesine neden oluyordu. Buna rağmen 2 Ocak 2016 günü Güney Kutbu noktasına ulaşarak kadın kaşif Felicity Aston’dan sonra buraya yalnız, desteksiz, takviyesiz, sadece kas gücüyle ulaşan ikinci insan oldu.
Henry Worsley’in yürüyüşündeki bütün telefon konuşmalarını günlüğüne de yazdığı sonradan öğrenilecekti. David Grann’ın New Yorker dergisinin 2018 Şubat ayında yayınlanan ve Worsley’in hayat öyküsünü anlattığı ‘Beyaz Karanlık’ başlıklı çarpıcı yazıdan öğrendiğimize göre o günlerde Joanna ile bir konuşmasının dökümünün altına, ‘karıma aşığım’ diye yazmıştı.
‘Beyaz Karanlık’, onun, bu kıtada görüşü çoğu zaman imkansız kılan sonsuz beyazlığı tarif ederken kullandığı bir ifadeydi. ‘Devasa bir hiçliğin ortasındaki bir buz küpünün içinde tek bir atom parçacığı gibiyim’ diye yazmıştı bir seferinde.
Henry Worsley, çok büyük zorlukla ulaştığı Kutup noktasından sonrası daha kolay olacak diye düşünüyordu. Üç haftalık yolu kalmıştı. Ancak hem sağlığı hem de üzerinden geçtiği Titan Kubbesi platosunun zorlu şartları onu bitkin düşürdü. 21 Ocak günü kendisine su kaynatacak dermanı bile kalmamıştı. Karısı, telefonda ‘acil yardım butonuna basıp’ yardım isteyerek yürüyüşü bitirmesi için yalvardı. Düşünmek için biraz zaman istedi. GPS cihazı ona Titan Kubbesinin sonuna geldiğini söylüyordu. Tıpkı üstadı Shackleton gibi tarih, avuçlarının içine girmişti. Vazgeçmesi çok zor bir noktadaydı. Bununla beraber bu halde finale ulaşması da çok zordu. “Shackleton ne yapardı” diye düşündü. Shackleton, Güney Kutbuna sadece 180 kilometre kalmasına rağmen, gittiği adımın geri adımı olmayacağını anladığı anda geri dönmeye karar vermişti. Kendisinin ve adamlarının limitlerinin üzerine çıkarak mucize beklentisi içine girmemişti. O günlerde kayaklarına gözü takıldı. Kayaklarından birine çocukları el yazısıyla, ‘başarı, sona varmak değil, yolun kendisidir’ yazmıştılar. Diğer kayağına ise karısı Joanna, ‘Ne olur bana sağ salim geri dön hayatım’ yazmıştı.
Henry Worsley, yaklaşık 1500 kilometre katettiği 71 günden sonra, 22 Ocak 2016 günü, yürüyüşün bitmesine sadece 160 kilometre kalmışken, ‘acil yardım’ butonuna basarak, ‘dünyanın en pahalı taksi servisini’ çağıracaktı. Joanna o an, ‘bizi seçti’ diye seviçle ağlamıştı. Aynı günün ilerleyen saatlerinde gelen kurtarma uçağı ile götürüldüğü istasyondan karısını arayacak ve ‘Çay içiyorum, iyiyim. Seni çok seviyorum’ diyecekti. Bu son konuşmaları oldu. Henry Worsley, ertesi gün Şili’de kaldırıldığı hastanede, kangren ve böbrek yetmezliğinden yaşamını yitirdi.
Joanna, çocukları Max ve Alicia ile birlikte, 2017 Aralık ayında kocası Henry Worsley’nin çok sevdiği, Antarktika’nın giriş kapısı gibi olan South Georgia Adasını ziyaret etti. Anne ve iki çocuğu, Ernest Shackleton’ın adada bulunan mezarının yanı geldi. Yanlarında, Worsley’nin bir keşif seyahati sırasında kendi elleriyle oyduğu bir küçük ahşap sanduka vardı. İçinde ise, Henry Worsley’nin külleri. Worsley’in piri gibi gördüğü Shackleton’un mezarının yanına sandukayı gömdüler.
Henry Worsley’den geriye kalan en değerli eşya, Antarktika’yı bir baştan bir başa yürüyerek geçip taçlandırmak istediği keşif bayrağıydı. Colin O’brady’den sadece bir gün sonra 15 Aralık 2018 günü kutup noktasına ulaşan Lou Rudd, arkadaşı ve hocası Worsley’nin ölürken yanında bulunan işte bu keşif bayrağını da yanında taşıyordu. Joanna’dan, ‘bu bayrak kıtanın bir ucundan bir ucuna seferini tamamlamalı, Henry’nin son isteği yerine gelmeli’ diyerek ve geri getirme sözü vererek ödünç almıştı.
Lou Rudd’un 15 Aralık 2018 günü kutup noktasında bu bayrak ile hatıra fotoğrafı çektirdiği dakikalarda, Colin O’Brady bir günlük mesafeye kadar uzaklaşmıştı.
Kutup noktasından sonraki ilk günlerinin güzel geçmesi de Colin’in, yürüyüşünün bu güzergahının ilk 40 gününden daha kolay olacağı inancını besledi. 45’nci gün güzergahının en yüksek noktasına, Titan Kubbesi geçidine ulaştı. Tam 45 gündür sürekli tırmanıyordu. Nihayet deniz seviyesinden 3100 metre yüksekliğe kadar ulaşmıştı. Yaklaşık 1 gün daha bu yükseklikte yürüdükten sonra daha aşağı eğilimli bir yürüyüş güzergahı başlayacaktı.
46’ncı gün ‘en güzel, en kolay günü’ olmuştu. Güneşli bir havada yürümüştü. Aslında bu tür havaların da bir riski vardı. Rüzgara ve sıcaklığa göre nerdeyse her yarım saatte bir kıyafet katmanlarından bazılarını çıkarmak veya yeniden giymek zorundaydı. Yine örneğin sadece su içmek için durduğunda bile 15 saniyeliğine yünlü bir kaban daha giyiyor ve su içtikten sonra tekrar çıkarıyordu. Çünkü, Antarktika’da akıldan çıkarılmaması gereken en önemli şeylerden biri de asla terlememekti. ‘Antarktika’da terlersen ölürsün’, bu kıtada yürüyenlere belletilen ilk kuraldı. Terleme durduğu anda bir kaç dakika içinde vücut sıcaklığı hızla düşer ve ölümcül hipotermia yaşamaya başlardınız. Bu sebeple, Colin, hava ne kadar uygun olursa olsun, kendisini zorlayıp, günlük ortalamasından fazla yürüyemezdi. Hava ne kadar güneşli ve açık olursa olsun sabırlı yürümekte ısrar etmeliydi.
Ayaklar da gereğinden fazla ısınmamalıydı. Çünkü ayaklar aşırı ısındığında botları sıcaklık kapacak ve kar ve buz toplayarak ıslanacaktı. Ve bir daha asla kurumayacaktı. Bu soğukta ıslak bir botla yürümek ölüm demekti. Bu nedenle plastik giyme yasağının tek istisnası botların içinde ayağı bir plastik torba ile bottan ayırmaktı.
Colin, 46’ncı günün gecesinde, her şey güzel gidiyor diye düşünürken, çadırın dışındaki rüzgarın sesinden bir fırtına oluşmakta olduğunu anlayabildi. Sabah uyandığında hava korktuğu gibiydi. Sıfır görüş, şiddetli tipi, eksi 40’larda müthiş bir soğukluk. Üstelik, fazla sayıda sastrugi barındırması nedeniyle ‘Sastrugi Milli Parkı’ denilen güzergaha girmişti. Bu güzergahı sıfır görüşle geçmek çok tehlikeliydi. Daha ilk saatinde beş kez tehlikeli şekilde düşecekti. Sastrugiler nedeniyle buranın yardım uçaklarının inemeyeceği bir bölge olması da endişesini artırıyordu.
Yürüyüşün başından beri bir fırtınaya, bir belirsizliğe her girdiğinde kendi kendine sürekli tekrarladığı telkini yeniden yapmaya başladı; ‘Bu da geçecek’. ‘An gelecek bu hava değişecek’. Ertesi gün değişmedi. Sonraki gün de değişmedi. İlk günkünden bile daha şiddetli hale gelmişti. Saatteki hızı 100 kilometrenin üzerine çıkan rüzgar onu bir kaç kez savurdu. Sekiz gün boyunca dinmeyen şiddetli bir fırtınanın içinden geçti. Bir kez daha, pes edip yardım isteme sınırına geldi. Derken bir sastruginin içine dengesiz şekilde yuvarlandı. Kendisine bağlı kızağının üzerine doğru geldiğini gördüğünde büyük bir panik yaşadı. Ayağında kayaklar olduğu için hareket edemiyordu. Kızak ona çarpmadı ama kayağının ‘skin’ini ayırdı. Tamir etmeden yola çıkamazdı. Çadırını kurmaya başladı. Haftalardır süren yürüyüşün, bir haftayı aşkın süredir durmayan şiddetli fırtınanın ve yaşadığı kazanın etkisiyle duygusal ve fiziksel olarak bitkin bir haldeydi. ‘İyi değilim. Pes etmek istiyorum.’ diye kendi kendine konuşmaya başladı.
Hareketini uydudan takip edebilen dostları ve New York Times gazetesi Colin’in durduğunu ve saatlerdir hareket etmediğini farketti. İşte o anda yakın arkadaşı ona uydu telefonundan bir mesaj attı. ‘Sanırım zorlanıyorsun’ diyerek ona çok sevdiği Simyacı romanından bir alegoriyi hatırlattı. Çölde kalan insanlar sıklıkla, çölün en ücra, en uzak yerlerinde değil, palmiye ağaçları görmelerine biraz kala ölürler. Colini, sonradan, o an için, ‘Sıklıkla hayatımızın en karanlık fırtınaları, en büyük başarılarımızın hemen öncesinde gelir. Durmaksızın yürümek lazım.’ diye yazacaktı.
‘Bu da geçer’ deyip, yeniden ufku olmayan beyaz karanlıkta ilerlemeye devam etti. İki gün sonra 51’nci gün, hava açtığında, Trans Antarktika dağlarının zirvesini uzaktan gördü. İki aydır ilk kez doğada beyaz ve mavi dışında bir renk görmüştü. Bitiş noktası, bu dağların hemen arkasıydı. Kalbi tarifsiz bir neşeyle doldu.
53’ncü gün yola çıktığında hava güzeldi. O sabah riskli bir hamle için aniden önemli bir karar aşamasına geldi; hiç uyumayıp, durmaksızın yürüyerek, kalan üç günlük yolu bir buçuk günde tamamlamak. Bir kaç gün önce kız kardeşi ile uydu telefonunda görüştüğünde kardeşi ona, ‘Öyle görünüyor ki başaracaksın. Eğer, normalden fazla yürümek gibi bir ahmaklık yapmazsan’ demişti. O gün yürüyüşünü uzattı. Portland’da Noel yemeği için toplanan ailesi, Colin’in durması gereken saatte durmayıp ilerlemeye devam ettiğini gördü. 18 saat sonra içme suyu bittiği için durmak zorunda kaldı. Çadır kurup yeniden ocak yakarak buz eritmeye başladı. O sırada da eşi ve annesi ile uydu telefonundan konuştu. Onlara, durmayacağını içme suyu hazır olunca yola devam edeceğini bildirdi.
Bütün yürüyüşünün en cüretkar, en zorlu hamlesini yaparken karma karışık duygular içinde kaldı. Hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünde akıyordu.
Küçüklüğünde de sporla içli dışlı bir çocuktu. Beş yaşında yüzmeye başlamıştı. Lisedeyken yüzme başarısı ona, Yale Üniversitesi bursu kazandıracaktı. Bir yandan da dağcılığa merak salacaktı.
Yüzme ve doğa sporlarıyla dolu bütün bu hareketli yaşam, 22 yaşında Tayland seyahatinde bir akşam sona ermişti. Bir plaj partisinde ateşin üzerinden atlarken ateşe düşüp tutuşacak ve kendisini denize atıncaya kadar özellikle de ayakları ve bacakları ciddi şekilde yanacaktı. Bir haftada sekiz kez ameliyat geçirdi. Üç ay kalacağı Tayland hastanesinin doktorları, ‘bir daha yürüyebilmen çok zayıf bir olasılık’ kara haberini de verince derin bir bunalıma girmişti. Günler sonra açılan oda kapısından annesi içeri girinceye kadar… Anne O’Brady, endişesini oğluna yansıtmak yerine, odayı tebessümle, pozitiflikle ve neşeyle doldurdu. Bir gün otururlarken oğluna ‘doktorları boşver, sen bu hastaneden çıkınca ne yapmak istiyorsun, onu hayal et’ dedi. ‘Hayat benim için bitti anne’ dedi. Annesi ısrarla, ‘sadece gözünün önüne getir ve yapmak istediğin şeyi hayal et’ dedi. ‘Bir triatlon yarışmasına katılıp yarışı tamamlamak isterdim’ dedi. Yürümesi bile artık çok zayıf bir olasılık olan biri için oldukça cüretkar bir hayaldi. Ama annesi, ona bunun gerçekleşebilir bir hayal olduğu duygusu aşılayarak motive etti. Yedi ay sonra ayağa kalkarak ilk adımını attı. Bir ayda zorlukla da olsa yürümeye başladı. Chicago borsasında iş bularak orada çalışmaya başladı. Hastanede kurduğu hayali için de antrenmanlara başladı. Colin O’Brady, Tayland’taki kazadan sadece 18 ay sonra, 2009 yılında Chicago Triatlon Yarışına katıldı ve amatör dalda birinci oldu. 50 kilometrelik parkuru, koşarak, yüzerek, bisikletle, engeller aşarak, 2 saat 1 dakikada tamamlamıştı. Bu sıradışı başarı, medyada büyük ilgi gördü. Kendine güveni yeniden gelmişti. İşini bıraktı, profesyonel triatlon sporcusu oldu.
Fiji’de bir turnuvada tanıştığı Jenna Besaw’a, 2014 yılında Ekvador’un Cayembe Yanardağının zirvesinde, evlenme teklif etti. 2016’da yedi kıtanın en yüksek yedi zirvesine 132 günden kısa sürede tırmanarak rekor kırdı. 2017’de ABD’nin 50 eyaletinin en yüksek zirvelerine sadece 21 günde tırmanıp kırılması zor bir rekor kırarak bir kez daha herkesi şaşırtmıştı.
Colin, parası çok olduğu için bunları başarmış değildi. Azimli olduğu için başarmıştı. Engelleri bahane edenler, birileri ellerinden tutsun diye bekleyen insanlar hayatta kolay kolay başarılı olamazdı. Bunun hep bilincindeydi. Büyük kaşifler, cesur öncüler ona her zaman ilham kaynağı olmuştu. O da gençlere benzeri bir ilham aşılamak istiyordu. Nitekim bu tarihi denemesini de bunun için bir fırsata çevirmişti. Yürüyüşünü, sadece Instagram’daki onbinlerce takipçisi değil, altı kıtada onlarca okul da gün be gün takip ediyordu. Onun yol boyunca bütün deneyimlerini, kaydettiği verileri, 30 binden fazla öğrenci için hava, iklim, matematik, coğrafya tarihi, spor ve genel sağlık araştırmalarında kullanılmak üzere müfredatlara ekleniyordu.
Colin bütün bu düşünceler içinde, inanılmaz içinde bir başka inanılmazı daha başardı. Antarktika’da yürümeye başlamasından 54 gün sonra ve son gün ‘Antarktika ultra maratonu’ dediği 32 buçuk saatlik aralıksız bir yürüyüşün ardından, 26 Aralık 2018 günü, yeryüzünün beyaz tacını, bir uçtan bir uca yalnız, desteksiz, sadece kas gücüyle geçen ilk insan oldu. Antarktika karasının bittiğini ve deniz üzerindeki Ross buz sahanlığının başladığı sınırı göstermek için buza çakılmış sınır direğinin yanına ulaşınca ilk işi karısı Jenna’yı aramak oldu. Bitkinlik içinde topladığı son gücüyle, ağlayarak, ‘başardık’ dedi. ‘54 gündür asla yalnız değildim. Her adımımda yanı başımdaydın. Sen olmasaydın başaramazdım’ dedi.
Ama karısına, hemen uçak çağrısı yapmayacağını ve o noktada bir gün daha geçireceğini de söyledi. Rakibi Lou Rudd’u beklemeye ve onu bitiş çizgisinde karşılamaya karar vermişti. ‘Çünkü tarih kitaplarına bu başarıyı gerçekleştiren ilk iki insan olarak beraber gireceğiz’ dedi. 56’ncı gün Lou Rudd da sınır direğine ulaşmayı başararak tarihe geçti.
Lou, Colin’e o gün, ‘100 yıllık bir rüyayı ikimizin de aynı yıl gerçekleştirmeyi başarması ne manyakça’ dedi. O geceyi yanyana kurdukları çadırlarında geçirdiler. Ertesi gün hava şartlarından dolayı uçak gelemeyince buzda bir gece daha geçirdiler. İkisinin de sadece 48 saat yetecek yiyecek stoku kalmıştı. Ama korktukları olmadı. Ertesi gün öğleden sonra hava düzelince inen uçağa binerlerken, sevincin yanı sıra tuhaf bir ayrılık hüznü de duymaya başladı. Uçak, Colin ve Lou’yu Union Buzulu İstasyonuna götürdü. 2019’a orada girdiler. Oradan Şili’ye uçtular. Uçak akşam saatlerinde Punta Arenas’a indi. En yadırgadığı şey, akşam olunca güneşin batması ve her yerin kararması oldu. İki aydır karanlıktan yoksundu. Havaalanı yolcu karşılama kapısında onu Jenna bekliyordu. Haftalardır hayalini kurduğu şeyi yaptı ve Jenna’ya uzun uzun sarılarak öptü. Yeniden normal hayata adapte olmaya çalıştığı o günlerde, ‘uygarlık epey gürültülüymüş’ diye yazacaktı.
“11 yıl önce Tayland’da yaşadığım trajedi bana, insan olarak içimizde kapağı bile açılmamış ne muazzam bir potansiyel taşıdığımızı öğretti” diye yazacaktı sonradan. ‘Eğer bir gün sahip olduğunuzu sandığınızdan daha fazla güce ihtiyaç duyarsanız, o gücün hala içinizde olduğuna inanın’.
“Şu hayatta hepimizin bir Antarktika’sı var” diyecekti bir seferinde de… “Berrak ve kararlı bir zihinle yoğunlaştığında mutlaka geçebileceği…”. Karısıyla sıklıkla, “Hayatta insanın başına acılar gelmesi kaçınılmaz ama bu acıları bunalıma dönüştürüp onlarda çakılı kalmak bir tercih meselesi” dediklerini paylaşacaktı Instagram hesabında.
Ne Colin ne de Lou Rudd, bu tarihi başarıdan sonra köşelerine çekildi. İkisi de hala çok aktif ve ikisi de yeni ufuklara ulaşmanın hazırlığını yaptıklarını sosyal medya hesaplarından duyuruyor. Görünen o ki ne Antarktika’nın ilklerinin, ne de insanın keşfedeceklerinin bir sınırı var. Nitekim bu yazıyı okuduğunuz saatlerde, 32 yaşındaki Çinli kutup kaşifi Wen Xu, beyaz kıtada 80-85 gün sürmesi beklenen bir yürüyüş yapıyor. Toplam 2000 kilometrelik akıllara zarar güzergahının sonuna ulaşabilirse, türümüzün bu kıtada, tek başına, kas gücüyle en uzun mesafe yürüyen üyesi olacak.
Bu insanları, Antarktika’ya ne çekiyor?
İnsanın, ezeli, keşfetme, bilinmemişi bilme, öğrenilmemiş olanı öğrenme, denenmemiş olanı deneme arzusu… Sadece 10 bin yılda bizi mağara duvarına resim çizmekten, uzayın derinliklerinde keşiflerin eşiğine taşıyan sır.
Ne krallara, ne sultanlara, ne padişahlara, ne de imparatorlara… İnsan olarak, türümüzün olgunluğunu ve uygarlığını, çok büyük oranda, konforunun dışına çıkabilen, çoğumuzun nefes alamayacağı monotonluklarda, çoğumuzun göze alamayacağı tehlikeli sularda aylarını, yıllarını geçirebilen cesur yüreklere borçluyuz…
Ernest Shackleton, Antarktika’nın Kalbi kitabında, “İnsanlar dünyanın en ıssız coğrafyalarına değişik sebeplerle gider” diye yazacak ve ekleyecekti:
“Bazıları sadece doğa sevgisinden yola koyulur. Bazıları bilimsel bilgiye olan derin tutkularıyla yapar bunu. Bazılarını ise insan vicdanında duyulan küçük seslerin cazibesi yoldan çıkarır. Yani, bilinmeze duyulan gizemli iştiyak.”
CEMAL TUNÇDEMİR‘i