ÇIRPINIRDI KARADENİZ
Hüseyin MÜMTAZ
“YAMTAR”ın; Yakan Cumalıoğlu’nun ifadesiyle “uçmağa varması”nın üzerinden henüz birkaç gün geçmişti.
70’li yıllardan iki TÖRE’daşım çok güzel yazılar yazdılar arkasından.
Yağmur Tunalı’nın MDM’deki “Kafa’sız Kalan Dünya Dövünsün” başlığı ilk okuyuşta şaşırtmadı. Hâttâ “Çok da güzel düşünmüş” diye de geçirdim içimden.
Sonra dikkatle bakınca başlığın “Kafalı’sız Kalan Dünya Dövünsün” olduğunu gördüm.
Ercilasun da Yeniçağ’da; “Türkçüler ve Türk âlemi yiğit bir evladını, müstesna bir âlimini kaybetti. O bizim ağabeyimizdi, hocamızdı. Son dönem Türk milliyetçilerinin Oğuz Han soylu öncülerinden biriydi. Tarihçi idi, kültür adamı idi, Türkçü idi” dedi.
Şimdi bunun, “Karadeniz’in çırpınması ile ne ilgisi var?” diyeceksiniz.
Var…
Kafalı’nın; “Türkiye’deki bazı manasız tartışmaların boş olduğunun anlaşılması için, Anadolu’nun Türkler tarafından vatanlaştırılmasının geçirdiği merhaleleri, tarih ilminin verileriyle ortaya koymak yeterli olacaktır” düşüncesinden hareketle biz de, tam da onun dediği gibi sağından solundan çekiştirilerek lüzumsuz mecralara götürülen Karadeniz meselesini bir kere daha gözden geçirelim dedik.
Kendisinin, lütfedip adımıza imzaladığı “ANADOLU’NUN FETHİ VE TÜRKLEŞMESİ” adlı başeserine başvuracağız. (Atatürk Kültür Merkezi Yayını. Ankara 1998)
“1040 yılında Tuğrul ve Çağrı Beğler kumandasında Oğuz, diğer bir deyişle Türkmen ordusunun Dandanakan’da Gazneli ordusunu perişan etmesiyle Ön Asya ve Anadolu’nun yolu artık Oğuz Türklerine açılmaktaydı.
Türk fütuhat hareketinin Anadolu’yu vatan tutmaya yöneldiği bu sırada Anadolu’nun umumi durumunu izah etmekte fayda vardır: Atalarımız tarafından fethedilişinin arefesinde Anadolu, nüfusunu kaybetmiş ve harabeye dönmüş bir coğrafya durumundadır.
Türk fütühatının arefesinde, Anadolu’da ancak şehirlerde yaşayabilmekte olan mahdut miktardaki nüfusun etnik durumunu verecek olursak, Anadolu’nun doğusunda Ermeniler, batısında ise Rumlar oturmaktaydılar. İşte böyle bir zamanda Anadolu’ya giren Oğuz Türkleri yani Türkmen atalarımız, Bizans’a karşı ilk zaferlerini 1048 yılında Erzurum’a yakın Hasankale ‘Pasinler’ muharebesinde elde ettiler. Bu muharebeden sonra 1048’de Erzurum, 1057’de Malatya, 1059’da Sivas, 1064’te Kars ve Antakya şehirleri, 1067’de Kayseri, Niksar ve Konya şehirleri, 1068’de Amoryum: Amuriyye (Emirdağ yakınlarında eski bir kale) ve 1069’da Honas (Sandıklı yakınlarında eski bir kale), Türk kuvvetlerinin eline geçti.
Bizans İmparatorunun parayla tutulmuş ve birçok milletlerden meydana gelen 200 bin kişilik kalabalık ordusunu Sultan Alp-Arslan (1030-1072), Van Gölü’nün kuzeyindeki Malazgirt sahasında karşıladı. Bu orduda Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlara inen Uz ve Peçenek Türklerinden meydana gelen 20 bin kişilik Türk birliği de vardı. Bilindiği üzere Sultan Alp-Arslan, 26 Ağustos 1071 günü kendisinin beş misli sayıdaki bu büyük Bizans ordusunu perişan etti. Bizans ordusunun bünyesinde yer alan 20 bin kişilik Uz ve Peçenek Türkü’nün muharebe esnasında karşıdakilerin savaş naralarından onların kendi soydaşları olduğunu anlar anlamaz topluca oklarını Bizans saflarına çevirmeleri ve kardeşlerinin saflarına katılmaları, millî tarihimiz bakımından çok mühim bir hadisedir.
Türklerin Anadolu’ya girdikleri tarihten Millî Mücâdele’nin sonuna kadar, Türklerin yanında ayrı mahalleler halinde yaşayagelen Ermeni ve Rum unsurlar, atalarımızın müsamahalı hukuk ve din anlayışlarının neticesi olarak dinî ve millî yapılarını muhafaza etmişlerdi. Askere alınmayan, yalnızca vergi bakımından farklı muameleye tâbi olan Rumlar ve Ermeniler umumiyetle ticaret yaparak rahat ve refah içinde yaşarlardı. Din, soy, kültür ve tarih bakımından Türklerden farklı oldukları için 900 yıldır beraberlik devresinde Türklerle karışmamışlar ve müsamahalı bir idare altında millî- dinî bünyelerini muhafaza etmişlerdir. Tarihlerde de Türklerin Ermeni ve Rumlarla karışmalarına dair herhangi bir kayıt yoktur. Nâdiren ‘İhtida’ (İslâmiyete girme) hadiseleri olsa bile bunlar ferdî misaller olmaktan ileri gitmemiştir. Bu da ancak denizin yanında damla misali olmaktan ileri gidemeyeceğine göre, Anadolu’nun eski ahâlisinin Türklerle karışması, yâni yeni bir millet haline gelmesi veya bu eski kavimlerin milliyetlerini değiştirerek toplu halde Türkleşmeleri asla vârid olmamaktadır. Türklük konusunda fikir ileri sürerken ilmi hakikatlerin sesini dinlemeden söz söyleyenler, tarihin onları mahcup edeceğini hesaba katmalıdırlar
Türk fetihleri öncesi Anadolu’da ancak şehirlerde ve yakın çevresinde yaşayabilmekte olan nüfusun doğu bölümünde Ermeniler, Süryanîler, batısında ise Rum adındaki yerli Anadolu kavimleri oturmakta idiler. Buradaki Rum etnik yapısı Grek manasında değildir. Bilindiği üzere Grekler menşe itibarıyla Yunanistan ve Mora yarımadasında oturmaktadırlar. Buradaki Rum tabiri, Türk ve İslâm ülkelerinde Romalı manasına kullanılmıştır.
Burada yanlış bir kanaati daha düzeltmek zarureti vardır. Bizans İmparatorluğu, yaygın bir kanaat olarak Grek asıllı veya Grekler esas olmak üzere bir imparatorluk zannedilir. Roma İmparatorluğu 395 tarihinde doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrılınca Doğu Roma’nın başındaki ilk hanedan tabiatıyla Latin asıllıydı. Bu hanedandan sonra gelen hanedanlar arasında Anadolulu kavimlerden Amoriumlular, İzavrialılar, Ermeniler, Rumelili kavimlerden Epirliler, Makedonyalılar, hatta Suriye Aramîlerinden hanedanlar yanında Üçüncü Tiberius gibi Got asıllı olanlar da vardır.
Dolayısıyla Bizans İmparatorluğu, Grek olmayan pek çok Anadolu ve Balkan kavimlerini, Ortodoks birliği içinde kullanmışlardır. Bulgarlar’ı da Hamdanîler’e uç halkı olarak yerleştirdikleri anlaşılmaktadır. İkinci bir diğer Bulgar iskân bölgesi ise Ermeni ve Gürcü hududu olacaktır. Doğu Karadeniz Dağları’nın Trabzon’dan Rize’ye devam eden bölümü Bulgar Dağı adıyla bilinmekteydi. Günümüzde bu isim kaybolmuşsa da Osmanlı tarihlerinde Trabzon’dan Rize’ye uzanan Karadeniz Dağları’nın bu bölümü Bulgar Dağları adıyla zikredilmektedir.
Nitekim Fatih Sultan Mehmet, ordusunu bu dağların üzerinden geçirerek Trabzon’a ulaşmış ve fethetmişti. O devrede Bizans, Ermeni ve Gürcülerle mücadele etmekteydi. Bulgar Türkleri’nin buraya iskân edilmesinin mânâsı anlaşılmaktadır.
Osmanlı döneminden Cumhuriyet’e kadar gelişen olayları şu şekilde sıralamak mümkündür.
Sultan Fatih ile birlikte Anadolu’yu Türk hâkimiyetinde bütünüyle birleştirme olayı tamamlanacaktır.
Karadeniz bölgesinde 1204 yılında Haçlı-Latinlerin İstanbul‟u ele geçirmelerinden sonra Komnenos ailesinden bir kol Trabzon’a giderek Trabzon Rum Pontus İmparatorluğu adıyla bir devletçik kuracaklardır. 1204 yılından Fatih’in 1461 yılında burayı fethettiği zamana kadar, Trabzon çevresindeki şehir devleti hüviyetindeki sözde imparatorluk devam etmiştir.
Karadeniz sahilindeki Şile, Amasra gibi koloni-kaleleri ele geçirdikten sonra 1461 yılında Trabzon’un fethine sıra gelmişti. Karadeniz sahilinde pek çok kalenin varlığı bilinir. Ancak bu kalelerin içinde, Sinop ve Trabzon hariç, hiç biri şehir kalesi hüviyetinde değildirler. Bu kalecikler bugün dahi kapasiteleri ölçüsünde değerlendirildiği zaman elli-yüz veya iki yüz kişiyi barındırabilecek kaleciklerdir. Bu hususu tesbitten maksadımız bir yanlışlığı önlemek içindir. Karadeniz sahilinde yer alan bu kalecikler şehir nüfusu değil, Cenevizliler, Venedikliler veya Rumların ticaret konakları durumundadır.
Bu kalecikler, bir toplumun aile ve çocukları ile birlikte yaşadıkları yerler değil, korsan-tüccar hüviyetindeki denizcilerin kendilerini emniyete aldıkları yerlerdi. Ayrıca Karadeniz sahilinde tesbih tanesi gibi sıralanan bu kalecikler, çevre nüfusuyla bütünleşmiş olan kaleler de değildi. Bir diğer yanlış kanaatı daha burada düzeltmek zarureti vardır. Trabzon başta olmak üzere bütün Karadeniz sahilinde sanki yaygın bir Rum nüfusu var olarak düşünülmektedir. Samsun, Giresun ve Ordu başta olmak üzere bütün Karadeniz yaylaları ve dağlık bölgeler fetihten itibaren Türkmenler tarafından yurt olarak tutulmuştu.
1300’lü tarihlerden itibaren bu bölgenin bütün yaylalarını ele geçiren Türkmen boyları zaman içinde bu korsan kaleciklerini de ele geçirecektir. Giresun ve Ordu yöresinde bulunan mekân isimleri arasında ‘Bayramlu’ adının geçişi bir tesadüfî husus değildir. Çepni Türkmenleri başta olmak üzere Türk hayat tarzının icabı olan yaylak ihtiyacını karşılamak üzere bu bölgeler Trabzon’un fethinden çok daha önce vatanlaşmıştı. Osmanlı döneminde Giresun ve Ordu yöresinin ‘Bayramlu Sancağı’ adıyla anıldığı bilinir. Kelkit vadisinde ise Tâceddinoğulları, Niksar merkez olmak üzere güçlü bir beylik kurmuşlar idi. Yine bu beyliğin bütün Karadeniz yaylalarını ele geçirdiğini biliyoruz. Hatta bunu yer isimleriyle de tesbit edebiliriz. Türkler, hayvancılık ve besicilik ile meşgul oldukları için yaylaları ele geçirmek zorundaydılar. Çepnilerden Bayramlu Hacı Emir ve oğlu Süleyman Bey zamanında Giresun ve Ordu bölgesi tamamen fethedilmiş idi. Ayrıca Kürtün Beyleri, bu kaza merkez olmak üzere Trabzon’a yakın sahillere kadar inmişlerdi. Yukarıda da söylediğimiz üzere Karadeniz sahilinde yalnızca Trabzon ve Sinop Şehir-kale hüviyetindedir. Trabzon dağlarının üzerinde dahi Türkmen oymakları yurt tutmuş durumdaydılar. Bayramlu Süleyman Bey zamanında Şebin-Karahisar’dan Giresun’a kadar inen yolun yapıldığını dahi bilmekteyiz. Bu koloni-kaleciklerin fethi büyük bir nüfusu ifade etmemesi ve mekân olarak da büyük bir yer tutmaması itibarıyla Türkmenler tarafından mühim görülmemiştir. Yani bu kaleciklerin fethi, çevrenin ele geçirilmesinden daha sonra olmuştur. Böylece kale şehirlerin ikincisi Trabzon’un fethiyle birlikte vatan bütünlüğü tamamlanmış olacaktı. Bazı tarih kitaplarında Trabzon ve çevresinin fethi hadisesi sanki Karadeniz bölgesinin tamamı fethedilmiş gibi anlatılır. Hâlbuki, Fatih, Trabzon ile birlikte Trabzon’un doğusunda yer alan bu kabilden birkaç koloni meskeni ele geçirecektir. 1461 yılında karadan Sultan Fatih ve denizden Osmanlı donanması ile kuşatılan Trabzon kısa bir müddet zarfında ele geçirilecektir. Kaynaklarda verilen bilgilere göre son Trabzon Rum İmparatorunu ve maiyyetinden üç bin kişiyi Fatih İstanbul’a nakledecektir. O sırada Trabzon’un şehir nüfusunun beş-altı bin civarında olduğu bilinir. Zaten Trabzon kalesinin hacmi göz önüne alınırsa bu nüfustan fazlasını barındıramayacağı görülür. Böylece şehirden boşalan mahallelere Karaman ülkesinden nüfus nakledildiğine dair bilgiler vardır.
Günümüzde dahi Karadeniz bölgesinde Karamanlı soyadı veya lâkabı bunun işareti olarak görülmelidir. Trabzon’un bir mahallesi durumunda olan Boztepe’de bir cami ve yanında bir türbe vardır. Ahi Evren Camii ve Türbesindeki mezar kitabesinde vefat tarihi 1301 olarak görülmektedir. Bu durum bize bu tarihten önce buraların fethedildiğini göstermektedir. Yani Trabzon’un çevresi fethedilmiş, şehir yalnız kaleden ibaret kalmıştı. 1461 yılı, Batum’a kadar Karadeniz sahilinin Türk hâkimiyeti altında birleşmesine vesile olacaktır. Çevresi, Trabzon’un fethinden iki yüz-üç yüz yıl önce ele geçirilen ve vatanlaşan bu coğrafya, halis Türkçe yer ve mekân adlarını ihtiva eder. Nitekim tahrir defterlerinde sık sık geçen Oğuz boylarının ve Türkmen oymaklarının adı, yer ve yöre isimleri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Anadolu’nun fethi ve Türkleşmesinde Oğuzlar esas olmakla beraber, Karadeniz’in doğu bölümleriyle bugünkü Batum, Acara ve Azgur çevresinin Türkleşmesinde de Kıpçakların rolü olmuştur. Anadolu’nun fethini takiben Gürcü krallarının Oğuzlara karşı kuzeydeki Kıpçaklardan yardım istediği ve bunların birbirini takiben iki parti halinde Gürcistan coğrafyasına indiklerini bilmekteyiz. Bu sırada Kıpçaklar, eski Türk dinini muhafaza etmekteydiler. Kıpçakların birinci partide, kaynaklara göre kırk bin çadır halinde, ikinci partide ise yüz bin çadıra erişen miktardaki sayıya ulaştıkları nakledilir. Hatta bu Kıpçakların başındaki hanın adı ‘Konçak Han’ olarak verilir.
Meşhur Gürcü kraliçesi Tamara, bu Kıpçak hanının kızından torunudur. Bu manada Türkleşme bugünkü hudutlarımızın dışında devam eden ölçüde olmuştur. Anadolu’nun Fatih’le birlikte Trabzon’u fethiyle birlikte Türk vatanı haline gelişi böylelikle tamamlanmış oluyordu. O tarihten sonraki dönemde Karadeniz sahilindeki bu korsan koloni kaleleri, yeni gelişecek şehirlerin yanında bir nevi hatıra olarak kalacaklardır. Pek çoğu terkedilmiş olan harabe mekânlar durumunda günümüze kadar ulaşmıştır.
Böylece Karadeniz sahilindeki şehir namzetlerinin çevre nüfus ile bütünleşmesi neticesinde Karadeniz sahillerinde bugünkü şehirler ortaya çıkmıştır”.
Bu yazıda YAMTAR’ın sadece Karadeniz havalisini konu eden bölümlerini alıntıladık.
İster istemez Gençosmaoğlu’nu hatırladık.
Tanrıdağı’nda tan ağırdığı çağda, Oğuz Han’ın otağında, Tanrı Kut Mete’nin huzurunda Yamtar’ı; Atsız, Kür Şad ve Kül Tiğin’le diz vururken hayal ettik.
“Töredir; konan göçer, doğan gün batar elbet
Tanrı zeval vermesin devlet, din ve KUR’AN var
Dayanılmaz olsa da hepsinin acısı
Ulu Tanrı’ya şükür yine soy var Turan var” dedik.
Bir yanıt yazın