Atalarımız “Her şeyde bir hayır vardır” derler.
Son Ortadoğu savaşı ile ülkemiz, bu “Hayırlı olaylardan” birisini daha yaşadı. Zor dönemlerde, Arapların Türklere nasıl bir düşünce ve tavırla yaklaştığını öğrendi.
Arap hayranlığı, Arapları yüceltme, onlara üstün bir nitelik verme, yüzyıllardan beri sürüp gelen bir gelenek, alışkanlık, tercih olmuştur ülkemizde…
Bu yüzden Osmanlının kuruluş aşamasından sonra Türk’e ve Türklüğe verilen önem, yıllar geçtikçe nefrete, kine dönüştü.
Özellikle Yavuz Sultan Selim’in halifeliği almasının ardından çok Türk katledildi. Bazı tarihçilere göre bu sayı 40 bindir.
Daha sonraki yıllarda ise Hırvat kökenli, sadrazam Kuyucu Murat Paşa döneminde (1606-1611), 155 bin insanın kılıçtan geçirildiği ya da diri diri kuyulara doldurulduğu yazıldı.
Osmanlının duraklama ve gerileme dönemlerinde sultanlar, devlet adamları ülkenin kurtuluşunun İslam’a, özüne, yani Arap yaşantısına dönmekle gerçekleşebileceğini savunmaya başladılar.
Bu yeni anlayış ve akımla Araplar, Arap önderleri, Arap uluları ön plana geçti.
Abdülhamit ömrü boyunca tüm siyasetini Araplar ve İslamiyet üzerine kurmaya çalıştı.
Osmanlıda İslamiyet’in öne çıkmasıyla Türkler ikinci plana atıldılar ve değersizleştirildiler. Öyle ki ülkede “Türk’üm” demek suç oldu.
Ama vergi toplamada, askere göndermede ilk akla gelenler yine Türkler oluyordu.
Eken, biçen, üreten onlar; ama horlanan, aşağılanan, küçük görülen yine onlardı. Şöyle deniliyordu:
“Türk değil mi, Merzifon’un eşeği, /Eşek değil, köpekten de aşağı.”
Buna karşılık halkımız da duygularını şu sözlerle dile getirmişti:
“Şalvarı şaltak Osmanlı / Eyeri kaltak Osmanlı / Ekmede yok, biçmede yok / Yemede ortak Osmanlı”
Mustafa Kemal Atatürk, bütün bu gerçekleri şu çarpıcı sözlerle ortaya koydu:
“Yedi asırdan beri cihanın dört köşesine sevk ederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini yabancı topraklarda bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz ve buna mukabil daima tahkir, terzil (rezil etme) ile mukabele ettiğimiz ve bunca fedakârlıklarına ve ihsanlarına (iyiliklerine) karşı nankörlük, küstahlık ve cebbarlıkla uşak menzilesine (mertebesine) indirmek istediğimiz bu asil sahibin huzurunda bugün ihtiramla (saygı ile) hakikî (gerçek) vaziyetimizi alalım.”
Kurtuluş savaşı döneminde İslamcılık, şeriatçılık akımının yanına bir de emperyalizm yandaşlığı, uşaklığı eklendi. Bu gerici çeteleri, bağımsızlık savaşı yeren ulusalcı güçlere karşı, her zaman, yabancı devletlerle işbirliğine girerek onları arkadan hançerlemiş, “hıyaneti vatan” suçu işlemişlerdir. Zaten siyasal İslamcıların, tarihinde “emperyalizmi ülkeden kovmak” diye bir sorunları olmamıştır, bu konuda herhangi bir çabaları da yoktur.
Denilebilir ki Kurtuluş Savaşı sadece dış düşmanlara karşı verilmiş bir savaş değildir; o aynı zamanda “şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit eden; gaflet, dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunan” işbirlikçiler ordusuna karşı da verilmiş bir savaştır.
Atatürk’ün ölümünden hemen sonra bu yüce Kemalist ideoloji ve yönetim yön değiştirdi. Tarikatlar, imam hatipler yeniden yapılanmaya başladı.
1950’lerden sonra, Menderes iktidarında ise Amerika ile can ciğer, kuzu sarması olduk.
O yıllarda Politikacılarımız yurdumuzu “Küçük Amerika” yapabilmek için can atıyorlardı.
Halkımız bu yönlendirmelerin de etkisiyle, ABD’ye büyük bir hayranlık besliyordu. Uğruna şarkılar besteliyor, türküler yakıyordu. Küçük, tek katlı bahçeli evleri, filmleri, aşkları, arabaları ile Amerika ulaşılmak istenen uzak bir cennet gibiydi.
Bu arada ABD, yığınların önüne “dincilik” unsurunu çıkarmayı, onların bilincini boş inançlarla doldurmayı da unutmuyordu.
Yurdumuzda estirilen bu ılık Amerikan rüzgârı, halkımızın beynini uyuşturmak için kullanılan bir kültür emperyalizmiydi.
1950’lerden sonra Atatürk Devrimleri, laiklik, tam bağımsızlık anlayışı bir kenara bırakıldı. Tekkeler, tarikatlar birbiri ardı sıra yeniden açılmaya başlandı. Yerden biter gibi çoğalan İmam Hatip okulları ile “Tevhid-i Tedrisat” (Öğretim Birliği) yasası ayaklar altına alındı.
Atatürk’ün kapıdan kovduğu gericilik, şeriatçılık bacadan ülkemize yeniden girdi.
12 Mart,12 Eylül darbeleri ve 2002’de AKP’nin iktidar olması ile sevgili yurdumuz ABD ve AB’nin “Yolgeçen Hanı”na döndü. Girişler, çıkışlar; Amerika’ya gidip gelmeler arttı. Karşılıklı çıkarlar, hizmetler, görevlendirmeler gündeme geldi.
20 Ekim 1996’da Aydınlık dergisi manşetten şu haberi veriyordu:
“Abramowitz Tayyip’i, Erbakan’ın yerine hazırlıyor.”
O zaman “bir komplo teorisi” gibi değerlendirilen bu haberin doğruluğu yıllar sonra kanıtlanmıştı.
ABD, gözüne kestirdiği, kullanmak istediği kişilerle aylar, yıllar öncesinden diyaloga giriyor, ön hazırlıklar yapıyor, daha sonra da onları ülkesine çağırarak, kendisine nasıl hizmet vereceğini ayrıntıları ile anlatıyordu.
Atatürk ilkelerinin ve devrimlerinin zayıflatılmasının; laikliğin, Cumhuriyetin ve bilimsel düşüncelerin yok edilmesinin başlangıcı Demokrat Parti (DP) dönemine rastlar. Süleyman Demirel ve Özal hükümetleri ile devam eder. AKP iktidarı ile doruğa ulaşır…
Umarım bu son Ortadoğu olayları ile ABD’nin, AKP’nin ve Arapların gerçek yüzleri ortaya çıkmıştır. Arapların Türklerin gerçek dostu olmadığı anlaşılmıştır.
Bir yanıt yazın