Geçen hafta (23-26 Mayıs) Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde beş yıl görev yapacak 751 milletvekilini seçmek için Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri yapılmıştır. Seçimlerde nisbi temsil sistemi farklı şekillerde uygulanmaktadır. Bazı ülkeler sabit bir aday listesi seçmiş partilere oy verirken, bazılarında oy verenlerin bir partiyi seçtiği veya favori adaylarının kimler olduğunu belirttiği daha açık listelerle seçime gitmekte, bazı ülkelerde ise seçmenler istedikleri kadar aday seçerek tercihlerini belirtmektedirler.
AB’de ilk seçimler 1979 yılında yapılmış, zamanla Avrupa projesine destek ve seçimlere katılım giderek azalmış, katılım oranı 40 yılda yüzde 62’den yüzde 42’ye kadar gerilemiştir. Üç ülkede (Belçika, Yunanistan ve Bulgaristan) seçimlerde oy kullanmak zorunludur. 18 yaşından büyük her Avrupa Birliği vatandaşı oy hakkına sahiptir. Milletvekilleri İtalya ve Belçika’da olduğu gibi bir coğrafi bölgeyi ya da Almanya, Fransa, Danimarka, Avusturya’da olduğu gibi tüm ülkeyi temsil ederler.
Ülkeler nüfuslarına göre parlamentere sahiptir. Almanya’nın 96, AB’nin en küçük üyesi 4 üye ülkenin ise 6 milletvekili vardır. İngiltere’nin AB’den ayrılması sonucunda üye sayısı 705’e düşecektir. Yeniden dağılımdan en fazla yararlanacak ülkeler Fransa ve İspanya olacak ve 5’er üye kazanacaklardır. 8 üye 1 sandalye, 1 üye 2 sandalye, 2 üye ise 3 sandalye kazanırken 12 üyenin parlamenter sayısı değişmeyecektir.
Tablo: 1 Avrupa Parlamentosu’nda İngiltere’nin Ayırılmasından Önce ve Sonrasında Ülkeler Göre Sandalye Dağılımı
Avrupa Parlamentosu’nda Üye Ülkelere Göre Dağılım Avrupa Parlamentosu’nda
İngiltere Ayrıldıktan Sonraki Dağılımı
Kaynak:
Aşağıda 2019 seçimlerinde 10 siyasi grubun üye ülkelere göre kazandıkları sandalye sayıları verilmiştir.
Tablo: 2 Mayıs 2019 Seçimleri Sonucunda Parlamento’da Siyasi Gruplara Göre Milletvekili Dağılımı
Kaynak:
Kaynak:
Avrupa Parlamentosu’na seçilen milletvekilleri parlamentoda ulusal kimliklerinden çok siyasi görüşlerine göre gruplanır. (S. Rıdvan Karluk, Avrupa Birliği, 11. Baskı, İstanbul, 2014, s. 357) Muhafazakarlar, sosyalistler, yeşiller, Avrupa şüphecileri gibi. Seçimden sonra oluşacak en büyük siyasi grup, başkanın belirlenmesinde en güçlü yetkiye sahip olur. AB’nin ana karar alıcı organı Avrupa Konseyi, seçim sonuçlarını dikkat alarak başkan adaylarını belirler. Parlamento da yapılan oylamada milletvekillerinin çoğunluğunun desteğini alan aday Avrupa Komisyonu Başkanı olur.
Mayıs 2019 seçimlerinde aşırı sağcı, popülist ve AB karşıtı partiler güçlenerek çıkmış, siyasi ağırlıkları da artmıştır. Seçimler sonrası oluşan yeni Parlamento, Türkiye AB ilişkilerini önemli ölçüde olumsuz yönde etkileyecektir. Seçimlerde merkezdeki sağ ve sol partiler tarihi bir darbe almış, merkez partiler ilk defa Parlamento’da çoğunluğu kaybetmiş, Avrupa Birliği ve Türkiye karşıtı Liberaller ve Yeşiller önemli başarı kazanmışlardır. Parlamento seçimleri ile ilgili olarak 29 Mart 2019 tarihinde Turkish Forum’da yayınlanan yazımdaki tespitim doğru çıkmıştır: “ Seçimlerde artan milliyetçilik ve popülizm ile Avrupa şüphecilerinin daha fazla parlamenter kazanması beklenmektedir.” ) Önceki seçimlerde (2014) yüzde 43 olan katılım oranı son 20 yılın en yüksek seviyesi olan yüzde 51’e çıkmıştır.
Parlamento’nun 751 yeni üyesini belirlemek için 28 üye ülkede yapılan seçimler dengeleri tamamıyla değiştirmiştir. Seçimlerde merkezdeki sağ ve sol partiler, AB’nin kuruluşundan bu yana AB’ye yön veren Hıristiyan Demokrat çizgideki Avrupa Halk Partisi (EPP) ve sol eğilimli Sosyalist ve Demokratlar (S&D) Parlamento’da çoğunluğu (376) kaybetmişlerdir. Geçici sonuçlara göre 180 sandalye kazanan EPP ile 146 sandalye elde eden S&D’nin toplam sandalye sayısı 326’dır. Parlamento’da önemli konularda farklı görüşte bile olsalar bu iki parti çoğunluk için diğer partilere muhtaç duruma gelmişlerdir. Yeşiller (69 sandalye) ile Liberaller (109 üye) önemli bir başarı sağlamışlardır. Hıristiyan Demokratlar ve Sosyalist Demokratlar bu partilerle işbirliğine gitmek zorundadırlar.
Parlamento’da Liberaller (ALDE) hukukun üstünlüğünü, kişisel özgürlükleri, temel hakları, demokrasiyi, özgürlükleri, idam karşıtlığını ve toplumsal cinsiyet eşitliğini savunmaktadır. Türkiye’nin son yıllarda bu temel değerlerden uzaklaştığını savunan Liberaller, müzakere sürecini eleştirmekteler. Avrupa Komisyonu raporu için konuşan ALDE üyesi Nadja Hirsch “Türkiye’nin AB’nin temel değerlerinden ve ilkelerinden uzaklaştığının kanıtı… Dürüstçe söylemek gerekirse Erdoğan’ın Türkiye’si için Avrupa’da bir gelecek göremiyorum” demiştir. 24 Haziran seçiminden sonra ALDE, “Recep Tayyip Erdoğan’ın kazandığı kısıtlı çoğunluk, Türkiye’deki otoriter yönelişine dair memnuniyetsizliğin kanıtıdır. Açık olmalıyız: Bu Türkiye Avrupa Birliği’ne üye olamaz. Yeni bir ortaklık için çalışmaya başlama zamanı” açıklamasında bulunmuştur.
Yeşiller‘in (EFA) sandalyesi 17 artarak 69’a ulaşmıştır. Yeşiller; insan hakları, sürdürülebilir kalkınma ve sosyal adaletin korunmasından yanadır, ırkçılık, antisemitizm, ayrımcılık, İslamofobi, yabancı düşmanlığına karşıdır, göçmenlere vatandaşlık verilmesinden yanadırlar. Yeşiller, 15 Temmuz sonrası çok sayıda kişinin gözaltına alınması sebebiyle demokrasiden uzaklaşıldığını ve Türkiye ile müzakere sürecinin geçici olarak dondurulması gerektiğini savunmuşlardır. Liberaller gibi aynı gerekçelerle Türkiye ile müzakere sürecine karşı olup “İfade özgürlüğü, işleyen bir toplumun ayrılmaz parçasıdır ve ne pahasına olursa olsun savunulmalıdır” görüşündedirler.
Avrupa karşıtı, aşırı sağ ve popülist partiler özellikle İtalya, Fransa, Polonya ve İngiltere de Parlamento tarihinde ilk defa büyük başarı sağlamışlardır. Bunlar arasında bulunan Fransa’daki Marine Le Pen liderliğindeki Ulusal Birlik (RN) ilk sırayı elde etmiş, İtalya’da İçişleri Bakanı Matteo Salvini önderliğindeki Lig ile İngiltere’de seçimlerden önce kurulan Nigel Farage’ın Brexit partisi önemli başarı sağlamışlardır. Her iki parti birlikte hareket etmeleri durumunda Parlamento’da etkin bir konuma geleceklerdir. Salvini, Nisan 2019’da “Türkiye Avrupa’da değil ve hiçbir zaman da olmayacak” diyerek katılım sürecinin süresiz olarak durdurulmasını savunmuştur. Salvini, bu günlerde lideri olduğu aşırı sağcı parti Lig’in seçim kampanyalarına katılmak için ülke çapında polis uçaklarıyla seyahat edip kamu fonlarını kötüye kullanmakla itham edilmektedir.
2016 yılındaki Brexit referandumu öncesi UKIP’in lideri olan Farage AB ülkelerinde yaşayan Türkleri gerekçe göstererek AB’den ayrılmayı savunmuştur: “Şimdi Bayan Merkel en geç 2020 ya da 2025’te Türkiye’nin AB üyesi olması gerektiğine karar verdi. Eğer AB’de kalmak için oy kullanırsanız, oyunuz Türkiye ile siyasi bir birlik için verilmiş olacak. 77 milyonluk ve nüfusu hızla artan bir Türkiye ile vizesiz seyahat bölgesine oy vermiş olacaksınız. Eskiden artan oranda Almanların hakimiyetindeki bir Avrupa’da yaşadığımızdan endişeleniyordum. Ancak bu Türk hakimiyetindeki bir Avrupa’ya dönüşebilir.” Farage, Türkiye’nin otoriterleştiğini ve İslamcı bir politika izlediğini açıklamıştır.
Aşırı sağ görüşleriyle bilinen, göçmen karşıtı milliyetçi partilerin oluşturduğu Uluslar ve Özgürlük Avrupası, (ENF) İslamcı olmakla suçladığı Türkiye ile siyasi birlik kurmaya ve vizesiz seyahatle birlikte Türklerin AB içinde serbest dolaşımına izin verilmesine karşıdır. ENF seçimlerde 21 sandalye daha fazla kazanarak 54 parlamentere ulaşmıştır. Bu, Türkiye’nin Avrupa Birliği yolunda önemli bir engeldir.
Türkiye’ye pek sıcak bakmayan parlamenterlerin gücünün aratması, zaten donma noktasına gelen Türkiye AB ilişkilerinin en azından 5 yıl için buzdolabının dondurucu bölümünden inmeyeceğinin göstergesidir. Bunun sebebi, Türkiye’de demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti alanlarındaki gerileme ve anayasa değişikliğinin yürürlüğe girmiş olmasıdır. Geçen yılki kararda anayasa değişikliğinin yürürlüğe girmesi durumunda müzakerelerin askıya alınması çağrısında bulunulacağı belirtmiş, Türkiye-AB ilişkilerinin etkin bir ortaklık temelinde yeniden tanımlanması istenmiştir.
Parlamento, katılım müzakerelerinin başladığı 2005 yılından bu yana ilk defa, ilişkilerin üyelik temelinde değil de, Türkiye ile AB arasında yeni siyasi yükümlülüğün demokrasi, hukukun üstünlüğü ve temel haklara saygı koşuluna bağlanması talebinde bulunmuştur. Gümrük Birliği’nin güncelleme reform sürecine, insan hakları ve temel özgürlüklere saygı koşuluna bağlanmış, bunun gümrük birliğinin parçası olması için Avrupa Komisyonu’ndan talepte bulunulmuştur.
Türkiye’den Kıbrıs Cumhuriyeti’ni (Güney Kıbrıs Rum Kesimi) tanıması, doğal kaynak aramasında egemenlik haklarına saygı duyması ve tutuklanan milletvekillerinin serbest bırakılması istenmiş, Selahattin Demirtaş hakkında AİHM kararına karşı yapılan açıklamalar kınanmıştır. Birleşik Sol Grup tarafından sunulan, “PKK’nın AB terör örgütleri listesinde yer alması barış süreci önünde engel” mesajını içeren önerge ise reddedilmiştir. Türkiye’ye Avrupa Konseyi, AİHM ve Venedik Komisyonu üyeliklerinden kaynaklanan yükümlülükleri hatırlatılmıştır. Parlamento, raporu onaylayarak tarihinde ilk defa ilk defa üyelik sürecindeki aday bir ülke ile müzakerelerin askıya alınması çağrısında bulunmuştur.
Avrupa Parlamentosu Türkiye raportörü Hollandalı sosyal demokrat parlamenter Kati Piri’nin bu konudaki görüşü şöyledir: “Başkan Erdoğan’la bu üyelik müzakerelerini yürütmek bir saçmalık. Türkiye’de bariz insan hakkı ihlalleri gerçekleşiyor. Fakat buna rağmen Türkiye’nin demokratlarının yanında durmalıyız. Gelecekte yeniden demokratik bir Türkiye göreceğimizi ümit ediyorum.” (continuing a negotiating process aimed at EU integration of Turkey has lost all credibility under the present circumstances)
Piri tarafından hazırlanan Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki katılım müzakerelerinin askıya alınması önerisinde bulunulan karar, Parlamento’nun 2014-2019 yasama döneminin son Türkiye kararı olmuştur. 622 parlamenterden 370’i karar lehinde, 109’u karar aleyhinde oy kullanırken, 143 parlamenter çekimser kalmıştır. Oylama öncesi Hıristiyan Demokrat, aşırı sağcı ve AB karşıtı gruplar tarafından müzakerelerin “askıya alınması” yerine “tamamen sonlandırılmasını” isteyen ve ayrı ayrı oylanan üç değişiklik önergesi oy çokluğuyla kabul edilmemiştir. (https://www.turkishnews.com/tr/content/2019/03/29/avrupa-parlamentosunun-sozde-ermeni-soykirim-kararini-yok-sayarsak-basini-kuma-gomen-devekusuna-benzeriz/)
Kati Piri’ye benzer bir çıkış, Hıristiyan Demokrat Grup Türkiye gölge raportörü Alman parlamenter Renate Sommer’den de gelmiştir: “Türkiye-AB ilişkilerinin etkin bir ortaklık temelinde yeniden tanımlanmasını istediklerini” açıklayarak “Gümrük Birliği gelecekteki ilişkimizin temeli olabilir ve olacak, ancak bunun için de Türkiye’nin insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğüne saygı duyması lazım” demiştir.
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın “Avrupa Parlamentosu tarafından oylanan, hiçbir bağlayıcılığı olmayan tek taraflı ve objektiflikten uzak bu karar bizim açımızdan yok hükmündedir. Öte yandan 370 evet oyu ile kabul edilen bu tavsiye kararı 751 AP üyesinin ortak iradesini temsil etmemektedir. Avrupa Parlamentosu tarafından oylanan, hiçbir bağlayıcılığı olmayan tek taraflı ve objektiflikten uzak bu karar bizim açımızdan yok hükmündedir“ açıklaması doğru bir tespit değildir. Ayrıca bazı basın yayın organlarında yer alan “Parlamento oylaması sembolik önem taşıyor; Avrupa Komisyonu üzerinde bağlayıcı yetkisi bulunmuyor” ifadesi doğru değildir.
Türkiye-AB ilişkileri bakımından Parlamento kararları son derece önemlidir. Siyasi nitelikte olup, hukuki açıdan bağlayıcılıkları bulunmamasına rağmen Parlamento; üye adayı ülkelerin AB’ye üye olarak kabul edilme sürecinde Avrupa Birliği Anlaşması ve Avrupa Birliği’nin İşleyişi Hakkında Anlaşma’nın (Madde 49) kapsamında sahip olduğu yetkiler şöyledir: “2. maddede belirtilen değerlere saygı gösteren ve bu değerleri desteklemeyi taahhüt eden her Avrupa devleti, Birliğe üye olmak için başvuruda bulunabilir. Bu başvuru Avrupa Parlamentosu’na ve ulusal parlamentolara bildirilir. Başvuruda bulunan devlet, başvurusunu, Komisyon’a danıştıktan ve üye tam sayısının çoğunluğuyla karar verecek olan Avrupa Parlamentosu’nun onayını aldıktan sonra oybirliğiyle hareket edecek olan Konsey’e yapar.” Aşağıda Parlamento seçimlerinde 10 siyasi grubun üye ülkelere göre kazandıkları sandalye sayıları gösterilmiştir.
Kaynak: BBC
Başbakan Turgut Özal 14 Nisan 1987 tarihinde AB’ye “tam üyelik” başvurusu yaparak, 1959 yılından sonra bir türlü ilerlemeyen ilişkilere canlılık getirmiştir. (S. Rıdvan Karluk, Avrupa Birliği Türkiye İlişkileri, İstanbul, 2013, s. 20 ) Özal’a göre Avrupa Birliği üyeliği Türkiye için Batıya giden bir gemide Doğuya gitmek değildir. Bazı yazarlar, Türkiye’nin Batı dünyasına koparmak için hayali gerekçelerle “AB’yi zihnimizden ve kalbimizden silmiştik… Türkiye’nin Avrupa ile tek ilişki biçimi kalmıştır o da AB ile değil, devletten devlete ikili ilişkileri öncelemektir” dese de ) Avrupa Birliği üyeliği Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından itici bir araç, ekonomik açıdan büyük bir pazar, güvenlik açısından stratejik bir ortak, çağdaş bir ülke olma açısından da önemli bir modeldir.
Özal’ın en önemli hedefi, dünyanın ileri batılı ülkeleri arasına girmiş bir Türkiye idi. Özal, Avrupa Birliği’ne tam üyelik başvurusunu da bu amacın en önemli aşamalarından biri olarak görmüştür. Özal, Atatürk’ün çizmiş olduğu yoldan giden bir liderdi. O’nun hedefi AB üyeliği idi ama hayatta iken bu hedef gerçekleşemedi. 1982 yılında Devlet Planlama Teşkilatı’nda O’nun direktifleri doğrultusunda AET Dairesini kuran bir öğretim üyesi olarak Türkiye’nin tüm zorluklara rağmen bir gün AB üyesi olacağına olan inancımı henüz kaybetmedim. Bu inanç doğrultusunda Türkiye’nin yakın bir tarihte olmasa da AB üyesi olması Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin hedefi olmalıdır.
Türkiye’nin AB’ye ortak üyelik için yaptığı başvurusunun (31.07.1959) üzerinden 60, 14 Nisan 1987 tarihinde o dönemki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik başvurusu üzerinden 32, gümrük birliğinin gerçekleşmesinin (31.12.1995) üzerinden 24, adaylık statüsü kazanmasının (12.12.1999) üzerinden 20, müzakerelerin başlamasının (03.10.2005) üzerinden 14 yıl geçmiştir. Bu süre içinde AB üye sayısı 6’dan 28’e çıkmıştır. Sırada Batı Balkanlar vardır ama Türkiye yoktur.
Tüm bu olumsuz gelişmelere ve Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye uyguladığı benim ifademle Bobon kriterlerine (Bo: Bizden olan, Bon Bizden olmayan) rağmen Türkiye’nin amacı Şanghay İşbirliği Kuruluşu ya da Avrasya Ekonomik Birliğine girmek olmamalıdır.
Eski Başbakan Davutoğlu’nun “AB bizim için stratejik bir hedeftir. İnşallah öyle veya böyle bir gün mutlaka Türkiye AB’nin üyesi olacaktır. O vakte kadar herkesin bilmesini istediğim bir gerçek var: Türkiye, Avrupa tarihinin bir parçasıdır. Avrupa geleceğinin de sadece bir parçası değil, öncüsü olacaktır. 12 yıl önce Türkiye’yi AB’ye almayanlar çok zayıf diye almıyorlardı, şimdi çok güçlü diye almak istemiyorlar. İster alsın ister almasınlar biz güçlü olmaya devam edeceğiz. Onların kapısında talepkar bir şekilde herhangi bir özel muamele istemeyeceğiz, dilenmeyeceğiz” görüşüne katılmamak mümkün değildir.
Cumhuriyet döneminin hükümet programlarında da vurgulandığı gibi Türkiye’nin AB üyeliği stratejik bir hedeftir ve kararlılıkla sürdürülmeye devam edecektir. Turgut Özal’ın 1987 yılında söylediği “uzun ve meşakkatli bir yol” tespitinin ne kadar doğru olduğu, geçen süre içinde ispatlanmıştır.
AP Milletvekili Alman CDU´lu Elmar Brok’un “Bence AB mevcut haliyle Türkiye gibi büyük bir ülkeyi kaldıramaz. Bu, AB’nin fazla genişlemesi anlamına gelir” görüşü AB’de geçerli olursa ve de Türkiye’ye karşı uygulanan çifte standart olan Bobon kriterleri sebebiyle Türk kamuoyunda AB’ye verilen destek düşerse, ancak o zaman bazı alternatifler gündeme gelebilecektir. Türkiye’de hiçbir hükümet AB üyeliği konusunda istekli olmayacak, Türkiye ile Batı dünyası arasındaki ilişkiler zayıflayacak ve Türkiye’de bir “eksen kayması” bu durumda olabilecektir. O zaman İsmet İnönü’nün dediği gibi “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de orda yerini alır.”
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 11 Mayıs’ta “Avrupa Birliği üyeliği bizim için başından beri stratejik bir dış politika hedefi oldu ama AB hala bize çalım atıyor” demiştir ) ama AB üyeliğinin bir stratejik hedef olmaktan çıkmadığını da çeşitli konuşmalarında açıklamıştır. Erdoğan, AB’nin vize serbestisi için terör tanımı değişmeli talebine sert cevap vermiş ve “Biz yolumuza gidiyoruz, sen de yoluna git” demiştir. Fakat daha sonra tepki gösterdiği AB’ye şöyle seslenmiştir: “Türkiye’nin stratejik hedefi AB üyeliğidir.” ) Erdoğan 9 Mayıs 2015, 9 Mayıs 2017, 9 Mayıs 2019 tarihlerinde AB üyeliğinin bir stratejik hedef olduğunu belirtmiştir. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’da 30 Nisan 2019’da AB üyeliği için stratejik hedeftir demiştir.
Türkiye AB ilişkileri dalgalı bir seyir izlese de, Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ten bu yana batılılaşma, çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşma ve Avrupa ile bütünleşme hedefinden vazgeçmemiştir.
Avrupa Birliği’ne üyelik hedefi, Türkiye Cumhuriyeti’nin dış ilişkilerinde “ortak üyelik” başvurusunun yapıldığı 1959 yılından sonraki en önemli kilometre taşıdır. Türkiye, Avrupa Birliği’ne tam üyelik başvurusunu yaparken Türk toplumu için çağdaş değerleri hedef olarak seçmiş, bu değerleri önce kendi insanının refahı ve ilerlemesi için istemiştir. (Karluk, 2013, s. 675)
Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan batılı siyasetçiler çoğunlukta olsalar da müzakerelerin açıldığı 2005 yılında Avusturyalıların direnişini kıran İşçi Patisi milletvekili ve dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı Jack Straw 2013 yılında yayınlanan kitabının 18’nci bölümünü Avrupa Birliği ve Türkiye’ye ayırmıştır. Hasta Adam Karşılık Veriyor: Avrupa ve Türkiye başlıklı bölümde Straw, müzakere sürecinin başlamasından bu yana Angela Merkel ile Nicolas Sarkozy gibi Avrupalı siyasetçilerin Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıktığını hatırlatarak bu iki siyasetçinin Türkiye’nin üyeliğini arzulamamasını, Türkiye’nin Müslüman ülke olmasına bağlamıştır:
“33 müzakere başlığının, 17’si engellenmiş durumda. Hiçbir aday ülkeye böyle davranılmamıştır. Acil sorun Kıbrıs’tır. Bu sorun, Fransa, Almanya ve İngiltere tek ses olursa çözülebilir. Fransa’nın eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Avrupa’nın kendisine sınır çizmesi gerektiğini söylediğinde, coğrafi sınırları kastetmemişti. Öyle olsaydı, Malta veya Güney Kıbrıs’ın alınmaması gerekirdi. Kastettiği dini sınırlardı. Tüm bunda kaybedecek olan AB’dir, Türkiye değil. Türkiye’nin AB’ye duyduğu ihtiyaçtan çok, AB’nin Türkiye’ye şu anda ihtiyacı vardır.” (Straw, 2013, Chapter 18)
Avrupa Birliği’nin bazı üyeleri Türkiye’yi tam üye olarak alma konusunda isteksizdir ama Türkiye’nin başka denizlere yelken açmasını da istemezler. AB Devlet ve Hükümet Başkanları 17 Aralık 2004 tarihinde şu kararı almışlardır: “Eğer Türkiye AB’ye üye olamazsa, Türkiye’nin AB kurumlarına demirlenmesi söz konusudur.” (…is fully anchored in the European structures) Demirlemek şu demektir: “Avrupa Birliği’ne eğer üye olamayacaksanız, AB’den fazla uzaklara da gitmeyin.” Bu durumu Türkiye kabul edemez.
17 Aralık’ta AB ile müzakere tarihinin alınması üzerine, Brüksel’den yurda dönen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Ankara’da törenlerle karşılanmış, Kızılay Meydanı’nda gündüz vakti havai fişekli tören düzenlenmiştir. Başbakan Erdoğan yaptığı konuşmada şunları söylemiştir: “Aydınlık yarınların çağdaş Türkiye’si için çıktığımız yolda hamdolsun, dün müzakere süreciyle ilgili tarihi 3 Ekim olarak almış bulunuyoruz…geçen süre içinde birçok gayretler oldu. Birçok liderin AB yolunda mücadelesi oldu. Aşama aşama şüphesiz bir yerlere gelindi… Bundan sonra şüphesiz önümüzde uzun, zorlu yollar var unutmayın. Bundan sonra ülkemizde demokrasi daha faklı bir şekilde güç bulacaktır…Türkiye çağdaş ülkeler arasındaki yerini almaya başlamıştır alacaktır.”
Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun 28 Ocak 2015, AB Bakanı Volkan Bozkır’ın 18 Mayıs 2016 tarihinde “AB bizim için stratejik bir hedeftir” ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun 9 Ocak 2017 tarihindeki “Türkiye’nin olmadığı Avrupa eksiktir” açıklamaları önemlidir. Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek “AB bizim için önemli bir çıpa, Batı’dan bir kopuş görmüyorum” tespitinde bulunmuştur. Diğer Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli de “Avrupa, bizim en büyük ekonomik ortaklarımızdan biridir. Bu ticaretten her iki taraf da çıkar sağlıyor. İki tarafın menfaatini yükseltecek şekilde ilişkilerimiz devam edecektir” demiştir.
Başbakan Binali Yıldırım 21 Ağustos 2017 tarihinde Singapur’da Türkiye’nin temel dış politika eksenleri bugün de güncelliğini koruduğunu açıklamış, “Avrupa Birliği, ülkemiz için stratejik hedef olmayı sürdürüyor” diyerek şu tespitte bulunmuştur: “AB ile çok boyutlu ve köklü ilişkilerimiz var. AB ile Gümrük Birliği içinde olan tek aday ülkeyiz. Türkiye, AB’nin beşinci büyük ticaret ortağı ve AB ile ticaretimiz yaklaşık 146 milyar dolar seviyesindedir. Gümrük Birliği’ni güncelleyerek ticaret hacmini iki katına çıkarmayı hedefliyoruz ve bunun başarılabileceğini öngörüyoruz.”
Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Türkiye karşıtı grupların etkinliğinin artmasının hemen ardından Avrupa Komisyonu, 2019 Yılı Türkiye Raporu’nu açıklamıştır. Bu bir tesadüf müdür, yoksa bir planın parçası mıdır sorusu akla gelmektedir. Rapor’daki eleştiriler ana başlıklar olarak şöyledir:
- OHAL kaldırılmıştır fakat fiilen devam etmektedir,
- İnsan hakları savunucuları ve gazeteciler tutukludur,
- İstanbul seçimlerinin yenilenmesi, Güney Doğu’da seçimlerde ikinci adaylara mazbata verilmesi, seçimlerin hukukiliği konularında Türkiye’ye yönelik sert eleştiriler vardır,
- Serbest pazar ekonomisine müdahaleler vardır,
- Dış finans konusunda geriye gidiş söz konusudur,
- OHAL’in Gülen Hareketi’ni dağıtmak amacıyla uzatıldığı iddia edilmektedir,
- Binlerce tutuklama ve gözaltılar vardır,
- OHAL Komisyonu tarafsız değildir,
- OHAL süresinde işlerinden atılanların zararları ödenmemektedir,
- Tutuklu gazeteci, yazar, insan hakları savunucusu, avukat ve akademisyenler serbest bırakılmamaktadır,
- Ahmet ve Mehmet Altan kardeşler ile Nazlı Ilıcak gibi önemli gazeteciler Gülen Hareketi ile bağları sebebiyle hapse atılmıştır,
- AİHM’nin kararları uygulanmamaktadır,
- Suçun şahsiliği ilkesi yok sayılmaktadır,
- Hakim ve savcıların yüze 30’u, 2016 Temmuz ayından sonra işlerinden uzaklaştırılmıştır,
- Yerlerine atanan savcı ve hakimlerde objektif ve liyakata dayalı bir atama sistemi uygulanmamıştır,
- Yolsuzluk artmıştır,
- Yerel seçimlerde usulsüzlükler yapılmıştır,
- İşkence ve kötü muamele devam etmektedir,
- Hapishane şartları kötüdür,
- 260 bin kişi hapistedir,
- Bunlardan 57 bini tutukludur,
- 743 bebek anneleriyle hapistedir,
- Hapiste bulunanların yüzde 20’ni terörle suçlanmaktadır,
- Uzun süreli hücre uygulamaları devam etmektedir,
- 8 milyar Euro değerinde 1008 şirket ile şahsi mal varlığına OHAL döneminde el konulmuştur,
- El konulmalarda itiraz mekanizması yoktur, OHAL Komisyonu görevini yerine getirememektedir,
- 1546 avukat hakkında adli tahkikat yapılmıştır.
Seçim süreçlerinin meşruluğu ve siyasi baskılardan bağımsızlığı yönündeki kaygılarını açıklayan Avrupa Komisyonu, halkın iradesinin demokratik seçim süreçlerinin merkezinde olduğunun altını çizmiş, anayasa değişikliğinin ardından siyasette denetim mekanizmalarının zayıfladığına dikkat çekmiştir. Komisyon, temel hak ve hürriyetler ve hukukun üstünlüğünde ciddi bir gerileme olduğunu belirtmiştir. Bununla beraber AB, Türkiye’ye kapıları tam olarak kapatmamış, Türkiye’yi “fiili ortak” ülke olarak gördüğünü açıklamıştır. Bunun anlamı şudur: Yeni başlık açılmayacağı için fiili anlamda ilişkilerde donma söz konusudur.
TÜSİAD Genel Sekreteri ve AB konularında uzman olan Bahadır Kaleağası her iki tarafın diyalog içinde ortak zemin araması gerektiğine işaret etmiştir: “Bu zemin bir an önce, tam üyelik süreci sorgulanmaksızın, mevcut gümrük birliği anlaşmasının güncellenmesi olmalı. Bugün AB dünya ekonomik coğrafyasında en önemli ortaklarından Türkiye ile çağdaş bir anlaşma sahibi değil.”
AB Türkiye ilişikleri açısından bir diğer önemli gelişme, Avrupa Komisyonu’nda 1 Kasım’da mevcut Başkan Jean-Claude Juncker’in yerine Almanya’nın desteklediği merkez-sağın adayı Manfred Weber geçerse, durum Türkiye açısından daha da kötü olabilir. Çünkü Weber, “Türkiye’nin hiçbir zaman AB üyesi olamayacağını” açıklamıştır. Avrupa Parlamentosu seçim kampanyasını Atina’da başlatan Hıristiyan Sosyal Birlik (CSU) partili Weber, bunun Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin kesilmesi anlamına gelmediğini de belirtmiştir: “Birbirimize karşı dürüst olmamız gerekiyor.” Weber’in seçim kampanyası manifestosunda, Türkiye’nin Avrupa değerlerinden uzaklaştığı, bu sebeple Türkiye’nin AB üyeliğinin seçenekler arasında yer alamayacağı belirtilmiştir. )
Lucius Annaeus Seneca’nın şu tespiti önemlidir: “Hangi kapıya yöneldiğini bilmeyen hiçbir zaman uygun esen rüzgarı bulamaz” (ignoranti quem portum petat nullus suus ventus est) Türkiye yöneldiği kapıyı bilmiştir ama hiçbir zaman uygun esen rüzgarı yakalayamamıştır. AB kapısı, Türkiye’den de kaynaklanan sebeplerle şimdilik kapanmış gibidir ama bu kapı Avrasya Gümrük Birliği ya da Şanghay İşbirliği üyeliği kapısı olmamalıdır. Stefan Zweig’ın “Akıl ve siyaset nadiren aynı yolda buluşur” demiştir. Fakat akıl ve siyaset az da olsa aynı yolda buluşabilmektedir. AB ile imzalanmış Ankara Anlaşması ve Katma Protokol yürürlükte olduğu sürece Komisyon’un raporu bu anlaşmaları ortadan kaldıramayacağı için akıl ve siyaset bir anlamda buluşmuş gibidir.
Büyük Önder Atatürk, “Milletimizin hedefi, milletimizin ülküsü bütün cihanda tam manasıyla medeni bir toplum olmaktır. Medeni eser vücuda getirmek kabiliyetinden mahrum olan kavimler, hürriyet ve bağımsızlıklarından ayrılmaya mahkumdurlar. İnsanlık tarihi baştan başa bu dediğimi doğrulamaktadır” diyerek uygarlığa verdiği önemi vurgulamış, bu konuda son noktayı yıllar önce koymuştur. Nokta yerinde durduğuna göre Türkiye kendisine yöneltilen haklı eleştirileri kabul ederken haksız olanlar konusunda AB’yi ikna edebilirse, sorun çözülebilir. Böylece Hıristiyan olan bir birliğe Müslüman bir ülke üye olarak girer ve “medeniyetler çatışması” da bir hayal olur.