Avrupa Birliği’ndeki İç Sorunların Önemi
Avrupa Projesi, 60 yıllık tarihinin en sancılı dönemlerinden birinden geçmektedir. 2008 yılındaki küresel krizin tetiklediği Euro Alanı borç krizi, AB’ye göç ve mülteci krizi, 2018 Haziran’daki İngiltere’nin AB’den ayrılma kararı ve ay sonuna kadar AB Anlaşması’nın 50’nci Maddesi’ni harekete geçirerek Brexit sürecini başlatması, Avrupa bütünleşmesine destek veren ABD’de Brexit’e destek veren bir başkan tarafından yönetilmesi, AB’ye komşu coğrafyalarda istikrarsızlık ve çatışmaların hüküm sürmesi, Fransa’da Marine Le Pen’in, Hollanda’da ise Geert Wilders’in öncüsü olduğu AB karşıtı popülistlerin güçlenmesi ve ırkçılığın yükselişe geçmesi, Macaristan ve Polonya’da hukukun üstünlüğünün erozyona uğraması, erozyona uğrarken, acaba AB’nin sonu mu geldi sorusunun sorulmasına yol açmaktadır.
Avrupa Parlamentosu’ndaki (AP) milletvekili sayısı 2014-2019 yılları arasında 751’di. Bu rakam gelecek beş yıl için 755’e çıkacaktır. Eğer İngiltere AB’de kalma süresini uzatırsa bu değişebilir. İngiltere 2 Temmuz 2019’dan sonra AB’de kalmak istediğini bildirirse, adayların da Mayıs ayındaki seçime katılması gerekiyor. Seçimlerde AB ülkelerinin genelinde artan milliyetçiliğin ve popülizmin Avrupa şüphecilerinin AP’de daha fazla yer bulmasına yol açması bekleniyor. Bu durumun yasal süreci yavaşlatmasından ve karar alma mekanizmasını zorlaştırmasından endişe ediliyor. İkinci olarak sandığa gitme oranlarının 1979’dan bu yana gösterdiği gerilemenin devam etmesi AB’nin seçimlerine eksi puan olarak yazılabilir.
İngiltere: Avrupa Birliği’ne Veda Ediyor
AB’den ayrılma sürecinde olan Birleşik Krallık’ta (İngiltere) başlıca sorun, bu kararın siyasi, sosyal ve ekonomik etkileri çerçevesinde şekillenmektedir. Yüzde 52’ye 48 gibi bir marjla alınan Brexit kararı, ülke kamuoyunun ve seçkinlerinin yaşadığı bölünmüşlüğü gösteriyor. Ülkede çözüm bekleyen terör saldırıları gündemde yer alıyor. Mart ayından bu yana 5 terör saldırısına uğrayan ülke, soruna kalıcı çözüm bulmakta zorlanıyor. İskoçya ve Kuzey İrlanda’daki ayrılıkçı hareketlerin Brexit’le beraber yeni bir ivme kazanacağı öngörülmektedir. Brexit’ten sonra İngiletere ile AB ilişkilerinin ne olacağı konusunda farklı alternatifler ortaya atılmakta, bunlar arasında Norveç, İsviçre ve Türkiye modelleri tartışılmaktadır.
Brexit’ten sonra İngiltere’nin katkı payı ödeyip ödemeyeceği önemli bir sorundur. Norveç ve İsviçre AB tek pazarına girme karşılığında AB bütçesine katkıda bulunmaktadırlar. Eğer İngiltere kişi başı katkı payını İsviçre’ye eşdeğer tutarsa, AB’ye ödemeleri yaklaşık yüzde 60 azalacaktır. AB iç pazarına üç EFTA ülkesi olan Norveç, İzlanda ve Liechtenştayn da giriş hakkına sahiptir. Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi (EFTA), 3 Mayıs 1960 yılında Avrupa Birliği’ne bir alternatif olarak kurulmuştur. Kurucu İngiltere başta olmak üzere üyelerinin çoğu EFTA’dan ayrılarak AB’ye üye olmuştur. Üye ülkeler Norveç, İsviçre, İzlanda ve Liechtenstein’dir. İç pazara giriş hakkı üç EFTA ülkesi ile AB’nin birlikte oluşturduğu Avrupa Ekonomik Alanı (AEA) üzerinden sağlanmaktadır. İsviçre EFTA üyesidir ama 1 Ocak 1994 tarihinde yürürlüğe giren referandum sonucunda AEA’na taraf olmamıştır. İsviçre referandumdan sonra AB ile ilişkilerini ikili anlaşmalarla düzenlemiş, AEA Anlaşması kapsamındaki bütünleşmeye yönelik uygulamalara yakın şartları sağlamıştır.
Norveç AB üyesi olmadan AB ile en yakın ilişki içinde olan ülke olup, AB mevzuatının üçte birini uygulamaktadır. Ülke, hem AB’nin içinde hem de dışındadır. Eğer AB ile İngiltere arasındaki ilişkiler Norveç örneğine uygun bir çerçevede gerçekleştirilebilirse, bu durumda ekonomik ilişkiler en az şekilde olumsuz etkilenecektir ama ülke AB’nin düzenlemelerinde söz sahibi olamayacaktır.
Brexit’in en önemli etkilerinden biri, AB bütçesi üzerine olacaktır. İngiltere’nin AB’den ayrılmasıyla bir defaya mahsus olmak üzere bir ödeme söz konusudur. Yükümlülükleri, geçmiş yıllarda yapılmış ancak henüz ödenmemiş emeklilik ödemeleridir. Brexit Bill (Brexit Faturası) olarak adlandırılan bu ödeme İngiltere’nin AB’ye 20 ile 50 milyar Euro’luk bir defaya mahsus ödemeyi kapsamaktadır. İngiltere, AB’ye net katkı sağlayan bir ülkedir. 2017 yılında net katkı 8,9 milyar sterlindir. 2011-2015 yıllarında ortalama olarak İngiltere’nin AB bütçesine net katkısı ise 8,5 milyar sterlindir.
İngiltere’nin AB’ye Net Katkısı: Brüt Katkı – Geri Ödemeler ve İndirimler-Kamu Kesimi Kaynak: Matthew Keep (2017), The UK’s contribution to the EU Budget, Briefıng Paper House of Commons Library, Number CBP 7886. 21.03.2019.
Almanya: Aşırı Sağ Güçleniyor
Almanya’da 24 Eylül 2017 tarihinde yapılan genel seçimlerde ortaya çıkan tablo, hem ülke hem de AB için ciddi bir sorun oluşturmaktadır. Seçimde yüzde 12,6 oranında oy alan Almanya için Alternatif (AfD) partisinin üçüncü parti olması ve bir önceki seçimlere göre oy oranını neredeyse ikiye katlaması alarma yol açmıştır. Böylece İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’da ilk defa ırkçı bir parti meclise girmiştir. Almanya Başbakanı Angela Merkel’in lideri olduğu Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU) partisi ve hükümet ortağı Sosyal Demokrat Parti (SPD) oy kaybetmiştir. CDU ve Bavyera eyaletindeki kardeş parti konumundaki Hıristiyan Sosyal Birlik Partisi (CSU) toplamda yüzde 33 oranında oy alırken, koalisyon ortağı Sosyal Demokrat Parti (SPD) ise yüzde 20,5’te kalmıştır. 4 yıl önce yapılan genel seçimlerde yüzde 5’lik baraja takılan aşırı sağcı popülist Almanya İçin Alternatif (AfD) ve Hür Demokrat Partisi oy oranlarını önemli ölçüde artırarak meclise girmiştir.
Almanya; ekonomisi, sahip olduğu güçlü sanayi ve ileri teknolojiyle Avrupa’nın lokomotif ülkesi olma rolünü sürdürmektedir. Ancak ülkede özellikle işgücündeki ciddi demografik sorunlar endişelere yol açıyor. Yaşlı nüfusun artışı, düşük genç nüfus oranı, doğum oranındaki azalma gibi nedenler bu endişelerde başı çekiyor. Almanya’da 2040 yılında toplumun yüzde 30’nun 65 yaş üzerinde olacağı tahmin ediliyor. Almanya’da bazı araştırmalar da bu nedenle ülkenin göçe ve genç nüfusa ihtiyaç duyduğunu gösteriyor. Aşırı sağcı ve ırkçı söylemlerin artması ülkede yaşayan Müslümanlarda ve göçmen kökenlilerde korkuya sebep oluyor. Müslümanlar, camilere ve kurdukları derneklere saldırıların artmasından endişe duyuyorlar.
Fransa: Macron Güç Kaybediyor
Partisi olmadan, bir yıllık bir siyasi oluşumla girdiği seçimi kazanan bir cumhurbaşkanıyla yönetilen Fransa’da en önemli sorun, büyük beklentilerle seçilen Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un reform vaatlerini yerine getirememesi sıkıntı yaratmaktadır. Parlamentoda yeterli desteği olmayan Macron’un, kararnameler yoluyla reformları hayata geçirmeye çalışması, ülke genelinde protesto ve grevlere yol açmaktadır. Cumhurbaşkanı Macron yönetimini protesto etmek için gösteri düzenleyen Sarı Yelekliler, 16 Mart cumartesi günü 18’nci defa sokaklara inerek başkent Paris’i savaş alanına çevirmişlerdir. Sokaklardaki barikatları ateşe veren göstericiler caddede bulunan birçok mağazanın camını kırarak yağmalamış, bir bankada da yangın çıkmış, en az 100 kişi gözaltına alınmıştır. Bir şey dikkatimi çekti. Kara ceket giymiş olan grup mağazaları ve işyerlerini ateşe veriyorlardı. Bunlardan bir grup bir polisi aralarına almış, darp ediyorlardı. Buna tanık oldum ve şunu düşündüm. Acaba bu olay Türkiye’de olsaydı acaba durum nasıl olurdu?
Paris’te 5 yıl görev yaptım. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Türkiye’nin AB üyeliği için çaba sarfeden Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın davetlisi olarak 19 Şubat 1998 tarihinde Paris’e gelmişti. Arc de Triomphe’tan Concorde’a uzanan cadde olan Champs-Elysees boydan boya Türk ve Fransız bayrakları ile donatılmıştı. Bu manzara beni çok etkilemiş ve duygulandırmıştı. Çünkü Fransa Ermeni yanlısı bir politika izliyordu ve Türkiye’ye sıcak bakan bir ülke değildi. Demirel, 30 yıl aradan sonra Fransa’yı devlet başkanı düzeyinde ziyaret eden ilk Türk cumhurbaşkanıdır.
Ülkenin karşı karşıya olduğu önemli sorun terörizmdir. Ocak 2015’te başlayan ve Kasım 2015’te 130 kişinin ölümüne yol açan terör saldırıları güvenlik güçlerini hedef alan girişimlerle devam etmektedir. Terör saldırısının ardından Kasım 2015’te yürürlüğe giren OHAL, altıncı defa uzatılmıştır. OHAL’in kalkmasının ardından yürürlüğe girecek terörle mücadele yasasının yetersiz ve etkisiz olacağı düşünülmektedir.
Sığınmacılar, çözüm bekleyen diğer bir sorundur. Başka ülkelerden Fransa’ya gelen sığınmacıların içinde bulunduğu kötü koşullar, uzun süredir sivil toplum örgütleri ve insan hakları savunucuları tarafından eleştirilmektedir. Fransa’da sığınmacıların kamplarda karşı karşıya olduğu olumsuz koşullar, uğradıkları kötü muamele, sistematik hale gelen polis şiddeti ve yetkililerin yardımlara yasak getirmesi dikkat çekmektedir. Terör ve sığınmacı sorunu, aşırı sağın güçlenmesine yol açmaktadır. Sorunların devam etmesi durumunda, Marine Le Pen liderliğindeki aşırı sağcıların daha da büyüyeceği, bunun da uzun vadede diğer ülkelerdeki AB karşıtı hareketleri cesaretlendirebilecektir. Le Pen’in haziran ayında ilk defa meclise girmesi ve babası Jean-Marie Le Pen’in 2002’de aldığı oy oranı olan yüzde 17,8’i yüzde 33,9’a çıkarması önemli bir gelişmedir.
İspanya: Katolanya Bağımsızlık Peşinde
İspanya, ekonomik kriz ve işsizlik sorunlarının yanı sıra son dönemlerde özellikle Katalonya’daki ayrılıkçı girişimlerden dolayı Avrupa’nın hasta adamı olarak gösterilmektedir. Özellikle 2010-2012 yılları arasında yaşanan ekonomik kriz ve buna bağlı olarak Aralık 2015 ve hemen ardından Haziran 2016’da yapılan genel seçimlerle siyasi yapısı değişen İspanya, Kasım 2016’dan buyana sağ görüşlü Halk Partisinin (PP) kurduğu azınlık hükümeti ile yönetilmektedir. 2010 yılından bu yana bağımsızlık taleplerini attıran ve yasa dışı ilan edilmesine rağmen bağımsızlık referandumunun yapılmasında ısrar edilmesi, ülkede istikrarı bozmaktadır. Katalonya’nın 1 Ekim’de düzenleme kararı aldığı referandumun engellenmesi için Madrid’in uyguladığı yöntemler özellikle özerk bölgenin başkenti Barcelona’da protesto edilmekte, İspanya Başbakanı Mariano Rajoy’un referandumun önüne geçmek için aldığı kararlar ülkenin diktatörlük dönemi uygulamalarına benzetilirken, ülke son yılların en büyük siyasi kriziyle karşı karşıya bulunmaktadır. Mevcut durum, İspanya’nın düzelmeye başlayan ekonomisini ve istikrarını tehdit eden en büyük sorun olarak öne çıkmaktadır.
İtalya: Siyasi İstikrar Sorunu ve Faşizm Korkusu
İtalya’da siyasi istikrarsızlık temel sorundur. Beşinci yılına giren yasama döneminde merkez sol liderliğinde 3 ayrı koalisyon hükümetinin işbaşı yaptığı İtalya’da, ekonomik sorunlar ve göç dalgaları buna yol açmaktadır. Mayıs 2018’de yapılan genel seçimlere bu ortamda gidilmiş, oülkede, sağ partilere yönelik oy eğilimleri yükselişe geçmiştir. Seçimde, AB, NATO ve serbest ticaret karşıtı Beş Yıldız Hareketi’nin başarısı, Brüksel’le ilişkilerin gerilmesine yol açmıştır. Sağ partiler, merkez solun öncülük ettiği koalisyon iktidarını, uzun süre İtalya’da yasal şekilde bulunan göçmenlerin çocuklarına vatandaşlık verilmesi konuları gündeme getirmesinden ve göçmenlere yönelik politikalarından dolayı eleştirmektedir.
İtalya’daki 2018 genel seçimleri kampanyasına damgasını vuran tartışma konularının başında faşist rejimin devrilmesi ve Mussolini’nin partizanlarca öldürülmesinden 73 yıl sonra bu seçim kampanyasında en hararetli tartışma konularından biri “faşizmin geri dönme ihtimali” olmuştur. Casa Pound ve Forza Nuova gibi neo-faşist oluşumların seçimlere katılmasına izin verilmesi sol kesimin tepkisini çekmiş, faşizm ve ırkçılık suçlamaları marjinal görünen bu partilerle de sınırlı kalmamıştır.
Casa Pound destekçilerinin Roma’daki Pantheon Meydanı’ndaki Mitingi
İtalya’da 4 Mart 2018’de yapılan genel seçimlerde popülist ve sağ partiler önemli başarı kazanmış, popülist 5 Yıldız Hareketi yüzde 31 ile en çok oyu alan parti olmuş, kısa sürede bir protesto hareketinden ülkenin en büyük partisi konumuna gelmiştir. 2009’da kurulan 5 Yıldız Hareketi, yolsuz politikacıları, yerleşik siyasi ve mali kurumları, ekonomik krizin vatandaşa yükünü hedef alarak özellikle refah seviyesi düşük bölgelerden oy almıştır. 2013’te ilk kez girdiği genel seçimlerde yüzde 25,5 oy alan 5 Yıldız, Mart 2018’de oy oranını yüzde 31’e çıkarmayı başarmıştır.
Avrupa Komisyonu, İtalya’nın 2019 bütçe taslağında aşırı yüksek kamu borcunu düşürmeye yönelik etkin önlem alınmadığı gerekçesiyle disiplin sürecinin başlatılması kararı almıştır. AB kurallarına göre üye ülkelerin bütçe açıklarının Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’larının (GSYH) yüzde 3’nün, kamu borçlarının GSYH’nın yüzde 60’ının altında olması zorunludur. Bu sınır aşıldığında uygulanacak tedbirlerin bildirilmesi ve buna yönelik etkin mücadelenin yerine getirilmesi gerekir. Alınan karar doğrultusunda İtalya’ya Aşırı Bütçe Açığı Prosedürü işletilecek ve İtalya’ya yönelik mali yaptırımlar uygulanabilecektir.
Avusturya: Yabancı Düşmanlığı Artıyor
Avusturya’da da benzer şekilde aşırı sağın yükselmesi önemli sorundur. Geçen yıl aralık ayında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimini aşırı sağcı Norbert Hofer’in az bir farkla kaybetmesi, ülkedeki siyasi tabloyu göstermektedir. Avusturya’da, İslam karşıtlığı, yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve popülist söylemler daha yoğun kullanılmaktadır. Ayrıca aşırı sağ söylemin merkez sağdaki Avusturya Halk Partisi (ÖVP) tarafından da siyasetin odağına taşınması, vergi, işsizlik, eğitim, sağlık ve yaşlıların bakımı gibi hemen hemen her seçimin öncelikli konularının daha geri plana atılmasına yol açmaktadır. 8,7 milyonluk nüfusa sahip Avusturya’da yaklaşık 6,3 milyon seçmen vardır. Ülkede nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan daha muhafazakar yaşlılar, seçimlerde belirleyici rol oynamaktadır.
Siyasi partiler söylemlerini oluştururken bu kitleyi göz önünde bulundurarak hareket etmektedir. Bu da ülkede aşırı sağ ve popülist partiler tarafından “yabancılar ülkemizi elimizden alacak” propagandasının daha çok karşılık bulmasına yol açmaktadır. 15 Ekim 2018 tarihinde yapılan seçimlerde Sebastian Kurz’un liderliğindeki ÖVP (Avusturya Halk Partisi), 2013 seçimlerindeki %23,99’luk oy oranını %31,47’ye çıkararak seçimin galibi olmuştur. Mevcut Avusturya Başbakan’ı Christian Kern’in liderliğindeki SPÖ (Avusturya Sosyal demokrat Partisi) ise 2013 seçimlerinde almış oldukları oy oranının üzerine %0,04 puan koyarak %26,86’lık bir oy oranı ile ikinci parti konumuna gelmiştir. Üçüncü en güçlü parti ise FPÖ (Avusturya Özgürlük Partisi) olmuştur. Heinz-Christian Strache’nin liderliğindeki parti, kuruluş tarihlerinin en yüksek ikinci oy oranına (%26,0) sahip olmuş ve bu oy oranı, partiyi Avusturya’nın üçüncü partisi konumuna yerleştirmiştir.
Avusturya’da gerçekleşen seçimler sonrası merkez sağ ve aşırı sağ partilerin almış olduğu oy oranlarının yüzde 60 dolaylarında olması, ülkede bulunan Müslümanları ve azınlıkları kaygılandırmaktadır. Yakın zamanda hayat alanlarının daraltılacağı konusunda endişelere sahip olan Müslümanlar, ırkçı ve İslam karşıtı olanların kötü tutum sergilemelerine neden olacakları korkusunu taşımaktadırlar.
Belçika: Valon Flaman Çatışması Büyüyor
Belçika; federal yapısı, resmi dilleri, siyasi partileri, sosyal bölünmüşlüğü, reform yapma kabiliyetini yitirmesi ve Avrupa’nın terör üssü olması sebebiyle sık sık batık devlet olarak gösterilmektedir. Belçika; Fransızca konuşulan Valonya, Flamanca konuşulan Flamanya, her iki dilin konuşulduğu Brüksel ile Almanca konuşulan doğudaki küçük bir bölgeden oluşan bir devlettir. Bu bölgeler arasındaki işbirliği eksikliği ve rekabet ciddi sorunlara yol açarken, halklar da birbirine karşı mesafeli durmaktadır. Koalisyonlarla yönetilen ülkede, hükümet kurmak kolay olmuyor. Haziran 2010’da yapılan genel seçimlerin ardından Flaman ve Valon partilerin anlaşamaması yüzünden ancak 541 gün sonra hükümetin kurulabildiği Belçika, bu alandaki dünya rekorunu elinde bulundurmaktadır.
Fransızca, Flamanca ve Almancanın resmi dil olarak kullanılması zaman zaman aynı konuda farklı paralel çalışma grupları kurulmasına neden olurken, güvenlik işbirliğini de zora sokmaktadır. Güvenlik birimlerinin birbirleriyle çok fazla bilgi paylaşmaması, Belçika’nın Avrupa’nın terör üssü olmasına yol açmaktadır. 130 kişinin öldüğü 13 Kasım 2015 Paris saldırılarını Brüksel’de yaşayan Fransız vatandaşlarının gerçekleştirdiğinin ortaya çıkması, bu duruma dikkati çekmektedir. 22 Mart 2016’da DEAŞ üyesi canlı bombaların saldırılarında 32 kişinin öldüğü Belçika’da, güvenlik güçleri o günden bu yana alamdadır. Polislerin yanı sıra askerler, önemli binaların önleri, metrolar ve kalabalık yerlerde sürekli devriye gezmekte, DEAŞ, PKK, DHKP-C ve FETÖ’nün Belçika’daki faaliyetlerine devam edebilmesi tepki çekmektedir.
Hollanda: Hükümetsiz Ülke
Hollanda’daki en önemli sorun, İtalya’daki gibi siyasi istikrarsızlıktır. 15 Mart 2017 tarihinde yapılan genel seçimlerin ardından uzun bir süre hükümet kurulamaması, belirsizliğe yol açmıştır. Hollanda’da dört parti tarafından kurulan yeni koalisyon ile seçimlerden 225 gün sonra hükümet kurulabilmiştir. Özgürlük ve Demokrasi için Halk Partisi (VVD), Hıristiyan Demokratlar Birliği (CDA), Demokrat 66 (D66) ve Hıristiyan Birlik Partisi’nden (CU) oluşan dört partili yeni koalisyon hükümeti 26 Ekim 2017 tarihinde göreve başlayabilmiştir.
Seçimlerde aşırı sağcı Geert Wilders’in liderliğindeki Özgürlük ve Demokrasi İçin Halk Partisi’nin (VVD) ikinci parti olması, ülkedeki tüm siyasi söylem ile halkın tutumunu etkilemektedir. Aşırı sağın yükselmesi ile diğer partilerin söylem ve eylemleriyle aşırı sağ politikaya yönelmeleri, ülkeye yayılan bir İslam karşıtlığına zemin hazırlamaktadır. AB Temel Haklar Ajansının (FRA) anketine göre, Müslümanların yüzde 30 oranıyla dinleri nedeniyle en çok ayrımcılığa maruz kaldığı ülke, Hollanda’dır.
Yunanistan: Ekonomik Kriz Ülkeyi Sarsıyor
Yunanistan’da yaklaşık 8 yıldır devam eden ekonomik durgunluk ve ekonomik kriz, ülkedeki en önemli sorun olarak öne çıkıyor. Ülkenin makro ekonomik göstergeleri toparlanma emareleri gösterse de yıllardır uygulanan kemer sıkma politikaları, gelir seviyesi oldukça düşen Yunan halkını olumsuz etkiliyor. İki yıl önce Euro Bölgesi’nden çıkma arifesine gelen ülke, kurtarma paketi programlarından çıkamayan tek AB üyesi ülke konumundadır. Kriz döneminde ülkede işsizlik yüzde 28’lere ulaşırken, bu durumdan en kötü etkilenenler yüzde 60’lara varan oranla 15-24 yaş arası gençler olmuştur. İstihdamda özellikle yarı-zamanlı iş olanaklarıyla son yıllarda olumlu bir eğilim yaşansa da, Euro Bölgesi’ndeki en yüksek işsizlik oranına sahip ülke konumundadır.
Yunan halkı yaşlanmaktadır. Ülke nüfusunun 2050 yılına gelindiğinde yüzde 30’undan fazlasının 65 yaş üzerinde olması beklentisinin yanı sıra işsizlik ve kriz nedeniyle yaşanan beyin göçü, demografik açıdan Yunanistan’ı dezavantajlı bir durumda bırakmaktadır. Arttırılan vergiler dar gelirli vatandaşların omuzlarındaki yükü çoğaltırken, karlılığı düşürmesiyle ülkeye gelen yatırımlar için de engel oluşturmaktadır. Yunanistan, göçmen krizinin odağındaki ülkedir. 2015 yılında zirveye çıkan krizde, ülke üzerinden geçen sığınmacıların sayısı bir milyonu aşmıştı. Sınırların kapatılmasının ardından ülkede mahsur kalan yaklaşık 60 bin sığınmacı ise hükümeti zorlamaktadır.
Beyaz Kitap: Yeni Öngörüler
Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, AB’nin Brexit sonrası izleyeceği yöne ilişkin muhtemel senaryoları ortaya koyan Beyaz Kitabı 1 Mart 2017 tarihinde açıklamıştır. Beyaz Kitap, Komisyon’un, Avrupa projesinin geleceği için AB genelinde başlatılacak tartışmaya katkısını oluşturuyor. Aralık ayında kadar Komisyon’un, AB’nin sosyal boyutunun güçlendirilmesi, Ekonomik ve Parasal Birliğin derinleştirilmesi, küreselleşme, Avrupa’da savunmanın geleceği ve AB finansmanın geleceği konularında Beyaz Kitap’ta yer alan senaryolardaki boşlukları dolduracak bir dizi politika notu yayımlaması öngörülmüştür.
Beyaz Kitap, Komisyon’un Avrupa projesinin geleceği için AB genelinde başlatılacak tartışmaya katkısını oluşturmaktadır. AB liderleri tarafından, 25 Mart’ta Roma’da bir araya geldiklerinde ele alınan Beyaz Kitap, AB’nin geleceğine ilişkin tartışmalara kaynaklık etmektedir. Ulusal, yerel, bölgesel boyutlarda ve sivil toplum düzeyinde de sürdürülecek geniş çaplı bu tartışmada öne çıkan görüşleri kapsamaktadır. Böylece Haziran 2019’da gerçekleşecek AP seçimlerine kadar bir yol haritasının ortaya konulması mümkün olabilecektir. Komisyon, sunduğu Beyaz Kitap’ta AB bütünleşmesi için 2025’e kadar beş farklı senaryo öngörmüştür:
- Statükonun Devamı: AB bütünleşmesinin, küçük çaplı değişikliklerle mevcut statükosunun devamı öngörülmektedir. İngiltere dışında kalan Avrupa İçin Yeni Bir Başlangıç ve AB Liderlerinin Eylül 2018 Bratislava Bildirisi’ndeki Reformların Hayata Geçirilmesiyle Yola devama dayanmaktadır.
- Sadece Tek Pazar: Bu senaryoda bütünleşmenin Tek Pazar’a indirgenmesi (2’nci senaryo) ve tüm alanlarda daha derin işbirliğine gidilmesi (5’nci senaryo) öngörülmektedir. 2’nci senaryoda hedef Tek Pazar olup, dış politika, savunma, sınır yönetimi, güvenlik gibi politika alanlarında bütünleşme işbirliği öngörülmekte olup, AB bütünleşmesinin reddi anlamına gelmektedir. Komisyon Başkanı Juncker bu senaryoya sıcak bakmamaktadır. AB için federalist bir geleceği öngören 5’nci senaryonun bu ortamda uygulanabilmesi mümkün gözükmemektedir. Çünkü bu senaryo üye ülkelerdeki mevcut siyasi gerçeklilikle uyuşmamaktadır.
- Çift Vitesli Avrupa: Komisyon’un tercihidir. Çok vitesli Avrupa günümüzde geçerlidir. 22 üye ülkenin dahil olduğu Schengen Alanı ve 19 üye ülkenin dahil olduğu Euro alanı çok vitesli Avrupa’ya örnektir. Mevcut koşullarda katılmama hakkı (opt out) elde eden ülkeler dışındaki ülkelerin gerekli koşulları yerine getirdikten sonra Euro Alanı’na katılacakları öngörülmüştür. Çok vitesli Avrupa senaryosu, kurucu ve ekonomileri güçlü üye ülkelerden destek görürken, kuzey ülkeleri ve çok vitesli AB’nin periferisinde kalmaktan korkan Orta ve Doğu Avrupalı üye ülkeler tarafından çekinceyle karşılanmaktadır.
- Daha Fazla Alanda Daha Etkin Bir Avrupa: Bu senaryo; ticaret, güvenlik, savunma ve sınır yönetimi gibi alanlarda bütünleşmeye yönelirken, diğer bazı alanlardaki etkinliğin azaltılmasını ya da tamamen bırakılmasını öngörmektedir. Burada sorun; İngiltere’nin ayrılmasından sonra 27 üye ülke arasında ele alınması ve AB’nin bırakması gereken alanlar üzerinde uzlaşmanın sağlanmasına bağlı olunmasıdır.
- Hep Birlikte Daha Fazla Bütünleşme: Tüm alanlarda daha fazla bütünleşmeyi öngörmektedir.
Roma Zirvesi: 27 Üyeli Yeni AB’nin Doğumu
25 Mart 2018 tarihinde AB’nin 60’ıncı kuruluş yılını kutlamak için Roma’da toplanan zirveye Juncker’in AP üyelerine hitabında da ortaya koyduğu “yalnızca bir doğum günü kutlaması değil, 27 üyeli AB’nin de doğum anı” olacaktır ifadesi damga vurmuştur.
Zirvede, birliğin gelecek 10 yılına yön verecek Roma Bildirisi imzalanmış,
Birlikten çıkma kararı alan İngiltere’’nin katılmadığı zirve, 25 Mart 1957 tarihinde 6 ülkeyle AB’nin temellerinin atıldığı Campidoglio Tepesi’ndeki Conservatori Sarayı’nın Orazi ve Curiazi Salonu’nda gerçekleştirilmiştir.
Kuruluşundan sonra ilk defa bir üyesinin ayrılma kararı aldığı AB zirvesi, mülteci ve mali borç krizi ile terör saldırıları, Birliğe yönelik güven bunalımı ve “çok vitesli bir Avrupa” modeli tartışmaları gölgesinde yapılmıştır.
Roma Anlaşması’nın gözden geçirildiği zirvede, 4 hedeften oluşan 3 sayfalık bir bildiri yayımlanmıştır. Hedefler; güvenli bir Avrupa, refah durumu yüksek, sürekli bir Avrupa, sosyal bir Avrupa ile güvenlik ve savunma alanlarında ortak hareket eden güçlü bir Avrupa olarak belirlenmiştir. “Birliğimiz bölünemez” denilen metinde, Birliği daha güçlü ve daha esnek hale getirmek için çalışılacağı vurgulanarak “Avrupa bizim ortak geleceğimiz” ifadesiyle sonlandırılmıştır.
Zirve öncesi “çok vitesli bir Avrupa” modeli gündeme getirilmişti. Modele, hayati kararların dışında tutularak, “ikinci sınıf ülkeler” konumuna düşeceklerini öne süren Polonya başta olmak üzere Doğu Avrupa ülkeleri ve Yunanistan karşı çıkıyordu. Tartışmalar sonucunda aynı yönde olmak kaydıyla gerekirse farklı tempo ve yoğunlukta, ancak ortak hareket edileceği vurgusu yapılmıştır.Beş senaryo da İngiltere’nin ayrılmasından sonra 27 üye ülkenin yola devam edecekleri varsayımına dayanaktadır. Beyaz Kitap’ta, beş senaryodan her birinin uygulandığı takdirde 2025 yılına kadar Tek Pazar, Ekonomik ve Parasal Birlik, Schengen Alanı ve dış politika alanlarında yaratabileceği etkiler açıklanmaktadır. 2025 Yılına Kadar AB’nin Geleceği İçin Beş Senaryo aşağıda özet olarak verilmiştir.
Almanya ve Fransa Dışişleri Bakanları 2’nci senaryoya karşı çıkarken, edinilen kazanımların gerisine düşmemek kaydıyla “üye ülkelerin entegrasyon hedefleri arasındaki farklılıklarının da ele alınması gerektiği” açıklayarak çok vitesli Avrupa’yı öngören 3’üncü senaryoyu desteklemektedirler. Almanya, Fransa, İtalya ve İspanya liderleri AB’nin geleceğini ele almak üzere 6 Mart 2019’da Versay Mini Zirvesi’nde çok vitesli Avrupa fikrine destek vererek, AB’nin üye ülkelerin kendi entegrasyon derecelerini seçebilmelerine imkan tanıyacak şekilde reforme edilmesi gerektiği mesajını vermişlerdir. Benelüks ülkeleri ve AB Dönem Başkanı Malta, çok vitesli Avrupa’ya destek veren diğer ülkeler arasındadır.
Çok vitesli Avrupa senaryosu, Visegrad dörtlüsü olan Polonya, Macaristan, Çekya ve Slovakya’nın liderleri Beyaz Kitap’tan bir gün sonra AB’nin bütünlüğünün tüm yaklaşımların başlangıç noktası olması gerektiği üzerinde durmuşlar, Tek Pazar, Schengen Alanı ve AB’nin dağılmasının kesin şekilde önlemesi gerektiğini açıklamışlardır. AB bütçesinden net katkı alan 4 ülke, çok vitesli Avrupa’nın ikinci sınıf AB üyeliği çıkarabileceği ve kendilerinin bu kategoride değerlendirilecekleri görüşündedirler. Bulgaristan, Romanya ve Hırvatistan da Visegrad ülkelerinin endişesini paylaşarak, çok vitesli Avrupa’ya karşıdırlar. Fakat AB’nin ahde vefa ilkesi gereği üyelik müzakerelerinin olumlu bir şekilde sonlandırılabilmesi ve Türkiye’nin üyeliği açısından bu seçenek gözardı edilmemelidir. Avrupa’nın bugünkü sorunlarına bakıldığında temelde yatan sorunun bir bütünleşme kapasitesi sorunu olduğu da unutulmalıdır.
Bir yanıt yazın