Türkiye, sınırlarını ve vatandaşlarını korumak için Suriye’nin kuzeyinde meşru savunma hakkını kullanarak Barış Pınarı Harekatı’nı gerçekleştirmiştir. ABD Başkanı Donald Trump önce Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a bir mektup göndermiş, daha sonra “Seni yakın zamanda görmek için sabırsızlanıyorum” diye tweet attığı terör örgütü YPG elebaşlarından Mazlum Kobani’ye bu defa Rusya sahip çıkmıştır. Rusya Savunma Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, görüşmeye Rusya Genelkurmay Başkanı Valeriy Gerasimov’un da katıldığı açıklanmıştır. Kırmızı bülten ile aranan bir teröriste sahip çıkılması uluslararası skandaldır.
Kırmızı bülten, bir ülkenin adli makamlarınca aranan hükümlü, şüpheli veya sanıkların ilgili ülkeye geri verilmesi amacıyla görüldüğü yerde yakalanması için İnterpol Genel Sekreterliği’nce çıkartılan, aranan şahısların açık kimliği ve isnat edilen suça ilişkin adli bilgiler, ilgililerin bulunduğu yer tespit edildiğinde alınması gerekenler ile varsa fotoğraf ve parmak izi fişlerini içeren bir bültendir.
Yukarıdaki skandalların ardından Fransız Le Point dergisinin aşağıdaki kapak ile yayınlanması da bir başka skandaldır. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan, derginin yayın direktörü Etienne Gernelle ve yazarı Romain Gubert hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunmuş, Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın bir mesaj paylaşmıştır: “Cezayir, Gabon, Moritanya, Senegal, Gine, Kongo, Tunus, Komor Adaları, Madagaskar, Cibuti, Mali, Benin, Çad ve Fas’ı sömürgeleştiren, binlerce insanı katleden ve köle ticareti yapan, Rwanda katliamını izleyen Fransa…Ve ‘etnik temizlik’ iftirasını atan bir Fransız dergisi. CB’mıza neden saldırdıkları açık: Suriye’deki piyonları PKK ağır darbe yiyip oyunları bozulunca, paniklediler. Kuklalarını korumak için her yola başvuruyorlar ama netice alamıyorlar. Kürtler sizin taşeronunuz değil ve olmayacak. Sömürgecilik günleriniz geride kaldı” (09:46 – 24 Eki 2019)
Türkiye Suriye’ye meşru müdafaa hakkını kullanarak müdahale etmiştir. Yargıtay 16. Ceza Dairesi, Suriye’de yakalanan, Türkiye’de yargılanan YPG’li teröriste verilen cezanın temyizi üzerine baktığı davada, Türkiye’nin sınırlarını, vatandaşlarını ve bekasını korumak için meşru savunma hakkını kullandığı yönünde karar vermiştir. Günümüzde kuvvet kullanma yasağının “jus cogens” (latince ustun hukuk) kalıcı, herhangi bir istismara izin verilmeyen, kuralların temel bir ilkesi olarak kabul edildiği belirtilerek yasağın, terör örgütleri gibi devlet-dışı aktörlerin eylemlerini kapsamadığı vurgulanmıştır. Jus cogens, uluslararası hukukun temelini oluşturan kuralların toplandığı bir metindir. Bu kurallar bir kişi veya kurum tarafından empoze edilmemiş, aksine tüm halklar tarafından benimsenmiş ve kabul edilmiştir.
Türkiye BM Anlaşması’nın 51’nci maddesine göre Suriye’ye müdahale etmiştir: “Bu anlaşmanın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya kadar, bu üyenin doğal olan kişisel ya da kolektif meşru müdafaa hakkına halel getirmez.” PKK’nın ve onun uzantıları olan PYD/YPG’nin saldırılarına da maruz kalmış, PYD/YPG’nin silahlı saldırılarına meşru müdafaa kapsamında karşılık verilmiştir.
Bu süreçte ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo Başkan Donald Trump‘ın ihtiyaç olması halinde Suriye’de askeri güç kullanmaya hazır olduğunu belirttiğini açıklamış, ABD’nin Türkiye’ye karşı önlemlerinin ekonomik yaptırımlarla sınırlı kalıp kalmayacağı yönündeki sorusuna “Biz savaşı değil barışı tercih ediyoruz. Fakat kinetik bir hareket ya da askeri bir hareket gerekirse, Başkan Trump’ın bu kararı almaya sonuna kadar hazır olduğunu bilmeniz gerekiyor” demiştir. Avrupa Birliği Liderler Zirvesi Barış Pınarı Harekatı ile ilgili sonuç bildirisinde “AB, Türkiye’nin Suriye’nin kuzey doğusundaki tek taraflı askeri harekatını kınıyor” ifadesi yer almıştır. Avrupa Parlamentosu da Türkiye’ye askeri harekatı tamamen durdurma çağrısında bulunmuştur.
Bu sürecin gerisinde ne vardır? ABD Başkanı Jimmy Carter’a danışmanlık yapan Polonya asıllı Amerikalı stratejist Kazimierz Brzezinski 1997 yılında “Büyük Satranç Tahtası” (The Grand Chessboard: American Primacy And Its Geostrategic Imperatives,1997) adlı eserinde Avrasya coğrafyasının tarihte ve günümüzdeki önemine dikkat çekmiş ve kitabının “Yeni Bir Tür Hegemonya” adlı ilk bölümünde Amerikan liderliğinin maddi temellerini ortaya koymuştur: “Hegemonya, İnsanoğlu kadar eski…” (Hegemony is as old as Mankind)
Dünya, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın Tel Aviv’de, daha eski olan “Büyük Ortadoğu”nun yerine “Yeni Ortadoğu” terimiyle Haziran 2006’da tanışmıştır. Ödül kazanan yazar Mahdi Nazemroaya da Kasım 2006‘da Batılı düşünce merkezi Global Research tarafından yayınlanan “Orta Doğu’yu Yeniden Düzenleme Planları: Yeni Ortadoğu Projesi” (Plans for Redrawing the Middle East: The Project for a New Middle East) başlıklı makalesinde Ortadoğu’da sürmekte olan istikrarsızlaştırma ve siyasi parçalanma sürecinin ve İran’a yönelik ABD savaş planlarının anlaşılmasıyla ilgili görüşlerini açıklamıştır. Bu makale, Irak’ta süregiden istikrarsızlaştırma ve siyasal parçalanma sürecini anlamak açısından özel bir önem taşımaktadır.
Sözcük seçimindeki bu değişim, Doğu Akdeniz’de Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) petrol hattının açılmasıyla aynı zamana denk gelmiştir. Yeni Ortadoğu terimi, İsrail’in İngiliz-Amerikan desteğiyle gerçekleştirdiği Lübnan’ın kuşatılması sürecinde Başbakan Olmert ve Dışişleri Bakanı Rice, projenin Lübnan’dan başlatılacağı bilgisini basınla paylaşmıştır. Böylece İngiltere, ABD ve İsrail’in Ortadoğu’daki askeri yol haritası açıklanmıştır. Proje, Lübnan, Filistin ve Suriye’den Irak, Fars Körfezi, İran ve NATO’nun konuşlandığı Afganistan sınırlarına kadar uzanan bir istikrarsızlık kuşağı yaratılmasına dayanmaktadır.
Yeni Ortadoğu Projesi Washington ve Tel Aviv tarafından, bütün bir Ortadoğu’nun yeniden hizalandırılmasını ve bölgede şiddet koşulları meydana getiren bu yapıcı kaos, ABD, İngiltere ve İsrail’in, kendi jeostratejik ihtiyaçlarına göre Ortadoğu haritasını yeniden çizmesini sağlayacak şekilde planlanmıştır. Nitekim Condoleezza Rice, bir basın toplantısında şunları söylemiştir: “Bizim burada [Lübnan’ın yıkımı ve İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırıları anlamında] gördüğümüz şey bir anlamda, ‘Yeni Ortadoğu’nun ‘doğum sancıları’dır ve ne yaparsak yapalım bizim [yani ABD’nin] Yeni Ortadoğu’ya doğru gittiğimizden, eskisine dönmediğimizden emin olmamız gerekir.” Bakan Rice, İsrail Hava Kuvvetleri tarafından ayrım gözetmeksizin bombalanan bir ülkenin acısına karşı kayıtsız kaldığını ifade ettiği için hem Lübnan’da hem de uluslararasında eleştirilmişti.
Geçen hafta 23 Ekim’de Başkent Üniversitesi Kanal B televizyonunda Suriye’ye müdahale ile Büyük Orta Doğu Projesi’nin (BOP) çöpe atıldığını açıklamıştım. Şimdi TV yayınında zaman darlığı sebebiyle üzerinde duramadığım konuları paylaşmakta yarar görüyorum.
Yeni Ortadoğu Projesi kapsamında yukarıda verilen harita, albay Ralph Peters tarafından hazırlanmış ve Haziran 2006’da Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde yayınlanmıştır. Peters, ABD Ulusal Savaş Akademisi’nden emekli bir albaydır. Harita resmi olarak Pentagon doktrinini yansıtmamakla birlikte, NATO’nun Savunma Koleji’nde kıdemli askeri görevliler için bir eğitim programında kullanılmıştır. Harita, büyük olasılıkla Ulusal Savaş Akademisi’nde ve askeri planlama çevrelerinde de ele alınmıştır.
Ralph Peters’in bu konudaki görüşü şöyledir: “Orta Doğu, işlevsiz sınırlardan çok daha fazla sorun yaşarken – kültürel durgunluktan skandal eşitsizliğe, ölümcül dini aşırılıkçılığa kadar- bölgenin istikrarsızlığını anlamak için çaba harcayan en büyük tabu İslam değil, uluslararası sınırları kabul eden kendi diplomatlarımızdır. Bu makaleye eşlik eden haritalarda öngörülen sınırlar, Kürtler, Beluciler (Beluciler Kürtlerin amca çocuklarıdır. Belucistan günümüzde İran ve Pakistan sınırları içinde kalıyor) ve Şii Araplar gibi en önemli aldatılan nüfus gruplarının yaşadığı yanlışlıkları telafi ediyor. Ancak Orta Doğu Hıristiyanları, Bahailer, İsmailliler, Nakşibendiler ve diğer birçoğu sayısal olarak daha az azınlıklar konusunda onları yeterince kapsamamaktadır.” (While the Middle East has far more problems than dysfunctional borders alone — from cultural stagnation through scandalous inequality to deadly religious extremism — the greatest taboo in striving to understand the region’s comprehensive failure isn’t Islam but the awful-but-sacrosanct international boundaries worshipped by our own diplomats. …The boundaries projected in the maps accompanying this article redress the wrongs suffered by the most significant ‘cheated’ population groups, such as the Kurds, Baluch and Arab Shia, but still fail to account adequately for Middle Eastern Christians, Bahais, Ismailis, Naqshbandis and many another numerically lesser minorities…”)
ABD 1998’de Başkan Clinton Dönemi’nde 21.Yüzyılı Şekillendirme adı altında yeni bir stratejik yaklaşım geliştirmiştir. Bu yaklaşımın amacı, dünyayı ABD’nin çıkarları doğrultusunda şekillendirmektir. ABD’nin 2001’den itibaren uygulamaya koyduğu projenin adına Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) denmiştir. 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra ABD’nin Afganistan ve 2003 yılında Irak’a müdahalesi bu stratejinin ilk adımı olmuştur. Başkan George Bush’a göre okyanuslar artık ABD’yi savunmaya yetmemektedir. Ortadoğu, Orta Asya, Hazar Bölgesi, Güney Doğu Asya ABD’nin yeni hayat sahası olarak görülmektedir.
BOP; ABD’nin İslam coğrafyasının sınırlarını yeniden çizmek, bölge ülkelerine demokrasiyi getirme projesidir. Fakat ülkelere demokrasi getirme sözü bir kandırmacadır. Projenin sınırları Hindistan ve Cebelitarık arasındaki bölgedir. Büyük Ortadoğu Projesi Kuzey Afrika’dan İran körfezi’ni de kapsayacak şekilde Pakistan’a, Filistin’e, Orta Asya’ya ve Kafkaslar’a uzanan bölgedir. Büyük Ortadoğu Bölgesi’nin nüfusu 800 milyona yakındır.
ABD’nin etki ve ilgi alanlarının sınırları genişlemiştir. Günümüzde ABD Ortadoğu’yu Merkez Harekat Alanı olarak tanımlamıştır. Adı CENTCOM olan komutanlığın sorumluluk alanı Ortadoğu ve Afrika’dır. Güya BOP’un ana hedefleri; BOP kapsamındaki ülkelerde istikrarı sağlamak, Filistin İsrail anlaşmazlığını çözmek, teröre destek veren ülkelerle savaşmak ve Ortadoğu ülkelerinde demokratikleşmeye ve ekonomik gelişmeye katkıda bulunmaktır. George W. Bush’un ikinci seçimi kazanmasından sonra Dışişleri Bakanlığı’na atanan danışmanı Rice BOP’u dünya kamuoyuna, Fas’tan Çin sınırına kadar 22 ülkenin siyasi ve ekonomik coğrafyasının değiştirilmesi olarak sunmuştur.
Eylül 2010’dan sonra Arap Baharı adı altında dış destekli halk ayaklanmaları ile diktatörler devrilmiştir. BOP’un gerçek hedefleri şunlardır: İsrail’in varlığını ve güvenliğini garanti altına almak, terörist devlet olarak kabul ettikleri devletlerin elindeki kitle imha silahlarını yok etmek, petrol sevkiyatının aksamasını önlemek, terör odaklarını ve destekçilerini ortadan kaldırmak, ABD’ye yönelik muhalif yönetimleri yok etmek, ılımlı İslam anlayışını bölgede hakim kılmak (FETÖ’ye destek bu kapsamdadır), ABD’nin nüfuzunu bölgede yaygınlaştırmaktır. Esas amaç ise, ABD’nin petrol ve petrol yollarını kontrol altına alarak başka ülkelerin kullanmasını önlemek ve İsrail’in varlığını korumaktır. BOP Eş Başkanı eğer ayrılmamış ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’dır: “Diyarbakır’ı BOP’un merkezi yapacağız.” 14 Mart 2007. “Tayyip Erdoğan ABD’nin, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 24 ülkenin sınırlarını değiştirecek olan Büyük Ortadoğu Projesinde Diyarbakır’ı merkez yapacağını söylüyor” (https://www.youtube.com/watch?v=6oSfiOnFvQo)
BOP kapsamında gündeme gelen yukarıdaki harita ile Sevr (Sevres) Anlaşması ile öngörülen harita arasında büyük benzerlikler vardır. Aşağıda ABD Başkanı Wilson’un Sevr Anlaşması haritası yer almıştır. Sevr Anlaşması’nın 62, 63 ve 64’ncü maddeleri Kürdistan ile ilgilidir. Türkiye Fırat’ın doğusundaki bölgeler üzerindeki haklarından peşin olarak vazgeçecektir. Benzer bir harita Barzini’nin haritasında da vardır.
28 Eylül 2017 tarihinde Dışişleri Muhabiri Robin Wright şu tespiti yapmıştır: “New York Times’ta yeniden çizilen harita, herkes için stratejik bir oyun değiştirici olabilir, ittifaklar, güvenlik güçlükleri, ticaret ve enerji akışlarını dünyanın çoğu için potansiyel olarak yeniden yapılandırdı. Belki de makalesi ve haritasının komplo teorisyenleri için paratoner olması kesin.” Aşağıda The New York Times’ta yayınlanan 5 ülkeden 14 ülke yaratılmasına ilişkin haritası vardır.
Tüm bu gelişmeler olurken bugün ABD’den sürpriz bir haber gelmiştir. ABD Temsilciler Meclisi’nin sözde Ermeni soykırımı yasa tasarısının 29 Ekim’de geçtiğini Cumhuriyet Gazetesi açıklamıştır. Aslında yasa tasarısı 11 kişilik “Kurallar Komitesi” nden geçmiştir. Temsilciler Meclisi’nde oylama muhtemelen 31 Ekim Perşembe günü yapılacaktır. Kongre’nin Temsilciler Meclisi, sözde Ermeni Soykırımı’nı tanıyan yasa tasarısını onayladıktan sonra tasarı ABD Senatosu’nda oylamaya sunulacaktır. Bu bakımdan sayın Cumhurbaşkanının 13 Kasım’daki ABD ziyaretinde bu konu muhtemelen gündeme gelecektir. Şimdiden hazırlıklı olunmasında yarar vardır.
11 Nisan 2019 tarihinde Temsilciler Meclisi İstihbarat Komitesi Başkanı ve California temsilcisi Demokrat Adam Schiff’in sunduğu karar tasarısında, “Temsilciler Meclisi’nin Ermeni soykırımını tanımayı ve anmayı ABD politikası olarak gördüğü” ifade edilmişti. Meclis’in, ABD hükümetini soykırım iddialarının inkarı ile ilişkilendirme çabalarını reddettiği açıklanan tasarıda, ABD’nin 1915 olaylarındaki insani yardım çabaları dahil sözde Ermeni Soykırımı’na ilişkin eğitimin ve kamu bilgilendirmesinin ABD politikası olarak teşvik edildiği kaydedilmişti.
Ermenistan soykırımından bir sahneyi betimleyen 1917 yılına ait fotoğrafın önünde Adam Schiff ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı yan yana gösteren fotoğraf ABD basınında yayınlanmıştır. (Yahoo News photo illustration; photos: Kültür Kulübü / Getty Images / AP)
ABD 1998’de Başkan Clinton Dönemi’nde 21.Yüzyılı Şekillendirme adı altında yeni bir stratejik yaklaşım geliştirmiştir. Bu yaklaşımın amacı, dünyayı ABD’nin çıkarları doğrultusunda şekillendirmektir. 11 Eylül saldırılarından sonra ABD’nin Afganistan ve 2003 yılında Irak’a müdahalesi bu stratejinin ilk adımı olmuştur. Başkan George Bush’a göre okyanuslar artık ABD’yi savunmaya yetmemektedir. Ortadoğu, Orta Asya, Hazar Bölgesi, Güney Doğu Asya ABD’nin yeni hayat sahası olarak görülmektedir.
Yıllardır Birinci Dünya Savaşı sırasında Türklerin 1,5 milyon Ermeninin katliamını kınayan bir karar, her iki Kongre’den de geçmemiştir. Milletvekilleri uzun zamandır Ermeni soykırımını tanıyan bir çözüm sözü vermiş olsalar da, Türkiye’nin Ortadoğu’daki yükselişiyle önemi artmış, Türkiye’nin etkisi kırılamamıştır.
Kurallar Komitesi başkanı D-Mass Temsilcisi Cumhuriyetçi Jim McGovern, Worcester bölgesinin en eski Ermeni diasporası topluluğuna sahip olduğunu belirterek Yahoo News’e verdiği demeçte, “Kurallar Komitesi’nin önümüzdeki hafta bu kararı alacağından gurur duyuyorum. Soykırımın kabul edilmemesi insan hakları sicilimizin bir lekesi olup, dünyadaki insan hakları ihlallerine yanlış mesaj göndermektir” demiştir. Cumhuriyetçi Don Beyer, D-Va’nın görüşleri ise şöyledir: “Türkiye’yi eylemlerinden sorumlu tutmaya başlamanın zamanı geldi. Hem Kongre hem de Beyaz Saray bu konuda çok uzun süre sessiz kaldı. Önümüzdeki hafta bunu değiştirmeyi dört gözle bekliyorum.”
Parlamento’nun alt kanadından birinin veya ikisinin böyle bir kararı onaylaması, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı kollayan Trump’a garip gelebilir. Türkiye’nin jeopolitik etkisine duyarlı olan Amerikan Başkanları, Ermeni soykırımını tanımaktan şimdiye kadar kaçınmışlardır. Bunu yapan tek başkan 1981’de Ronald Reagan olmuştur. Kongre de benzer soykırım kararlarını geçmesine rağmen şimdiye kadar ortam bu kadar uygun olmamıştır.
Komite Başkanı D-Mass Temsilcisi Jim McGovern, Worcester bölgesinin en eski Ermeni diasporası topluluğuna sahip olduğunu belirterek Yahoo News’e “Kurallar Komitesi’nin önümüzdeki hafta bu kararı alacağından gurur duyuyorum. Birleşik Devletler. soykırımın kabul edilmemesi insan hakları sicilimizin lekesi ve dünyadaki insan hakları ihlallerine tam olarak yanlış mesaj gönderiyor” açıklamasında bulunmuştur. Don Beyer, ise “Türkiye’yi eylemlerinden sorumlu tutmaya başlamanın zamanı” diyerek “Hem Kongre hem de Beyaz Saray bu konuda çok uzun süre sessiz kaldı ve önümüzdeki haftayı değiştirmeyi dört gözle bekliyorum” demiştir.
Amerika’nın Ermeni Ulusal Komitesi’nin direktörü Aram Hamparian Yahoo News’e verdiği demeçte kararın, “Washington’a zorbalık yapılmayacağına, ABD’nin politikasının ele geçirilemeyeceğine ve Amerikan prensiplerinin satılmayacağını söyleyen Türklere sinyal olacağını açıklamıştır. (In rebuke of Erdogan, Armenian genocide resolution could soon pass House, Alexander Nazaryan, National Correspondent, Yahoo News•October 24, 2019 )
“Yıllardır Birinci Dünya Savaşı sırasında Türklerin katlettikleri 1,5 milyon Ermenin kınanmasını kınayan bir karar, Kongre’nin alt kanatlarından geçmemiştir. Milletvekilleri uzun zamandır Ermeni soykırımını tanıyan bir çözüm sözü vermiş olsalar da, Türkiye’nin Ortadoğu’da şiddet içeren aşırılık yanlısı yükselişi ile önemi artmıştır” görüşü ABD’de çok etkili olmaya başlamıştır. (For years a resolution condemning the slaughter of 1.5 million Armenians by Turkish nationalists during World War I has failed to gain traction in either chamber of Congress)
Türkiye’nin jeopolitik etkisine duyarlı olan Amerikan Başkanları, (sözde) Ermeni soykırımını tanımaktan kaçındı. Bunu yapan tek başkan 1981’de Ronald Reagan’dı. Kongre de benzer soykırım kararlarını geçmesine rağmen tanıma sürecinde hep aksamalar olmuştur.
ABD’deki son gelişmeler üzerine sayın Ferruh Demirmen’in 27 Ekim 2019 tarihinde “Committee on Rules” (Kurallar Komitesi) üyelerine göndermiş olduğu mektup çok önemlidir. Bu mektubun 11 kişiden oluşan Komite üyelerine farklı kanallardan geç kalınmadan mail olarak gönderilmesinde yarar vardır.
October 27, 2019
To the Distinguished Members of the House Committee on Rules.
Honorable Representatives:
I understand that in a day or so you will be considering H.Res.296, “Affirming the United States record on the Armenian Genocide”, and if approved, send it to the House Floor for a vote. I would like you to now that H.Res.296, if passed, would be a shameful capitulation to the Armenian lobby, taking advantage of the temporarily strained relations between the U.S. and Turkey, a NATO ally. You would effectively be smearing the name of a whole nation, the Turkish people, in an attempt to take revenge on some political developments and entities you disapprove. Turkey has no ill intentions against Kurdish people, and 15-20% of Turkey’s population is of Kurdish origin.
But Turkey is rightly opposed to the separatist/terrorist activities on its soil emanating from some Kurdish factions both in Iraq and Syria. KDF, the “Kurdish Defense Forces” in Syria backed by the U.S. and battling the ISIS, is practically another name for YPG, the Kurdish terrorist group in Syria. YPG, the military arm of PYD with a Marxist-Leninist outlook, is closely affiliated with the PKK in Turkey and Iraq. Over the last 33 years the PKK has killed nearly 45,000 Turkish people, women and children included. The PKK is officially recognized as a terrorist group not only by Turkey, but also the U.S., the European Union, and NATO. The so-called “General” Mazloum Kobani Abdi, the commander of the Kurdish forces, YPG, in northern Syria, is someone who Abdullah Ocalan, the blood-thirsty head of the PKK now in prison in Turkey, has called “My spiritual son.” In reality, Abdi is a war criminal, just as Ocalan was.
Consider what the U.S. would do if a terrorist group is positioned just across its border.
As for the other terrorist group in Syria, the ISIS, it is no more than the product of the US-led coalition’s efforts to topple the Assad regime in Syria. The current Syrian war is a proxy war started by the Obama administration in 2011, and continued till now. The U.S. Syrian adventure ignored the disastrous consequences of the George W. Bush policy to topple Saddam Hussein in Iraq, which caused political instability in the region and unleashed a massive humanitarian crisis. The war against the Syrian regime, which Turkey joined, stoked the birth and rise of fundamentalist Islamic factions of different shades also opposed to the Syrian regime. These fundamentalist factions are now grouped under the umbrella name, “ISIS.”
It should be mainly the task of the Syrian regime, however with some unwholesome acts in the past, to fight ISIS, with some help from outside forces, mainly the U.S. and Russia. Currently any U.S. help is unrealistic.
As far as the U.S. engagement in Syria, what has long been going on in Syria, in essence, is using one terrorist group, YPG, to fight another, ISIS. You, as the U.S. Congresspersons, should ponder whether that is, and has been, the right and morally sustainable course of action for the U.S. The Syrian war precipitated a huge migrant crisis in Turkey, with 4 million refugees crossing the border from Syria. In contrast, the migrant crisis has hardly reached the U.S. shores.
Turkish soldiers fought alongside the American GI’s in Korea (at which time most of you were not even born) and Afghanistan. How many Kurdish soldiers of YPG affiliation died in Korea and Afghanistan? And, as we frequently hear in the media and among the politicians, it is the Kurds, not Turks, that are “allies” of the U.S.?
As for “Armenian genocide,” it has no historical basis, and likewise no legal basis. Hundreds of historians do not consider the 1915 events in Ottoman Anatolia as genocide. The recognition of “Armenian genocide” by the House would violate a fundamental tenet of the 1948 UN Convention on Genocide, which requires the judgment of a competent court for assignment of such crime to individual or individuals. There exists no such court determination. If the Armenian side wishes to press on with its genocide accusations, it should take its case to the International Court of Justice in The Hague. But it does not dare to do so; instead, it relies on propaganda backed by much activism and financial resources. Legislators should not act as historians or as adjudicators. Nor should they sanction a prejudicial, hatred-driven bill aimed to politicize a tragic historical event. Please consider the facts included in the Attachment (a 7 plus-page PDF file) and vote NO against H.Res.296.
Respectfully, Ferruh Demirmen, Ph.D. Houston, Texas
Şimdi, Sevr Anlaşması ile ilgili olarak 11 Ağustos 2017 tarihinde Turkish Forum’da (ABD) yayınlanan yazımı paylaşmak istedim. Çünkü, Hafaza-i Beşer Nisyan ile malüldür.
Sevr Anlaşması : Türk Milleti’ne Kurulan Büyük Tuzak
Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan 14 Aralık 2016 tarihinde “Yaşadığımız bu dönem en az İstiklal harbi kadar zordur. Bugün adı konulmamış bir Sevr tehdidi ile karşı karşıyayız” diyerek Sevr Anlaşması’na önemli bir atıfta bulunmuştur. Yazılı ve görsel medyada 10 Ağustos’ta bu konuya çok az değinilmesi, sanırım iç siyasi gelişmelerin yoğun olmasından kaynaklanmıştır. Dün, 10 Ağustos, Türk Milleti’ne Kurulan Büyük Tuzak olan Sevr (Sévres) Anlaşması’nın (Le Traité de Sèvres), 97’nci yıldönümü idi. Başlıktaki ifade bir kelime hariç (tuzak yerine suikast) büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ündür.
Osmanlı Devleti’nin 1920 yılında imzaladığı Sevr Anlaşması Türklere Orta Anadolu’da 120 bin kilometrekarelik bir bölgeyi bırakıyordu. Sevr, emekli Büyükelçi Osman Olcay’a göre Avrupa’da 102 oturumda hazırlanan 433 maddelik bir idam fermanıydı. (Sevr Andlaşmasına Doğru, AÜSBF Yayını, Ankara, 1981.
Sevr paylaşımını hazırlayan ABD Başkanı Woodrow Wilson’dur. ABD Planın kabul edilmemesine bozulmuş, Lozan’ı onaylamamıştı. Türk düşmanı İngiltere Başbakanı David Lloyd George da 29 Ekim 1919 tarihinde Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada da şunları söylemişti: “Dünyanın en zengin topraklarından biri olan geniş bir ülkeyi Türk’ün mahvedici nüfuzundan azad eyledik. Medeniyet yüzlerce yıl bu yolda başarısızlığa uğradıktan sonra İngiltere bunu gerçekleştirdi.” (Taha Akyol, Bilinmeyen Lozan, İstanbul, 2014, s. 23).
Lloyd George’un Atatürk hakkında “İnsanlık tarihi birkaç yüzyılda bir dahi yetiştirebiliyor. Şu talihsizliğimize bakınız ki Küçük Asya’da çıktı. Hem de bize karşı. Elden ne gelebilirdi?”
dediği söylense de, bu konuda kanıt yoktur. Lloyd George’un Birinci Dünya Savaşı anılarını bir araya getirdiği War Memoirs of David Lloyd George adlı 2 ciltlik kitapta bu yönde bir söz yer almamaktadır ). AÜ SBF’den arkadaşım ve meslektaşım Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın Yakın Tarihin Gerçekleri kitabında da (s. 106) bu sözün doğruluğunun belgelenemediğini belirtilmektedir. Belgelenmese bile bu ifade, bir gerçeğin açıklanmasıdır.
Sevr Anlaşması, Birinci Dünya Savaşı sonrasında İtilaf Devletleri ile Osmanlı İmparatorluğu arasında 10 Ağustos 1920 tarihinde Paris’in batı banliyösü Sevr kasabasındaki Seramik Müzesi’nde (Musée National de Céramique) imzalanmıştır.
Bu müze, Türkiye için Anlaşma’nın imzalandığı yer olması bakımından önemlidir. Bir diğer önemi de, Ermenilerin müzenin önüne 8 Mart 2001 tarihinde sözde Ermeni Soykırım Anıtı dikmesidir. Anıtın üzerinde “1915’te Jön Türk Hükümeti tarafından Birinci Dünya Savaşı’nda soykırıma uğratılan 1.5 milyon Ermenin anısına” yazılıdır. Bu ifade Auschwitz- Birkenau toplama kampının önünde de vardır. Bir farkla: 1.5 milyon Yahudi 1.5 milyon Ermeni olarak değiştirilmiştir. Bu, uluslararası intihaldir.
Mahatma Gandi Sevr Anlaşması’nı adaletsizlik anıtı olarak adlandırmıştır: “Türkiye’ye barış diye imzalatılan bu anlaşma uzun süre yürürlükte kalırsa onur kırıcılığın ve insan yapısı adaletsizliğin bir anıtı olacaktır. Savaşta talihi yaver gitmedi diye kahraman ve cesur bir ırkın yok edilmeye çalışılması insanlığın bir zaferi olmayacak, fakat insanlık dışı davranışın bir örneği olarak tarihe geçecektir. ” (Ravindra Kishore Sinha, Kurtuluş Savaşı, Devrimler, Mustafa Kemal ve Mahatma Gandi, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1972, s.102-181)
Amerikalı tarihçi Paul C. Helmreich Sevr Anlaşması için 19’ncu yüzyıl sömürgeciliğini izleyen önemli bir emperyalist çözüm demiştir: “Herkesin Türkiye’de bir çıkarı vardı; olmayanlar da icat ediyordu. Bir anlamda, çıkar çatışmalarının da ötesine geçilmiş, yıllara yayılan uyutma anlaşmaları süreci, yerini nefret tutumuna bırakmıştı. Barbar bir ulus olan Türkleri, Avrupa’dan kovma fırsatı kaçırılmamalıydı. Lloyd George, sezgi gücünü yitirmiş, Türkler’in İstanbul’dan çıkarılmasında diretiyordu. Türkiye topraklarında, neredeyse akla gelebilecek bütün azınlıklar için birer ülke planlanıyordu. Büyük güçler, kamp ateşinin çevresinde, aç gözlerle fırsat kollayan kurtlar gibiydi”. (Paul C. Helmreich, From Paris to Sevres: The Partition of the Ottoman Empire at the Peace Conference of 1919-1920, Ohio State University Press, 1986. Türkçesi Sevr Entrikaları, Sabah Yayınları, İstanbul, 1996, s. 22)
İtilaf Devletleri, Osmanlı topraklarını Birinci Dünya Savaşı sonrasında hemen işgal etmiş, Meclis dağıtılmış, Osmanlı Hükümeti her söyleneni yerine getiren bir duruma düşürülmüş, toprak paylaşımı savaş devam ederken 9 anlaşma, bildiri ve konferans ile önceden belirlenmişti: İstanbul Mutabakatı (Mart-Nisan 1915), Londra Anlaşması (26 Nisan 1915), Hüseyin-Mc Mahon Mutabakatı (Temmuz 1915-Mart 1916), Sykes-Picot Anlaşması (6-16 Mayıs 1916), Saint-Jean de Maurienne Anlaşması (18 Ağustos 1917), Balfour Bildirisi (2 Kasım 1917), Hogarth Bildirisi (Ocak 1918), Yediler Bildirisi (Haziran 1917) ve San Remo Konferansı (19-26 Nisan 1920). (Ana Britannica, Cilt 27, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1994, s. 361)
Sevr Anlaşması’nda; İskenderun, Adana, Mersin ve Çukurova’yı içine alan Fransız nüfuz bölgesi, Sivas’ın Kuzeyine kadar uzanıyordu (Ek Protokol). Antalya merkez olmak üzere, Bursa’dan Kayseri’ye çekilen, Afyonkarahisar’dan geçen hattın Güneyinde kalan Güneybatı Anadolu ve günümüzde de tartışma konusu olan 12 ada İtalyan nüfuz bölgesi oluyordu (Ek Protokol). Yunanistan; İzmir’le birlikte Batı Anadolu’yu, Edirne ve Gelibolu dahil, tüm Trakya’yı ve Ege adalarını alıyordu (Md. 84-87). İstanbul, Marmara Denizi ve Çanakkale, Türk askerinden arındırılarak İtilaf Devletleri’nin denetimine bırakılıyordu. (Jacques de Benoist – Mechin, Mustafa Kemal Bir İmparatorluğun Ölümü, Bilgi Yayınları, Ankara, 1997, s.192)
Sevr Anlaşması, günümüzde en az Lozan Anlaşması kadar önemlidir. Çünkü Anlaşma’da Kürdistan’ın ve de Batı Ermenistan’ın kurulmasına ilişkin hükümler vardır.
İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerinden oluşan bir Komisyon Fırat’ın doğusundaki Kürt vilayetlerinde bir yerel yönetim düzeni kuracak, bir yıl sonra Kürtler dilerse Milletler Cemiyeti’ne bağımsızlık için başvurabilecektir. Madde 64 aynen şöyledir: “İşbu muahedenin mevki-i meriyete vaazından bir sene sonra 62 inci maddede zikredilen havalideki Kürtler, bu havali Kürtlerinin ekseriyeti Türkiye’den ayrılarak müstakil olmak arzu ettiğini ispat ederek Cemiyet-i Akvam Meclisine müracaat ederler ve Meclis de ahali-i mezkûreyi bu istiklâle lâyık görür ve onlara istiklâl bahşetmesini Türkiye’ye tavsiye eyler ise Türkiye işbu tavsiyeye muvafakat ve bu havali üzerindeki bilcümle hukukundan feragat etmeği şimdiden taahhüt eder.”
Kürdistan, Lozan Anlaşması ile tarih olmuştur.
Günümüzde Demokratik Özerklik ve Referandum adı altında bazıları Sevr’i geri getirmek istemektedirler. Demokrasi, özerklik, Avrupa Özerklik Şartı gibi kulağa hoş gelen ama altında gizli emellerin bulunduğu sözlere kanmayalım, bazı aydın geçinen ama bir türlü aydın olamayanların sözlerine de inanmayalım. Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani, referandum kararından geri adım atmayacaklarını 9 Ağustos’ta açıklamıştır. Londra merkezli El-Hayat gazetesine verdiği röportajda, 25 Eylül’de yapılması beklenen referandum kararını, “Bağımsızlığa adım atmak” şeklinde nitelemiştir.
PKK’nın Kandil’deki yöneticilerinden Murat Karayılan geçmişte “Kürt inkarı üzerinde şekillenen Lozan Anlaşması artık ortadan kalkıyor. Dolayısıyla, Davutoğlu daha bir yıl önce karar aldıklarını söylüyor ki bu doğrudur” diyerek Lozan üzerinden Sevr Anlaşması’na atıfta bulunmuştur.
Yine geçmişte Diyarbakır Silvan’da 13 şehidin verildiği günde Demokratik Toplum Kongresi demokratik özerklik ilan etmiştir. Kongre’de BDP’yi temsil eden Batman milletvekili Bengi Yıldız, Taraf Gazetesi’nden Neşe Düzel’e demokratik özerkliğin ne anlama geldiğini kendine göre açıklamıştır. Yıldız, Demokratik Özerklik (Sevr Anlaşması’ndaki ifadesiyle muhtariyet-i mahalliye) ilan edilen bölgenin Kürdistan olduğunu belirterek bu bölgenin Sivas Koçgiri, Maraş’ın bir kısmı, Erzincan, Malatya, Elazığ tarihsel olarak Erzurum, Van, Ağrı, Batman, Diyarbakır ve Doğu ve Güneydoğu’nun tamamı olduğunu söylemiştir. Sevr Anlaşması’nda da bu iller Türkiye’nin sınırları dışında tutulmuştu.
Sevr Anlaşması’nda Kars, Erzurum dahil ülkenin Doğusu tümüyle Bağımsız Ermeni Cumhuriyeti adıyla Ermenilere verilmiştir. Paris Barış Konferansı sürecinde Ermenistan’ın sınırları konusu ABD Başkanı Wilson’un hakemliğine bırakılmış, Wilson da General James G. Harbord başkanlığındaki bir Amerikan heyetini incelemelerde bulunmak üzere 1919 sonbaharında Türkiye’ye göndermiştir. 1919 Eylül ve Ekim aylarında Türkiye’de incelemeler yapan Harbord, vardığı sonuçları bir raporla ABD Kongresi’ne sunmuştur.
Rapor’da; Türkler ile Ermenilerin barış içinde yüzyıllarca yan yana yaşadıkları, tehcir sırasında Türklerin de Ermeniler kadar acı çektikleri, Ermenilerin Türkiye’de hiçbir zaman çoğunlukta olmadıkları ve olaylara ilişkin acıklı ve korkunç iddiaların yanlış olduğu tespit edilmiştir. ABD Kongresi rapor üzerine 1920 Nisan ayında Ermenistan’a mandater olunmasını reddetmiştir.
10 Ağustos 1920 tarihinde Ermenileri bir defa daha umutlandıran Sevr Anlaşması imzalanmıştır. Anlaşma, Osmanlı Devleti’nin Ermenistan’ı özgür ve bağımsız bir devlet olarak tanımasını hükme bağlamış, sınırın tespitini ise Wilson’un hakemliğine bırakmıştır. ABD Başkanı Woodrow Wilson da 22 Kasım 1920’de Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis illerini Ermenistan’a vermiştir.
Batı Ermenistan Lozan Anlaşması ile tarih olmuştur.
Ermenistan Milli Marşı’nda ”Topraklarımız işgal altında, bu toprakları azat etmek için ölün, öldürün” yazılıdır. Karabağ’da katliam yapan Ermeni kuvvetlere komutanlık yapan bugünkü Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’dır. Erivan´da yapılan Gelişen Ermenistan Partisi’nin 4’ncü Kurultayına katılan Serj Sarkisyan’ın, “Bağımsızlık Karabağ halkının seçimidir. Uluslararası hukuk dahi bu konuda farklı yaklaşım ortaya koyamaz” dediğini unutmayalım.
Almanya’da 14-17 Eylül 2017 tarihlerinde Sabancı Üniversitesi’nin de desteği ile bir workshop düzenlenecektir: Workshops on Armenian and Turkish Scholarship (WATS) 2017. Past in the Present: European Approaches to the Armenian Genocide. Venue: Europäische Akademie Berlin and Lepsiushaus Potsdam.
Bu Workshop’a Türkiye’den katılıp sunum yapacak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan 5 öğretim üyesine biri İngilizce olmak üzere konu ile ilgili bildirilerimi gönderdim ama biri dışında bana dönen olmadı. Ayrıca katılım için kayıt yaptırdım ama bugüne kadar onay gelmedi.
Son nokta: Lozan Anlaşması’nın değerini bilelim. Çünkü Sevr Anlaşması Atatürk’ün ifadesiyle Türk Milleti’ne kurulan büyük suikasttır. Lozan Anlaşması ise Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusudur. (https://www.turkishnews.com/tr/content/2017/08/11/sevr-anlasmasi-turk-milletine-kurulan-buyuk-tuzak/)