Site icon Turkish Forum

Cem Özdemir’e Raoul Wallenberg Madalyası Neden Verildi?

Türkiye kökenli olmasına rağmen her fırsatta kendi ülkesini aşağılayan,  Almanya'da kabul edilen sözde Ermeni soykırımı tasarısını tanıyan tasarıya imza atan Türk kökenli Almaya Federal Meclis Üyesi Cem Özdemir’e (cem.oezdemir@bundestag.de) bundan yaklaşık bir ay önce  19 Haziran 2019 tarihinde  Kaiser-Wilhelm-Gedachtniskirche Şapeli’nde gerçekleşen törenle Ermeniler ve  Türkler  arasında köprüler inşa ettiği için  Raoul Wallenberg Madalyası verilmiştir. - sadik ridvan karluk

Türkiye kökenli olmasına rağmen her fırsatta kendi ülkesini aşağılayan,  Almanya’da kabul edilen sözde Ermeni soykırımı tasarısını tanıyan tasarıya imza atan Türk kökenli Almaya Federal Meclis Üyesi Cem Özdemir’e (cem.oezdemir@bundestag.de) bundan yaklaşık bir ay önce  19 Haziran 2019 tarihinde  Kaiser-Wilhelm-Gedachtniskirche Şapeli’nde gerçekleşen törenle Ermeniler ve  Türkler  arasında köprüler inşa ettiği için  Raoul Wallenberg Madalyası verilmiştir.

Ödülü verenlerin  Özdemir’in  bu köprüleri  yıllar önce attığını dikkate almamaları çok ilginçtir. Özdemir, Federal Meclis’in 2 Haziran 2016’da geçirdiği ve 1915’teki Ermenilerin toplu katliamlarını soykırım olarak kabul eden tasarının mimarıdır.

12 Mart 2015 tarihinde Özdemir, Erivan’daki  sözde  Ermeni soykırımı anıtını ziyaret etmiş   Türkiye’yi de sözde soykırımı tanımaya çağırmıştı: “Bence Almanya açıkça Ermeni soykırımı meselesine atıfta bulunmalı. İki ülkenin bir arkadaşı olarak, Ermeni-Türkiye sınırını açmak için yardım etmeliyiz. Her iki ülkenin bir arkadaşı olarak, Ermeni-Türkiye ilişkilerinin Fransız-Alman veya Polonya-Alman ilişkileri gibi olması için çaba  harcamalıyız.”

Cem Özdemir, 24 Nisan Ermeni Soykırımı’mın anma günü vesilesiyle Facebook’taki sayfasındaki paylaşımı şöyledir:  “Ermenilerin ve diğer Hristiyanların tabi tutulduğu soykırımı bugün 104. kez anıyoruz. Bu korkunç faciayı ve Almanya’nın buna katılımını asla unutturmamalıyız. Bu konunun nihayet ders kitaplarımızda yer alma zamanı geldi.”

Kaynak:

Özdemir, 2016 yılında Federal Meclis’te 1915  tehcirini  soykırım olarak  tanıyan kararın alınmasını sağlayan kişidir.  Karar, 2 Haziran 2016‘da  “dikkate değer bir çoğunluk” la geçmiştir. Özdemir, kararın başkalarını işaret etmek için  alınmadığını, Almanya’nın soykırım konusundaki  sorumluluğunu kabul ettiğini  açıklamıştır. Ona göre 1915’te Almanya  Osmanlı İmparatorluğu’nun yakın bir müttefikiydi ve Almanya gibi soykırımı kabul etmeliydi.

Federal Meclis’teki oylamadan önce Özdemir şu açıklamayı yapmıştır:  “Soykırım kadar barbarca bir şeyden  sözetmek için hiçbir zaman uygun bir zaman yoktur. Uzun ve  tartışmalı  görüşmelerden sonra, bugün soykırımdan bahseden, açıkça Almanya’ya da  atıfta bulunan bir girişime oy veriyoruz ve bu suçun Almanya’yı Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleşmesi ve iki ülke arasındaki yakınlaşma için çalışmaya zorladığını tespit ediyoruz.”

Uluslararası Raoul Wallenberg Vakfı, (IRWF) Bundestag Soykırım Yasası’nın  hazırlanmasında ve yasalaşmasında  oynadığı önemli rol için Türk  kökenli Alman politikacısına ödül vererek vakfın amacından uzaklaşmıştır. Törende Vakıf,  Pastor Annemarie Werner tarafından temsil edilmiştir. )

Soldan  sağa Dhiraj Roy, Amill Gorgis, Pastor Annemarie Werner, Cem Özdemir, Marc Sinan, Martin Germer, Ashot Smbatyan  (http://asbarez.com/181925/bundestag-member-cem-ozdemir-was-awarded-the-raoul-wallenberg-medal/)

Berlin’deki Vaterunser Kilisesi’nin başkanı Pastor Annemarie Werner’in de  katıldığı törende   ev sahipliği yapan şapelin papazı Martin Germer katılımcıları ağırlamıştır.  Daha sonra   kökleri Türk ve Ermeni olan  besteci Marc Sinan ailesinin  hikayesini anlatmış, konuşmasının ardından  küçük bir konser vermiştir. Amill Gorgis hareretli bir konuşma yaptıktan sonra  Özdemir  Wallenberg Madalyası ile  ödüllendirilmiştir. Tören, Dhiraj Roy tarafından kısa bir tanıtımdan sonra tamamlanmıştır. (German MP awarded for “building bridges for Armenians, Turks” June 24, 2019 

Ermeni muhibi Cem Özdemir’e ödül veren Uluslararası Raoul Wallenberg Vakfı, İsveç’in en zengin ailelerinden olan Raoul Wallenberg’in mirasına dayanmaktadır. Vakıf,   “holokost mağduru  kadın ve erkeklerin yanı sıra, dine bakılmaksızın, (sözde) insanlık tarihinin diğer trajik bölümlerini korumaya ve yaymaya   çalışmaktadır”  dese de, aslında Ermeni  sivil toplum kuruluşundan farkı yoktur. 1915 yılından sonra  Ermenilerin  Müslüman Türkler ve Kürtler tarafından sürülmesi konusunda   araştırmalar yapmakta, yapanlara destek olmaktadır. (One of the flagship programs of the IRWF is an ” in-depth research of the Muslim Turks and Kurds who reached-out to the Armenians from 1915 onwards)

Calışmalar, Clarks Üniversitesi’nden Taner Akçam‘ın akademik gözetiminden geçmektedir. Türk kamuoyu Ardahan doğumlu bu kişiyi iyi tanımalıdır. Taner Akçam, Professor of History, Robert Aram, Marianne Kaloosdian and Stephen and Marian Mugar Chair in Armenian Genocide Studies, Department of History Clark University
Worcester, MA 01610-1477 Phone: (508) 421-3863  Email: takcam@clarku.edu Facebook: The Young Turks’ Crime Against Humanity. Doktorasını Hanover Üniversitesi’nde yapmıştır: “1919-1922 Yılları Arasında Türk Milli Hareketi ve İstanbul’daki Askeri Mahkemelerin Arka Planına Karşı Ermeni Soykırımı” ( The Turkish National Movement and the Armenian Genocide Against the Background of the Military Tribunals in Istanbul Between 1919 and 1922)

Taner Akçam  düzenli bir Ermeni ayaklanması olduğunu da inkar ediyor: “Bunların yalan olduğunu kavramak bile insana acı veriyor. Ayaklanma dedikleri olaylara tek tek bakarsanız ne dediğimi anlarsınız. Genelkurmay Başkanlığı’nın 8 ciltlik eserinde yayınlandı bu belgeler. Ama galiba kimsenin okuduğu yok… Örneğin, Ermeni ayaklanması dedikleri Zeytun sadece askerden kaçan gençlerle çatışma… Zeytun Ermeni halkı da gençlerin tutumunu onaylamıyor. Bitlis’de Taşnak temsilcisi, Askeri yönetici ile birlikte hareket ediyor. Bunların hepsi bölgeden yazan subayların raporlarında yer alıyor.” 1915 olaylarını nasıl tanımlamalıyız? Soykırım mı, tehcir mi, katliam mı? soruna verdiği cevap çok basit ve tarihçi  bir öğretim üyesine hiç yakışmıyor. Ankara Üniversitesi, SBF’den arkadaşım Prof. Dr. İlber Ortaylı kendisine gerekli cevabı vermiştir.

“Bu söylenilen tanımların hepsi doğru. Bu bir soykırım. Çok basit bir nedenden dolayı soykırım. Çünkü soykırım kelimesini bulan kişi Rafael Lemkin, kelimeyi Ermenilere yapılanlardan dolayı buldu. Şimdi penisilin ilacını bulan adam, ben şu hastalık için bir ilaç buldum ve adını da penisilin dedikten sonra, vay efendim bu ilacın adı penisilin olmaz, demenin bir âlemi var mı? Tam bir saçmalık bu. Soykırım  kelimesini ilk defa 1944 yılında bir kitabında tanıtıyor ve uzun mücadelelerden sonra, 1948’de Birleşmiş Milletlerden bir sözleşme olarak geçiriyor.

Bu tarihten önce ve sonra verdiği tüm röportajlarda, yazdığı tüm yazılarda sürekli olarak, ‘ben bu kavramı Ermenilere yapılanlardan dolayı buldum’ diyor.  Şimdi bizim ‘bu kavram yanlıştır’ diye bir tartışmaya girmemiz -açık söyleyeyim- abesle iştigaldir. Artık Türkiye’nin bu ilkellikten kurtulması, bunu aşması gerekiyor…Sürülen insanların resmî rakamı da 1.3 milyon; geriye de 200 bin kişi kalmış. Peki, bu aradaki rakam nerede? Buhar mı oldular bunlar? Uçtular mı?”

Bir tarihçi olarak açıklamaları utanç verici. Bir bilim insanı “tam bir saçmalık, abesle iştigal”gibi ifadeler kullanmamalıdır. Bu bir demogojidir, kabul edilemez. Kendisine sormak gerekir. ASALA Ermeni terör örgütünün şehit ettiği Türk diplomatları konusuna hiç değinmiyor. Ermeni asıllı Amerikalı  mühendis  Gourgen Yanikian, ABD’nin California eyaletinde 27 Ocak 1973 tarihinde Türkiye’nin Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ile Konsolos Bahadır Demir’i otel odasında beklemiş, silahlı saldırı sonrasında Baydar ve Demir şehit edilmişti. Yanikian’ın saldırısı,  ASALA Ermeni terör örgütünün kuruluşunu hızlandırmıştır.

Rahmetli Baydur’un eşi emekli Büyükelçi Melek Sina Baydur, Ermenistan Cumhurbaşkanına bir mektup göndermiştir: Mektubun Türkçesi  aşağıdadır:

“Open Letter To The President Of Armenia – 27.05.2019

Sayın Cumhurbaşkanı,

Basın aracılığıyla öğrenmiş olduğum bir haber nedeniyle duyduğum şaşkınlık, üzüntü ve tepkimi dikkatinize sunmamın gerekli olduğunu düşünerek bu mektubu kaleme alıyorum. 27 Ocak 1973 tarihinde ABD’nin Santa Barbara kasabasında Gourgen Yanikian adlı bir ABD vatandaşı Türkiye Cumhuriyeti’nin Los Angeles Başkonsolosu Sayın Mehmet Baydar ile eşim olan Konsolos Bahadır Demir’i önceden hazırladığı bir plan çerçevesinde hunharca öldürmüştür. Olayla ilgili olarak Santa Barbara Mahkemesinde görülen davada Yanikian adlı cani suçunu kabul etmiş ve ömür boyu hapse mahkûm olmuştur.

Bu olay ve mahkeme süreci hakkında bilgi sahibi olduğunuzu sanırım. Beni şaşkınlığa düşüren, üzen ve bu açık mektubu kaleme almama yol açan olay bu şahsın mezarının ülkeniz Başkenti’ne taşınarak askeri mezarlığa törenle defnedilmesidir. Benim bildiğim askeri mezarlıklar ülkesini savunmak amacıyla hayatlarını kaybeden kahramanlara ayrılmış alanlardır.

Savunmasız, barışçı, masum iki diplomatı yalan söyleyerek bir cinayet mahalline çeken ve onları önceden hazırladığı tabancalarla vuran ve bununla da yetinmeyip yerde can çekişen iki insanı başlarının ortasına dayadığı tabancasıyla birer kez daha vuran kişi nasıl kahraman sayılabilir?

 Ayrıca mahkemede amacının başkalarına örnek olmak olduğunu beyan eden bu şahsı davanın savcısı siyasi terörist olarak vasıflandırmıştır. Böyle hasta ruhlu cani bir kişiye kahraman muamelesi yapmanın arka plandaki nedenleri arasında iç veya dış politika öncelikleri olduğu gayet açıktır. Bu eylemin çağın belası olan terörizmi teşvik edici olduğu düşünülmüyor mu?”

Ermenilerin, sözde soykırımı uluslararası  alanda anmaları 1965 yılında başlamıştır. Hem Beyrut’ta hem de Ermenistan’da “soykırımın 50. yılı” ile birlikte anma toplantıları organize edilmeye başlanmıştır.  O dönmede de  soykırım kelimesi sürekli kullanılıyordu Ermeniler tarafından. 1965 önemli bir dönüm noktasıdır. Bir diğer dönüm noktası  Asala eylemleridir. Asala’nın eylemleriyle birlikte bu konu gündeme oturdu ve daha çok Türk Dışişleri Bakanlığının önemli sorunlarından birisi oldu. Türkiye’de, eğer Esat Uras’ın 1950’lerde yayınladığı kitabı saymazsak, Ermeni konusundaki ilk kitapların diplomatlar tarafından yazılmış olması tesadüf değildir. Keşke bu cinayetler olmasaydı ve bu cinayetlere gerek kalmadan konu gündeme gelebilseydi.

Bir diğer önemli dönüm noktası 1991 yılıdır. Bu yıl Ermenistan bağımsız bir devlet oldu ve Türkiye bu konuyla ilgilenmek zorunda olduğunu gördü. Bu tarihle birlikte soykırım konusu ciddi bir uluslararası sorun olmaya başladı. Eklenecek başka aşamalar da var. Bence bizlerin Türkçe kitap yayınlamaya başlamamız; Hrant Dink’in Agos gazetesini çıkartması; İnternet üzeri yaygın tele komünikasyon; Amerikan ve Fransız senatolarının soykırımı kararlarını almak için girişimde bulunmaları, Fransa’da kanun çıkması gibi, daha çok dış kaynaklı nedenlerle de bu konu giderek gündeme gelmiştir.

)

https://www.youtube.com/watch?v=9p5uIkkZd-c

Benim görüşlerime  https://www.academia.edu/31604811/ARMENIAN_DEPORTATION_IS_NOT_A_GENOCIDE?auto=download likinden  (Armenian Deportation is not A Genocide)  ulaşabilirsiniz.

Prof. Akçam Fransız avukat Georges de Maleville’in “1915 Ermeni Trajedisi” (La Tragedie Armenienne) kitabını acaba okudu mu? Mutlaka okumasını tavsiye ederim. Ayrıca aşağıda linkini verdiğim yazımda gündeme getirdiğim konuda ne düşünüyor acaba?

“Fransa, 22 Aralık 2011 tarihinde soykırım inkarını suç sayan yasa çıkaran dünyadaki ilk ülkedir. () Ayrıca Fransa, Osmanlı İmparatorluğunu tarihe gömen Sevr (Sevres) Anlaşması’nın imzalandığı Paris’in Sevr banliyösündeki seramik müzesinin önüne Ermeniler tarafından 8 Mart 2001 tarihinde Ermeni soykırım anıtı açılmasına izin veren ülkedir. Anıtın üzerinde “1915’te Jön Türk Hükümeti tarafından Birinci Dünya Savaşı’nda soykırıma uğratılan 1,5 milyon Ermenin anısına” yazılıdır.

Bu ifade Auschwitz- Birkenau toplama kampının önünde de vardır. Bir farkla. 1,5 milyon Yahudi 1,5 milyon Ermeni olarak değiştirilmiştir. Auschwitz- Birkenau toplama kampının girişine yazılan cümle şudur: “Auschwitz- Birkenau toplama kampının girişine yazılan cümle şudur: “Arbeit Macht Frei” (Çalışmak Özgürlük Getirir) minik bir çocuğun küçücük ayaklarıyla toprağı sürüyerek, annesinin avcunun içinde sımsıkı kavranmış eliyle, gözlerini kırmızı tuğlalara dikip, güya özgürlüğe adımını attığı bu kapıdan, bir daha çıkmamak üzere 1,5 milyon insan girmiştir.”

Kaynak: 24 Nisan Yaklaşırken Sözde Ermeni Soykırım Yalanına Cevap: Bir Manifesto , https://www.turkishnews.com/tr/content/2019/04/05/24-nisan-yaklasirken-sozde-ermeni-soykirim-yalanina-cevap-bir-manifesto-5/

Türkiye’deki Ermeni muhipleri ile Uluslararası Raoul Wallenberg Vakfı (IRWF) arasındaki karmaşık ilişkiler  Türk basınında yeteri kadar yer almamıştır. Raoul Wallenberg Vakfı’nın web sitesinde 180’den fazla  Ermeni  hikayesi  Türkçe, Ermenice, İngilizce ve İspanyolca e kitap olarak yayınlanmış,  Ermeniler için başlık açılmış, bu başlık altındaki 42 alt başlıkta sözde Ermeni soykırımını destekleyen yazılar aşağıda görülebileceği gibi yer almıştır.

Kaynak:

Wallenberg Vakfı  tarafından yayınlanan  Ervin Staub’ın  Armenian Genocide, Holocaust and Genocide in Cambodia adlı kitabında Ermeni soykırımı şöyle ifade edilmiştir: “Türkiye ve Türkler bunun olduğunu  kabul etmediler. Türkler kendilerini savunduklarını, savaş sırasında iç düşmanın sınır dışı edildiğini söylemekteler. Sadece bu nedenle bile olsa  Ermeni soykırımı kabul edilmelidir. Holokost  ile bu soykırım arasında önemli farklılıklar vardır. Holokost, bürokratik yönetim ve ileri teknolojiyi totaliter bir sistem çerçevesinde  gerçekleşmiştir. ” (The Turkish Genocide Against the Armenians Excerpted From “The Roots of Evil. The Origins of Genocide and other Group Violence” By Ervin Staub)

Kaynak: http://www.raoulwallenberg.net/highlights/raoul-wallenberg-foundation-releases-book-on-genocides/İsveçli Wallenberg ailesi,  AstraZeneca‎, Electrolux‎, SAS Grubu‎, AstraZeneca, Atlas Copco, Ericsson, Husqvarna Group, Saab, Stora Enso  gibi dünya  markalarının çoğunluk  hissesine  sahiptir. Kurdukları vakfın önemli özelliklerinden biri, sosyal sorumluluk projelerine yaptığı katkıdır. Ailenin vakıfı  (RWI)  Türkiye’de  1990’ların sonlarından  bu yana  üniversiteler, adalet kurumları ve akademisyenler ile yakın işbirliği içinde insan hakları eğitimi ve araştırma kapasitesi geliştirme programları uygulamaktadır. RWI’nin Türkiye programları, İsveç parlamentosu ve hükümet adına çalışan bir devlet kurumu olan İsveç Uluslararası Kalkınma İşbirliği Ajansı (Swedish International Development Cooperation Agency, Sida) tarafından finanse edilmektedir. ) Türkiye’de ilk programlar, İstanbul Bilgi Üniversitesi ile birlikte ve kapasite geliştirme çalışmaları olarak gerçekleştirilmiştir.

İsveç hükümeti tarafından kurulan Afrika, Asya, Latin Amerika ve Avrupa’da toplam 33 ülkede faaliyet gösteren Sida, fonlarını yoksulluğu azaltmak  için  kullanmaktadır. Türkiye Sida tarafından desteklenen ülkeler arasındadır. İsveç hükümeti, 1992 yılından bu yana İsveç Raoul Wallenberg   aracılığıyla Türkiye’de sivil toplumun ve üniversitelerin çalışmalarına  katkıda bulunmaktadır. 1992 yılında küçük desteklerle başlayan süreç günümüzde yılda 70 milyon İsveç kronuna (yaklaşık 11 milyon dolar) ulaşmıştır. (https://www.tusev.org.tr/usrfiles/images/IsvecVakaAnaliziTR.06.11.13.pdf)

Uluslararası Raoul Wallenberg Vakfı ile Türk vakıflarının ilişkileri incelendiğinde çok enteresan sonuçlara ulaşıyoruz. Bilindiği gibi Açık Toplum Vakfı  Başkanı Ali Hakan Altınay gözaltına alınmış,  daha sonra serbest bırakılmıştı. Altınay’ın gözaltına alındığı soruşturma kapsamında  “27 Mayıs 2013’te başlayan Gezi Parkı olaylarını Türkiye geneline yaymayı, yurt genelinde kaos ve kargaşa ortamı meydana getirmeyi, bu şekilde de cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmayı veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeyi amaçladığı, Açık Toplum Vakfı ve Anadolu Kültür A.Ş. isimli vakıf ve şirketi kullanarak olayları finanse ve organize ettiği” iddiasıyla soruşturma açıldıktan sonra Açık Toplum Vakfı Türkiye’de faaliyetlerini sonlandırma kararı almıştır. Vakıf’tan destek alan üç kuruluş dikkat çekicidir.  Ermeni Kültürü ve Dayanışma Derneği, Güneydoğu (Turabdin) Süryani Kültür ve Dayanışma Derneği ve  Hrant Dink Vakfı.

Açık Toplum Vakıfı, Macar asıllı ABD’li iş adamı George Soros tarafından 1984 yılında kurulmuş  ve Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından özellikle eski komünist ülkelerde temsilcilikler açarak büyümüştür.  Türkiye’nin en iyi ihraç malı ordusudur diyen  Soros, açık toplum felsefesinin mimarı Karl Popper’in ve Friedrich von Hayek’in  öğrencisidir. Soros, ABD dış politikasını yönlendiren, bazı kaynaklara göre de yöneten CFR (Council on Foreign Relations) örgütünün üyesidir. ABD’nin eski güvenlik yöneticileriyle kurulan örgütlerde yönetim kurulu üyesidir.

Soros,  Türkiye’deki faaliyetlerini Açık Toplum Vakfı ile yürütmekteydi. Vakıf  2008-2013 döneminde TOG, TESEV, DİTAM, DİSA, SALT, TÜSEV, GPOT, Anadolu Kültür, KA-MER, LGBT gibi farklı kurumların bulunduğu 75 sivil toplum kuruluşu  ile  Koç, Bilgi, Kültür, Boğaziçi Üniversitelerinin  yer aldığı 15 farklı kamu kurumuyla  252 proje yürütmüştür. Kurucu Mütevelli Heyeti’nde  Nafiz Can Paker, Osman Kavala, İshak Alaton ve Murat Sungur yer almıştır. Kurucu Yönetim Kurulu  Can Paker, Osman Kavala ve Leyla Alaton’dan oluşmuştur. Denetçi   İshak Alaton’dur.

Açık Toplum Enstitüsü olarak  Türkiye’deki faaliyetlerine 2001 yılında açtığı temsilcilik ile başlayan Enstitü, 2008 yılında Açık Toplum Vakfı’na dönüşmüştür. 2001 ile 2006 döneminde Türkiye’de 86 projeye 7 milyon dolar destek verilmiştir.

George Soros,   TESEV yerine daha etkin biçimde kullanacağı PODEM’i  (Kamusal Politika ve Demokrasi Çalışmaları)  Can Paker’e kurdurmuştur. Açık Toplum Vakfı, son gelişmelerden sonra  PODEM üzerinden  çalışmalarını yürütmektedir. Yönetim kurulunda Nafiz Can Paker, Cüneyt Zapsu, Murat Vargı, Erdal Aksoy ve Oral Çalışlar vardır.

Nazif Can Paker, benim gibi Eskişehir doğumludur. Mehmet Barlas’ın eşi Canan Barlas’ın kardeşidir. Deniz Baykal’ın danışmanlığını yapmış, 63 kişiden oluşan  “Akil İnsanlar” arasında yer almıştır. Kuruluş’un  vizyonu, demokrat zihniyetin hakim olduğu; toplumsal, bölgesel ve küresel düzeyde barış ve adalet ortamının tesis edilmesinde etkisi artan bir Türkiye’nin inşasına katkıda bulunmaktır.

28 Nisan 2016’da İstanbul’da düzenlediği toplantıda, Türkiye ve Ermeniler konu başlığı altında hazırlanan çalışmalardan “1915 ve Ötesi: Türkiye’de Toplumsal Algı” isimli raporun sunumu gerçekleştirilmiştir. ) Kamusal Politika ve Demokrasi Çalışmaları Derneği’nin  özel önem verdiği  alanların başında sözde Ermeni soykırımı gelmektedir.  Yukarıda sözü edilen yayın Dr. Aybars Görgülü ve Sabiha Şenyücel Gündoğar tarafından kaleme alınmıştır.  Yayın  kuruluşun ilk yayını olması ile özel bir anlam ifade  etmektedir.

Kitabın 38’nci sayfasında yer alan bir Ermeni katılımcının talepleri şöyledir: “İnsanların yerlerinden yurtlarından kovulduğu ve yok edildiği kabul edilsin,  Bahattin Şakir, Cemal Paşa, Enver Paşa gibi şahsiyetlerin işlediği suçlar söylensin. Muteber kabul edilmesinler. Soykırımı (?)  organize edenler kınanmalı ve itibarları alınmalı. Bunları Türk halkının talep etmesi önemli ve anlamlı olur, ABD veya başkalarının baskısıyla olmaz bu iş.“ )

Turkcell ve KVK’nın ortağı ve kurucusu  Murat Vargı 1994  yılında  TESEV‘de Yüksek Danışma Kurulu üyesiydi. Aynı kurulda Cüneyt Zapsu, Ethem Sancak, Faruk Süren, Ali Sabancı, Kemal Derviş, Bülent Eczacıbaşı, Feyyaz Berker gibi isimler de vardı. PODEM’in bireysel destekçileri (finansörler) Can Paker, Cüneyd Zapsu, Ebru Özdemir, Erdal Aksoy, Fettah Tamince, Fırat Çeçen, Murat Vargı, Pelin Akın Özalp, Rona Yırcalı, Serdar Erener; kurumsal destekçileri European Commission, Norwegian Embassy, (gölgeleme)  ve Raoul Wallenberg Instıtute’tür.  Lena Ek, Enstitü  Yönetim kurulu üyesi olup 16 araştırması Enstitü tarafından basılmıştır

.Podem,  “Ermeni Soykırımı : Susturulmuş İmha”  kitabını e-book olarak  Eylül 2016’da yayınlamıştır. Kitabı RWF digital kitaplığından ücretsiz olarak okumak mümkündür.

PODEM’in finansörlerinden Raoul Wallenberg Enstitute Türkiye’de bir dönem seri çalıştaylar düzenlemiştir. Bu çalıştaylarda  görev alan  kişilerin büyük  kısmı daha sonra  görevlerinden ihraç edilmiş ya da tutuklanmıştır. Bunlar arasında rektörler de vardır. (Tesadüf mü diyelim? Raoul Wallenberg Enstitüsü,  Dinçer Suroğlu, 17 Temmuz 2017,

Anadolu Kültür Derneği’nin  yönetiminde Açık Toplum Vakfı’ndan   Hakan Altınsay ve  Serra Ciliv de  vardır. Serra Ciliv  AGOS’ta yazmaktadır. Gözaltına alınanlar arasında Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Turgut Tarhanlı, Boğaziçi Üniversitesi Matematik Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Betül Tanbay ile gazeteci Çiğdem Mater   vardır. ) Gözaltına alınanlar Kavala’nın  Anadolu Kültür Derneği’nin üyeleri  olması   tesadüf değildir.

PODEM’in de  finansörü  olan Chrest Vakfı’nın en fazla fon desteği sağladığı STK’lardan birisi de Hrant Dink Vakfı’dır. Hrant Dink Vakfı’na “Ermenistan-Türkiye Uzman Diyalog Grubu” isimli projesi için  önemli miktarda  finansman sağlanmıştır. Anadolu Kültür Derneği  mütevelli heyetinde Prof. Dr. Binnaz Toprak   vardır. Raoul Wallenberg Enstitute ile  Açık Toplum Vakfı’nın  Türkiye’deki ilişkili vakıf ve dernekler  hakkında aşağıdaki linkte çok ayrıntılı bilgi vardır.  )

PODEM’in yönetim kurulunda Can Paker, Cüneyt Zapsu, Murat Vargı, Erdal Aksoy ve Oral Çalışlar var.

Türkiye’deki Ermeni muhiplerine ve de başta Taner Akçam’a hatırlatmakta yarar vardır. Ermeni güçleri 1992 yılının 25 Şubatı 26 Şubat’ta bağlayan gece Hocalı kasabasında  83 çocuk, 106 kadın ve 70’den fazla yaşlı dahil olmak üzere toplam 613 Azeri Türkünü öldürülmüş,  487 kişi bu saldırıda ağır yaralanmış, 1275 kişi  rehin alınmış, 150 kişi kaybolmuştur. Cesetler üzerinde yapılan incelemelerde cesetlerin yakıldığı, gözlerinin oyulduğu, başlarının kesildiği görülmüştür.

Eski ASALA eylemcilerinden Monte Melkonian, Hocalı’ya yakın bölgede Ermeni askeri birliklere komutanlık yapmış ve katliamdan bir gün sonra Hocalı çevresinde gördüklerini günlüğünde anlatmıştır. Melkonian’ın ölümünden sonra Markar Melkonian, kardeşinin günlüğünü “Benim Kadeşimin Yolu” (My Brother’s Road: An American’s Fateful Journey to Armenia, I. B. Tauris,2005) isimli kitapta toplamış ve Hocalı katliamı için şunları yazmıştır: “Hocalı stratejik bir amaç olmasından başka aynı zamanda bir öç alma eylemiydi.”

Büyük Ermenistan idealistlerinden  Zori Balayan 1995 yılında yayınlanan “Ruhumuzun Canlanması” (Heaven and Hell,  Los Angeles 1997, Yerevan 1995) kitabında (s. 260-262) Hocalı’da soykırımın yapıldığını şöyle itiraf etmiştir: “Arkadaşımız Haçatur’la ele geçirdiğimiz eve girerken askerlerimiz 13 yaşında bir Türk çocuğunu pencereye çivilemişlerdi. Türk çocuğunun bağırışları çok duyulmasın diye, Haçatur çocuğun annesinin kesilmiş memesini çocuğun ağzına soktu. Daha sonra 13 yaşındaki Türk’e onların atalarının bizim çocuklara yaptıklarını yaptım. Başından ve karnından derisini soydum. Saate baktım, Türk çocuğu yedi dakika sonra kan kaybından öldü. İlk mesleğim hekimlik olduğu için hümanist idim, bunun için de Türk çocuğuna yaptığım bu işkencelerden dolayı kendimi rahatsız hissetmedim. Ama ruhum halkımın yüzde birinin bile intikamını aldığım için sevinçten gururlanırdı. Haçatur daha sonra ölmüş Türk çocuğunun cesedini parça parça doğradı ve bu Türk’le aynı kökten olan köpeklere attı. Akşam aynı şeyi üç Türk çocuğuna daha yaptık. Ben bir Ermeni vatansever olarak görevimi yerine getirdim. Haçatur da çok terlemişti, ama ben onun gözlerinde ve diğer askerlerimizin gözlerinde intikam ve güçlü hümanizmin mücadelesini gördüm. Ertesi gün biz kiliseye giderek 1915’te ölenlerimiz ve ruhumuzun dün gördüğü kirden temizlenmesi için dua ettik. Ancak biz Hocalı’yı ve vatanımızın bir parçasını işgal eden 30 bin kişilik pislikten temizlemeyi başardık.” Taner Akçam ve diğerleri bu satırları mutlaka okumalı  ve Ermeni vahşetini görmelidir.

16 Şubat 1976 tarihinde Türkiye’nin Beyrut Büyükelçi Başkatibi Oktar Cirit, Ermeni terör örgütü ASALA tarafından  şehit edilmiştir. 1973’ü izleyen yıllarda onlarca diplomatımız, kamu görevlimiz, onların aileleri ve yakınları sistematik şekilde hedef alınmış, Sidney’den Viyana’ya, Lizbon’dan Atina’ya  ASALA terör örgütünün saldırıları sonucu onlarca Türk yetkili hayatını kaybetmiştir. 1970’li ve 1980’li yıllarda ASALA terör örgütü, o dönemde 21 farklı ülkede Türk büyükelçiliklerine ve temsilciliklerine 100’den fazla silahlı saldırı düzenlemiştir.

1948 tarihli BM Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme ile tanımlanan Ermenilere yönelik bir soykırım  söz konusu değildir. Osmanlı Devleti, 1915 yılında ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da onun bir bölümünü yok etmek niyetiyle Hitlerin Yahudilere yaptığı gibi bir katliam yapmamış, Hitler’in Yahudileri fırınlarda yaktığı gibi Ermenileri yakmamış, devlet politikası haline gelmiş eylemlerde bulunmamıştır.
Kurtuluş savaşında Mustafa Kemal’in yanında yer alan ve birinci Mecliste milletvekili olan Ahmet Rüstem Bey, sözde Ermeni soykırımı suçlamalarına karşı 1918’de Bern’de Fransızca olarak yayınladığı “La Guerre Mondiale et la Question Turco- Armenienne” (Dünya Savaşı ve Türk Ermeni Sorunu) adlı kitabının önsözünde şu tespitte bulunmuştur: “Ermeni sorununda dünya kamuoyuna karşı Türkiye’yi savunmayı amaçlayan bu kitabı yazarken , her şeyden önce doğduğum, pek çok iyiliğini ve nimetlerini gördüğüm bu ülkeye bağlılık duygularını sürdürmeyi düşündüm.”

Bugün “Canım Batılılar öyle söylüyorsa öyledir, demek ki Ermeni soykırımı yapmışız kabul edelim, ne var bunda özür dileyelim olsun bitsin” diyen başta Nobel Edebiyat ödüllü yazar Ferit Orhan Pamuk olmak üzere bazı Türk aydınlarının, ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un (Gün Uzar Yüzyıl Olur, 1980) ifadesiyle “mankurtların” sayısının hızla çoğaldığını gördükçe, Türkleri aşağılayanları düelloya davet edecek kadar gözü pek bir Türk sever olan Polonya kökenli Ahmet Rüstem Bey’i acaba kaçımız biliyor? Bence, bilen sayısı bir elin parmaklarını geçmez.

Taner Akçam ve diğer Ermeni muhipleri Ferruh Demirmen’in  Türk düşmanı MESA başkanına yazdığı 27 Ekim 2017 tarihli mektubu tarihe not düşmek  amacıyla  aynen  yayınlıyorum. Mektubun  orijinali İngilizcedir. Ben Türkçesini paylaşıyorum.

Profesör Beth Baron, MESA Başkanı, City University of New York Dr. Amy W. Newhall, MESA İcra Direktörü

Konu: “Türk-Ermeni İncelemeleri Çalıştayı” (WATS) Konferansı, 2017, Berlin

Konferans Başlığı: “Geçmişten Bugüne: Avrupa’nın Ermeni Soykırımı Yaklaşımları“

Sayın Profesör Baron ve Dr. Newhall,

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Başbakan Binalı Yıldırım’a hitaben yazdığınız ve diğer ileri gelen kişilere kopyaladığınız 15 Eylül 2017 tarihli mektubunuzdan geç de olsa haberdar oldum. Mektubunuzda, Türkiye’de yerleşik bilginlerin “Ermeni Soykırımı” ile ilgili yukarıda sözü geçen WATS konferansına (15-18 Eylûl 2017) katılımlarının bazı kesimler tarafından önlenmesine çalışıldığını, bu girişimlerden “derin endişe” duyduğunuzu belirtiyorsunuz. Diyorsunuz ki, bu girişimler bilimsel çalışmaların “zaptedilmesi” gidişatına işaret eder, ve Türkiye’deki bilginlerin akademik özgürlüğüne bir “saldırı” anlamına gelir. Mektupta bilimsel çalışmalar için temel olan – ve sizin büyük değer verdiğinizi belirttiğiniz – “akademik özgürlük” ve “ifade özgürlüğü” ilkelerini en az 10 kez dile getiriyorsunuz.

Saygıdeğer bayanlar, ilk görünüşte mektubunuz akademik kesimlerde evrensel olarak takdirle karşılanır. Ancak mektubunuzda kritik bir ayrıntıya değinmemişsiniz: WATS konferansları, ki 2000 yılından bu yana 10. kez yapılmaktadır, kasten tek yanlı, başka deyişle dışlayıcı olmuştur. Türk ya da yabancı olsun, konferansa katılımı istenen akademisyenler, “soykırım” görüşüne taraftar olan kişilerdir. (Türk ismi taşiyan kişiler tabii ki daha da muteber!). Tersine, yine Türk ya da yabancı olsun, “Ermeni soykırımı” tezine karşı çıkan bilginler veya araştırmacılar konferanslardan dışlanmışlardır. Bunlar “istenmeyen kişi” muamelesi görmüşlerdir.

Örneğin, Türk görüşünü savunmakla bilinen Türk araştırmacıların Berlin konferansına katılma istekleri kabul görmemiştir. Bazı hallerde gösterilen mazeret, “yer yokluğu” idi. Diğer durumlarda konferansa kayıt başvuruları veya sorguları cevapsız kaldı. Bu kategorideki bir kişi kayıtlı olmamasına karşın konferansa gittiğinde – ki kapıda soru sorulmamıştı – az sonra salonda dikkat çekmiş ve kayıtlı olmadığı gerekçesiyle konferansı terketmesi istenmişti. Konferans salonu 25-30 kişilik bir toplulukla yarıdan fazla boştu.

“Yer yokluğu” bu kadar olur!

Akademik titre sahip, ve MESA gibi bir bilge kuruluşun yöneticileri olan sizler bilmelisiniz ki, bilimsel çalışmaları tema yapan konferanslar taraf ve önyargıdan arınmış olarak değişik görüşlere açık olmalıdır. Bu konferansların temelinde serbest görüş-alışverişi yatar. “İfade özgürlüğü” böyle olur.   Aksi takdirde Berlin’deki gibi bir WATS konferansı, “Ku Klux Clan” gibi bir [ırkçı] cemiyetin “ABD’de Irk İlişkileri” temasında bir konferans düzenlemesi, katılımların üyelere sınırlı tutulması, ve bu vesile ile “ifade özgürlüğü”nden övünç ile söz edilmesinden farklı değildir.  Yine bilmelisiniz ki, “Ermeni soykırımı” bilginler arasında tartışmaya açık bir konudur. Bu husus insan haklarında Avrupa’da en saygın olan “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi”nin (AİHM) 2013 ve 2015 İsviçre-Perinçek davası hükümlerinde kayda alınmıştır.

Örneğin, 1985 yılında ABD’de 69 tarihçi ve araştırmacı, ki aralarında dünyaca ünlü tarihçi Bernard Lewis vardı, Ermeni soykırımı iddialarını reddetdiklerine dair ortak bir karar aldılar. Kararı, ABD Temsilciler Meclisi üyelerine hitap eden ve New York Times ve Washington Post gazetelerinde yayınlanan bir bildiride beyan ettiler. Bu kişiler Türk, Osmanlı ve Orta Doğu tarihi konusunda uzman olan akademisyenler idi. Daha sonra bu akademisyenlerin birçoğu soykırım taraftarlarınca taciz edildiler, korkutuldular. 2001 yılında 124 Türk akademisyen 1985 bildirisini destekleyen bir tebliğ yayınladılar.

1915 Osmanlı Anadolusu olaylarının tartışmaya açık olduğu su götürmezken, MESA, soykırım karşıtı görüşleri göz ardı etme ve bu kamptaki akademisyenleri WATS konferanslarından dışlama hakkını nereden bulmuştur? Siz tarihi gerçekler konusunda Allah’ın tayin ettiği hakem durumunda mısınız? Sizin için bir teselli olacak ise şunu da belirteyim ki, ABD’de “Ermeni soykırımı” konusunda bu kadar açıkça önyargılı olan bir kuruluş vaya enstitü sadece MESA değildir. Yıllardır soykırım karşıtı bilginlere bir nev’i veba muamelesi yapmış olan önyargılı, sözde “Uluslararası Soykırım Bilginleri Cemiyeti”ni biliriz.

Türk aleyhtarlığının o denli güçlü olduğu UCLA (Kalifornia Los Angeles Üniversitesi) gibi üniversiteleri de biliriz. Öyle ki, bu üniversitede tarih profesörlüğü yapan merhum Stanford Shaw, evinin Ermeni çapulcuları tarafından bombalanmasının ardından 1992 yılında üniversiteden erken emekli olmak zorunda kaldı. Profesör Shaw’ın suçu, 1915 olayları ile ilgili Ermeni tezini kabul etmemiş olmasıydı.

Yine biliriz ki, ABD’de bazı kuruluşlar Ermeni kaynaklarından bağış sağlamak için fahişelik yaparcasına “akademik çalışmalar” afişlemesi altında yalnızca Ermeni-taraftarı soykırım incelemelerine sahip çıkmışlardır. Bu kuruluşlara bağımsız araştırmalar yapma argümanını ileri sürersiniz sanırlar ki Çince konuşuyorsunuz. Belki aynı ölçüdeki bir rezalet, bazı akademik kuruluşlar “Ermeni soykırımı” ile uzaktan ilişkili olsa bile Türk tarihi konusunda sunum yapacak davetli konuşmacaların engellenmesini amaçlayan Türk karşıtı Ermeni baskı ve taktiklere boyun eğmişlerdir.

Yukarıda belirtilen, kökü din ve etnisiteye dayanan tarafgirlik bir yana, “Ermeni soykırımı”nın niçin gerçek dışı bir safsata olduğu, Osmanlı hükümetinin Tehcir kararında niçin Ermenilere hiçbir zarar vermek kastı olmadığı, Tehcir’de yaşanan olayların niçin toplumlar arası bir çatışma olduğu, “Andonian dosyası” ve yüz kızartıcı “Hitler Söylemi”nin niçin sahte oldukları, “Büyükelçi Morgenthau Öyküsü”nün niçin inandırıcılıktan uzak olduğu, Osmanlı Türklerin 1.5 milyon Ermeni mülteciyi katlettiği iddiasının niçin insafsız bir abartma olduğu, 1915 olayları ile ilgili Ermeni tezinin nasıl yarım milyondan fazla sivil Müslüman (ve Yahudi) halkının 1910-1922 sürecinde Ermeni çetelerince kıyımını görmezden geldiği, 1923 “Hovannes Katchznouni Manifestosu”nun ne anlama geldiği, 1919-1921 Malta Yargılaması’nın ne önem taşıdığı, ABD Kongresi’nin General James G. Harbord’un harp bölgesini ziyaretinin ardından hazırladığı rapora istinaden niçin Nisan 1920’de “Ermeni Mandaterliği” tasarısını reddettiği, ve 1923 Lozan Antlaşması’nın niçin “Büyük Ermenistan” hayaline son verdiği … konularında burada açıklama yapmak gereğini duymuyorum.

Yine aynı şekilde, 2. Dünya Savaşı’ndaki Daşnak-Nazi işbirliğini, harp sonrasında Türk diplomatlarını hedefleyen ASALA/JCAG terörünü, Hocalı Katliamı’nı, ve Kuzey Amerika’da parası bol, iyi organize edilmiş Ermeni lobisinin – ki bu lobinin faaliyetleri kısmen Diyaspora tarafından finanse edilen, Hollywood ürünü filmlere dayanır – tarihi gerçekleri nasıl saptırdığını, hiçbir geçmişi anımsama, tartışma ve sorgulama olmadan medyada ve politikacılardan nasıl destek topladığını – ve bu arada toplumda etnik çekişme ve de fakto ırkçılığa kadar uzanan husumete yol açtığını …

Ancak özel bir konuda daha direk olacağım: 1948 BM Soykırım Sözleşmesi. Bu Sözleşme’nin 6. maddesi soykırım suçunun, bir yargı kararını gerektireceği üzere, yetkili bir mahkeme tarafından saptanmasını şart koşar. Bu zorunluluk AİHM’nin 2013 ve 2015 İsviçre-Perinçek davaları ile ilgili hükmünde, ve daha sonra 2016’da Fransa Anayasa Mahkemesi’nin içtihadında kabul görmüş ve açıklığa kavuşturulmuş olup, uluslararası yasa çerçevesinde bir esasdır. Bu Sözleşme’ye göre bireylerin, parlamentoların, hükümetlerin ve MESA gibi kuruluşların soykırım hususunda hüküm verme yetkileri yoktur.

Şu da var ki, “Ermeni soykırımı” ile ilgili bir yargı kararı yoktur. Kesinlikle yok. (Bu bağlamda Ermenistan’ın soykırım iddiasını niçin Lahey’deki Uluslararası Adalet Divanı’na taşımadığını merak edebilirsiniz. Hırvatistan 1999 yılında Sırbistan aleyhine böyle bir dava açmıştı. Mahkeme kararını okursanız şaşırabilirsiniz).  Durum böyle iken 1915 olaylarına ilişik iğrenç soykırım suçunu Türklere yüklemek yanlıştır, büyük haksızlıktır, bile bile karakter katliamıdır. Böyle karalama iftiraları affedilemez.

Jenosit suçu uluslararası yasa çerçevesinde tanımlanmış olup yine bu çerçevede hükme tâbidir. Yasaların egemen olduğu toplumda yaşıyoruz, ve uluslararası olanlar dahil, yasalara uymak zorundayız. Bu düzenden çıkmak için bir mazeret olamaz. Umarım Türklerin haksız olarak “Ermeni soykırımı” ile suçlandırıldıklarında neden bu kadar hoşnutsuz ve öfkeli olduğunu anlıyorsunuzdur. Bir de yaraya tuz biber ekercesine bu suçlamalar “insan hakları” çerçevesinde yapıldığında, ve ülke savaş içinde iken Ermenilerin isyan ederek vatan hainliğine kalkışmaları utanç verici bir şekilde görmezden gelindiğinde … Başıbozuk Ermeni militanlarının yerli halka yaptıkları unutulmamalı.

İşte bu sebepledir ki, MESA gibi bir kuruluş Türkiye’den ırak olmayan bir yörede WATS gibi bir uluslararası konferans düzenler, Türkleri fütursuzca soykırım ile suçlar, “Türkü Dövme Şöleni”ne katılmak isteyen Türk akademisyenlere kucak açar, buna karşılık haklı olarak kendi görüşlerini dile getirmek ve bildikleri gerçekler doğrultusunda tarihi miraslarını savunmak isteyen Türkleri dışlarsa, Türkiye’deki bazı kesimlerden feryat edercesine protestolar yükselir.     Aslında Türklerin bütün beklentisi, tarihi müzakerelerin edep sınırları içinde yapılmasıdır.

Şikayetinizin odaklandığı Türkiye’deki akademisyenlere gelince, onların üniversiteleri ya da Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) tarafından taciz edildiği ithamlarınızın ne ölçüde doğru olduğunu bilmiyorum. Bence akademisyenler normal olarak istediklerini söylemekte ve yazmakta serbest olmalıdır. Şunu da derim ki, bu akademisyenler araştırmaları için “Ermeni Soykırımı”nı destekleyen yabancı vakıflardan fon alıyorsa, yurt dışındaki bir konferansa gidiş için devletten teşvik ya da yardım beklememelidir. Konrad Adenauer Vakfı, örneğin, böyle bir vakıf. Bu tür araştırmalardan elde edilen sonuçlar doğaları gereği lekelidir. Böyle karşılık içeren, araştırmacı ile finansör arasındaki ensest türü ilişkiler kınanmalıdır.

Eminim ki, Türk adı taşıyan bazı akademisyenlerin Ermeni kaynaklarından fon sağlayan Kuzey Amerika’daki kuruluşlar tarafından nasıl elüstünde tutulduğunu ve takdir edildiğini iyi bilirsiniz. İsim vermeye gerek yok. İlaveten, akademik meşguliyet bir insana kendi milletini haksız yere karalamak için ulu orta serbestiyet getirmez; ve o kişiyi eleştirilerden izole etmez.

Sonuç olarak Profesör Baron ve Dr. Newall, bazı Türk akademisyenlerin WATS konferanslarına katılımı ile ilgili taciz şikayetinizi Türk yetkililerine iletmeden önce, tabiri caizse, kendi evinize çeki düzen vermenizi, ve konferanslarınızı her iki tarafın bilginlerine açık tutmanızı tavsiye ederim. Böyle yapmakla bilimsel çalışmaları ve akademik özgürlüğü desteklemiş olacak, edebiyatını yaptığınız ilkelere siz de sadık kalmış olacak, ve itibar kazanacaksınız. Fikirlerin ve  bilgilerin serbestçe paylaşılmasının yerini alacak iyi bir alternatif yoktur. İzninizle şunu da öneririm ki, ”aşırı milliyetçi,” “sağcı,” “soykırım inkârcısı” gibi küçültücü etiketleri örneğin Dr. Doğu Perinçek gibi sizin tarih anlayışınızı paylaşmayan Türk aydınları için kullanmaktan imtina ediniz. Bu üslûp bulunduğunuz mevkilere yakışmıyor. Sizler için “aşırı liberal,” “fanatik,” “soykırım ithamcısı,” vb. dense hoşlanır mısınız?

Saygılarımla,

Dr. Ferruh Demirmen, Houston, Texas, ferruh@demirmen.com

1933’de Nazilerin yakmaya başladıkları kitapların yazarı  Yahudi  kökenli Stefan Zweig’ın “Akıl ve siyaset nadiren aynı yolda buluşur” sözü günümüzde Ermeniler için geçerliliğini koruduğu sürece,  sözde Ermeni soykırımı  gündemden düşmeyecek, Türkiye’deki Ermeni muhipleri, dernek ve vakıfları Soros Vakfı ile iş birliği içinde hareket etmeye devam edeceklerdir. Aslına bakılırsa,  Özgürlük ve Demokrasi” ise işin  cilasıdır.

Exit mobile version