Yıllardan bu yana bazı din adamları, korkutma, cezalandırma yöntemiyle dini topluma kabul ettirmeye, yaymaya çalıştılar.
İnsanları birbirlerine düşman ettiler.
Halkı cemaatlere, tarikatlara böldüler.
Kamplara ayırdılar.
Makamlarını, mevkilerini, iktidarlarını korumak için insanları birbirleriyle çatıştırdılar.
Savaşlara soktular… Birbirlerine kırdırdılar.
İmamların, şeyhlerin, mollaların, başkanların hatalarını görmezden gelmeye alıştırdılar.
Liderlerinin önünde iki büklüm olmaya, itaat etmeye, verilen emirlere bilinçsizce uymaya çağırdılar.
“İmam, şeyh – şıh ne söylerse doğru söyler, ne eylerse güzel eyler” düşüncesini çıkmamak üzere beyinlere yerleştirdiler.
Bunun için de yığınları bilgisiz, eğitimsiz, cahil bıraktılar. Bu yolla mantıklı düşünmelerini, doğru karar vermelerini önlediler.
Bir Profesör Doktor olan Bülent arı, bir zamanlar şunları söylemişti:
“Ben bu ülkede cahil, okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine (anlayış – seziş) güveniyorum, ülkeyi ayakta tutacak olanlar, okumamış, cahil halktır. Profesörden başlayarak en tehlikeli olanlar üniversite mensuplarıdır, en güvenilir olanlar, ilkokul bile okumamış olanlardır. Okuma oranı arttıkça beni hafakanlar basıyor” demişti.
Çünkü onlara dindar ve kindar gençler fazlasıyla yetiyordu…
Çünkü halkın bilinçsiz, bilgisiz kalması onları ayakta tutuyor, sürgit, toplumu istedikleri yöne koyun sürüsü gibi yönlendirmelerini sağlıyordu.
Türk yöneticiler Osmanlı döneminden bu yana Müslümanlıkta Arapları kendilerine örnek aldılar. Onları kendilerine kılavuz edindiler.
Medeniyette geri ve cahil kalan Müslüman ülkelere değer verdiler.
Sevgiyi, hoş görüyü, eşitliği, dayanışmayı, barışı kendilerine ilke edinen Yunus Emreleri bir kenara bıraktılar.
Pir Sultanlara zulmettiler, yaşamlarını darağaçlarında sonlandırdılar.
Mustafa Kemal Atatürk Cumhuriyetin ilanı ile bu geleneği tarihe gömdü.
Dini siyasetten, siyasal yönetimden ayırdı.
Din sömürüsüne ve siyasal İslam’ın varlığına son verdi.
Atatürk bu konuda şunları söylüyordu:
“Siyasetimiz, dine aykırı değil. Türk milleti, bütün sadeliğiyle daha dindar olmalıdır. Batıl inanışlardan uzak, aydınlanmış bir din daha var…”
Bülent Ecevit de bu konuda şöyle konuşuyordu:
“Türkiye’de dine bağlı veya dinci kesimlerden bir kısmı daha çok başka ülkelerden başka kültürlerden ithal edilen bir İslam anlayışına kapılmışlar. Oysa Türk halk tasavvufunun çok ilginç bir İslam anlayışı var.
Başka bazı İslam ülkelerinde din duygusu Allah korkusuna dayanır. Türk halk tasavvufunda ise din duygusu Allah sevgisine dayanır ve Allah sevgisi insana sevgi olarak yansır.
Dolaysıyla beraberinde hoşgörüyü getirir, özgürlüğü getirir ve beraberinde barışçılığı getirir…”
Burada yeri gelmişken hemen şunu belirtelim:
Dinle laiklik, dinle demokrasi, dinle Cumhuriyet ve en önemlisi dinle Atatürk asla çakışmaz, çelişmez.
Bazı yobaz çevreler tarafından din, bu anlayış ve düşünce üstüne bina edilmek istendi. Cumhuriyete, demokrasiye, Atatürk’e savaş açıldı. Laikliğe son verildi. Hutbelerde Atatürk adı yasaklandı.
Demokrasi, Cumhuriyet düşmanı tarikatlar, cemaatler yerden biter gibi çoğaldı. İktidar da bu gidişi, bu gelişimi destekledi.
Oysa gerçek bunun tam tersiydi. Sevgiye, saygıya, demokrasiye, özgürlüğe dayanan dinler vicdanlarda yerlerini alıyor, daha çok gelişiyorlardı.
Saddam Hüseyin, Beşar Esat son zamanlarda bilimden, eğitimden, özgürlükten vaz geçerek tarikatlara, cemaatlere yöneldiler ve onların serpilmelerini, gelişmelerini sağladılar…
Bu durum ıeni yeni siyasal İslam çetelerinin ortaya çıkmasına sebep oldu ve onların sonunu getirdi.
Aydınlığa çıkabilmemiz için bir tek çözüm yolu var:
Dinle devlet işlerini birbirinden ayırmak, siyasal İslamcı politikalara son vermek; tarikatların, cemaatlerin peşinden gitmemektir.
Tek adamlı rejim uygulamasını bitirmeden ne demokrasiye, ne özgürlüğe ne de laikliğe geçilir.
Vakit kaybetmeden parlamenter sisteme yeniden dönülmelidir…