ATATÜRK: BEN SAMSUN’A ÇIKTIĞIMDA…(*)

Atatürk bu gerçeği şöyle açıklamıştır 1937 yılında: "Ben 1919 senesinde Samsun'a çıktığım gün elimde, maddi hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk Milleti'nin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran, yüksek ve manevi bir kuvvet vardı. İşte ben bu milli kuvvete, bu Türk Milleti'ne güvenerek işe başladım(1). Ben Türk ufuklarından bir gün mutlaka bir güneş doğacağına, bunun hararet ve kuvvetinin bizi ısıtacağına, bundan bize bir güç çıkacağını o kadar emindim ki, bunu âdeta gözlerimle görüyordum."(2) - anıt 1
İstiklâl Savaşı’nın en önemli karakteri, millilik vasfıdır. Yani ulusal bir savaş olma özelliği taşıyor olmasıdır. Çünkü İstiklâl Savaşı, Türk Milleti’nin bütün unsurlarının, bütün toplum kesimlerinin ve bütün güçlerinin ortaklaşa vermiş olduğu bir mücadeledir. Esasen, pek çok yayında Türk İstiklâl Mücadelesi, Milli Mücadele, bu mücadeleyi veren güçler de “Kuvayı Milliye” yani “Millî Kuvvetler/Ulusal Güçler” olarak ifade edilmektedir.

Atatürk bu gerçeği şöyle açıklamıştır 1937 yılında: “Ben 1919 senesinde Samsun’a çıktığım gün elimde, maddi hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk Milleti’nin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran, yüksek ve manevi bir kuvvet vardı. İşte ben bu milli kuvvete, bu Türk Milleti’ne güvenerek işe başladım(1). Ben Türk ufuklarından bir gün mutlaka bir güneş doğacağına, bunun hararet ve kuvvetinin bizi ısıtacağına, bundan bize bir güç çıkacağını o kadar emindim ki, bunu âdeta gözlerimle görüyordum.”(2)

Esasen o 1919 yılında bu işi milletle el ele vererek başaracağına ve milletten başka hiçbir güce dayanmayacağına dair kendi kendine söz vermiş ve yemin etmiş birisidir. Şöyle diyor Nutuk’ta: “Bağımsızlık gayesinin elde edilişine kadar, tamamiyle milletle birlikte, fedakârane çalışacağıma mukaddesatım namına yemin ettim. Artık benim için Anadolu’dan hiçbir yere gitmemek kesindir.”(3)

1920 yılında ise şöyle diyordu Mustafa Kemal Paşa:”Milletimiz çok büyüktür. Hiç korkmayalım. o esaret ve aşağılığı kabul etmez. Fakat onu bir araya toplamak ve kendisine, ‘Ey millet! sen esaret ve aşağılığı kabul eder misin?’ diye sormak lâzımdır. Ben, milletin vereceği cevabı biliyorum. Ben, milletin büyüklüğünü biliyor ve bu sual karşısında, onun, o suali soran çocuklarını canı gibi seveceğini ve alınlarından öpeceğini biliyorum. Ben biliyorum ki bu millet, kendisine bu suali soran çocuklarının, hep o esasa dayanan çare ve hazırlıklarını canla, başla kabul edecektir. Onun için işte ben şimdi bu yoldayım, onun çok sağlam bir yol olduğuna kani olarak…”(4)

Çünkü Atatürk de iyi biliyordu ki; “Türk, esaret kabul etmeyen bir millettir. Türk milleti esir olmamıştır.” (5)

İstanbul’dan ayrılış maksadını açıklarken de dile getirmiştir sadece ve sadece büyük Türk Milleti’nin yüksek seciyesine ve sarsılmaz azim ve imanına istinat ettiğini. Şu sözler ona aittir ve 1924 yılında söylenmiştir: “İstanbul’u terk etmek zarureti, İstanbul’da hasıl olan elim şartlardan idi. Anadolu’ya geçmekteki maksadım, Anadolu’nun ortasında ve Türk milletinin büyük kütlesi içinde, Türk milletinin yüksek seciyesine ve sarsılmaz azim ve imanına dayanmak idi. Bundan başka hiçbir tedbirin memleket ve milletin derin yarasına çare olamayacağına kesin kanaat hasıl etmiştim. Onun için Samsun’a ayak bastığım dakikada aldığım ilk tedbir, Samsun ve havalisine dair yanımda bulunanlara gereken emirleri ve talimatı vererek hemen güneye yürümek oldu.”(6)

Onun bu konudaki kanaati ve kabulü o kadar kesindir ki; 1925 yılında söylediği şu sözler, sanki 1924 yılında söylediği bir önceki sözlerin devamı gibidir: “Millî Mücadele’yi yapan, doğrudan doğruya milletin kendisidir, milletin evlâtlarıdır. Millet analarıyla, babalarıyla, hemşireleriyle mücadeleyi kendisine ülkü edindi. Biliyorsunuz ki, asırlarca vuku bulan mücadeleler ve bunların neticeleri olarak da yüksek tarihî zaferler vardır. Fakat o zaferlerin âmilleri kendi ülküleri olarak değil, şunun bunun hırsı peşinde kul köle olarak bulunmuşlardır. Halbuki Millî Mücadele’de şahsî hırs değil, millî ülkü, millî izzetinefis hakikî etken olmuştur.”(7)

Atatürk, ayrıca, bu hususu, Konya’daki bir yemekte kendisine hitaben uzun bir nutuk atan ve özetle lafı; “Her şeyi yapan sensin, bütün varlığımızı sana borçluyuz; sen olmasaydın, başka hiç kimse, hiçbir şey yapamazdı, bundan sonra da yapamaz. Allah seni başımızdan eksik etmesin…” demeye getiren Konya Mebusu Refik Bey(Koraltan)’e verdiği cevapta şöyle dile getirmiştir:

“Beyefendi, bütün yapılanlar, herkesten evvel büyük Türk milletinin eseridir; onun başında bulunmak bahtiyarlığına ermiş bulunan bizler ise, ancak onun şuurlu fedakârlığı sayesinde ve fikir ve iman birliği içinde müşterek vazife görmüş, öylece başarı kazanmış insanlarız. Hakikat bundan ibarettir.”(8)

Sonra sofradakilere dönerek şöyle diyor: “Efendiler; size şunu söyleyeyim ki, inkılapçı Türkiye Cumhuriyeti’ni benim şahsımla kaim zannedenler çok aldanıyorlar. Türkiye Cumhuriyeti, her manası ile büyük Türk Milletinin öz ve aziz malıdır. Kıymetli evlatlarının elinde daima yükselecek, ebediyyen payidar olacaktır. Şimdi rica ederim bu bahsi kapayalım, bir daha da tekrar etmeyelim…”(9)

Afet İnan anlatıyor: “İstiklal Savaşımızda, ulusun bütün bireyleri, davayı benimsedikten ve Ankara’ya tabi olduktan sonra, kendilerine düşen görevi, en büyük vatan aşkı ve cesaretle yapmışlardır. Şu olayı o zaman İnebolu’da ilkokul öğretmeni olan bir kişiden dinledim: -İnebolu limanına, Anadolu’ya sevk edilmek üzere cephane geliyor. Bir müddet sonra cephanenin orada olduğunu haber alarak, limana gelen düşman harp gemisi kumandanı, bu cephaneler kendilerine teslim edilmediği takdirde, şehri bombardıman edeceğini bildiriyor. Bu ölüm ve kalım durumu karşısında kalan halk, her ne pahasına olursa olsun, cepheye gönderilecek olan bu cephaneyi, düşmana teslim etmemeye karar veriyor ve emin bir yere taşımaya başlıyor. Hatta ilkokul öğretmen ve öğrencileri bu taşıma işine en büyük ölçüde katılıyorlar-“(10)

Atatürk’ün yakın arkadaşlarından birisi, ayrıca Balkan ve Çanakkale savaşlarından sonra Milli Mücadele yıllarında da Atatürk’ün emriyle Antep ve Maraş’ta, Fransızlara ve Ermenilere karşı halkı örgütlemekle vazifelendirilen Kılıç Ali anılarında şöyle der:

“Alman Kumandanı Liman von Sanders’ten sonra Yıldırım Orduları grup kumandanlığını alan Mustafa Kemal, Arap ayaklanmasını ve İngiliz baskınını Halep önlerinde durdurduğu zaman, Arapların Hatay, Adana, Mersin, Antep, Urfa, Maraş üzerindeki hak iddialarını çürütmek amacıyla merkezi Adana’da kurulmuş ilk Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nde Antep’i temsil eden eski Ticaret Bakanı Gaziantep Milletvekili Ali Cenani Bey’i yanına çağırtır ve der ki: ‘Yakında bütün bu Türk beldeleri kendi varlıklarıyla kendilerini savunmak zorunda kalabilirler. Bu acı akıbeti bekleyin ve hazırlıklı olun. Bir yenilgi halinde düşmanlarımız elimizde silah bırakmazlar. Şehirlerinizdeki askerlik şubeleri emrine eldeki silahlardan verdirteceğim. Sahip çıkın ve hazırlıklarınızı bunlara dayandırın.’

Ve, üzerinde önce Arapların, sonra onları temsilen Fransızların, daha sonra da Ermenilerin hak iddia ettikleri Türk şehirlerinin savunma ihtiyaç ve durumlarına göre silah depo ettirilmesi için gizli emir verir. İşte, bu vatan köşelerinin düşman istilası karşısında kendi öz evlatları ile yapabildikleri savunmanın temeli, bu silahlar olmuştur. Gaziantep’in payına düşen de 4.000 mavzer, 26 makineli tüfek ve 8 toptur…Mustafa Kemal neden büyüktür? Cevapların içine, tarihlerin yazmadığı ve kendisinin -birçok hizmetinde olduğu gibi- söylemediği bu ibretli gerçeği de ekleyiniz.”(11)

Anlaşılacağı üzere; Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi’nin hükümlerini önceden tahmin etmiş ve elindeki silahları, İtilaf devletleri bu silahlara el koymadan önce, milislere dağıtılmak üzere; güney bölgemizdeki askerlik şubelerinin emrine verdirmiştir.

Dedik ki; Türk İstiklâl Savaşı, Türk Milleti’nin bütün unsurlarının katılımıyla topyekun verilen bir mücadeledir. Unsurlardan maksat, bazı azınlıklar dışında etnik köken farkı gözetilmeksizin milletin bütün fertlerinin, bütün yaş ve meslek gruplarının, cinsiyet farkı gözetilmeksizin fiilen bu savaşa katılmış veya desteklemiş olmalarıdır. Ayrıca, karar alırken her türlü faktörün dikkate alınmış olmasıdır.

Atatürk, milletin bir parçası olarak Anadolu kadınının bu konudaki fedakârlığını yakından müşahede etmiş ve bu hususu şöyle dile getirmiştir 1923 yılında: “Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir milletinde, Anadolu köylü kadınının üstünde kadın çalışması zikretmek imkânı yoktur ve dünyada hiçbir milletin kadını ‘Ben, Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar emek verdim’ diyemez.”(12)

Bir asır önce istiklal uğruna Samsun’da atılan ilk kutsal adımın, hiç bitmeden sonsuza kadar devam etmesi dileğiyle, o ilk adımın sahiplerini saygı ve rahmetli anıyorum. Mekânları cennet, ruhları şad olsun…

19 Mayıs 2019
Ömer Sağlam


(*) Bu yazı, “Fetvalar Savaşı” isimli kitabımızın GİRİŞ bölümünden aktarılmıştır.
1-Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Haz. Arı İnan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 16. Basım, İstanbul, 2017, s. 144.
2-Prof. Dr. Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, A.K.D.T.Y.K ATAM Yayını, Ankara,1999, s, 2. Alıntı söz konusu kitabın “http://www. atam.gov.tr/wp-content/uploads/ATATÜRKÜN-FİKİR-VE-DÜŞÜNCELERİ-I.doc” internet adresinde bulunan word dosyasından yapılmıştır. Bu sebeple sayfa numaralarında kayma olabilir.
3-Utkan Kocatürk, age, s. 22
4- Yunus Nadi Abalıoğlu, Ankara’nın İlk Günleri, Sel Yayınları, İstanbul 1955, s. 99.
5-Utkan Kocatürk, age, s.21.
6- Utkan Kocatürk, age, 23.
7-Utkan Kocatürk, age, s. 32.
8-Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, 8. Baskı, Yapı Kredi Bankası Yayınları, İstanbul, 2016, s. 55.
9-Hasan Rıza Soyak, age, s.56.
10-Afet İnan, age, s, 150. (Kitabın dipnotunda, bu hatırayı nakleden kişinin, Ankara İstiklal Ortaokulu Başöğretmeni Fahri Doluca olduğu belirtilmiştir)
11-Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları, Derleyen Hulûsi Turgut, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 19. Basım, İstanbul, 2017, s. 96-97.
12- Utkan Kocatürk, age, s. 33.

Atatürk bu gerçeği şöyle açıklamıştır 1937 yılında: "Ben 1919 senesinde Samsun'a çıktığım gün elimde, maddi hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk Milleti'nin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran, yüksek ve manevi bir kuvvet vardı. İşte ben bu milli kuvvete, bu Türk Milleti'ne güvenerek işe başladım(1). Ben Türk ufuklarından bir gün mutlaka bir güneş doğacağına, bunun hararet ve kuvvetinin bizi ısıtacağına, bundan bize bir güç çıkacağını o kadar emindim ki, bunu âdeta gözlerimle görüyordum."(2) - anıt

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir