Cumhuriyet’in Aydınlanma projesinin motorlarından biri de özellikle Batı sanatları konusunda dâhi çocuk üretimine ağırlık vermek olmuştur. Çıkartılan özel yasayla ‘harika çocuklar’ın devlet bursuyla yurtdışında, alanının önde gelen hocalarının rahle-i tedrisinden geçirilmesi sağlanmış, dünya çapında virtüözler olarak parlamalarının yolu açılmıştır. Çocukluğumun kahramanları Suna Kan ve İdil Biret, yoksul bir ülkenin yetenek elçileri olarak küçük yaşta omuzladıkları bu misyonun altında kalmamayı başararak bugüne geldiler. Kendilerinden beklenen karşısında henüz küçücük birer çocukken nasıl bocalayıp, ne tür sıkıntılar çekmiş olduklarını belki günü gelince bize de aktarırlar. Devlet Sanatçılığı denen, daha sonraları tanımının doğası icabı şenlikli bir komediye dönüşen kurumun belki ilk kurbanları olarak söyleyecek çok sözleri vardır.
Acelesi olan Cumhuriyet’in benim ilkokul dönemime denk gelen 60’lı yıllarda Maarif bünyesinde başlattığı uygulamayı da bu rüzgârın çarpıtılmış devamı olarak görüyorum. O küçük mahalle ilkokulunda apansız açıklanan bir kararla, okul binasının farklı girişi olan idari bölümünde bir ‘ileri zekâlılar’ sınıfı açılmasına karar verilmiş, kimi sınıflardan çocuklar devşirilmeye başlanmıştı. Henüz televizyonla tanışmamış, dünyayı uzak bir mucize olarak algılayan 7-8 yaşındaki çocuklar, zekânın ne demek olduğunu iyi kötü biliyordu elbet. Lâkin, onları hoyratça birbirlerinden uzaklaştıracak, anababalarının gözünden düşürecek bu tanımından bihaberlerdi. Kimi devşirmeler o daha geniş, daha ferah, daha renkli ve süslü olduğunu öğrendiğimiz sınıfa yolcu edildiklerinde siyah önlüklerinden de soyunmuş, yanlış hatırlamıyorsam lacivert saten önlükler giyer olmuşlardı. Artık biz sıradan ölümlülerle karıştırılmaları tehlikesi kalmamıştı. Kısa zamanda üstlerine bir ağırbaşlılık çöktü; okul bahçesindeki delibozuk oyunlara katılmaktan geçtim yaşıtlarından selamı esirger oldular. Herhalde çok derin bir eğitimden geçiyor, Quantum Fiziği’nden Atonal Müziğe savruluyor değillerdi. Ama besbelli onlara farklı oldukları, üstün oldukları hissettiriliyor; biz aynı binada asabi öğretmenlerin sıra dayağından geçerken onlar hırslı pedagogların zarif tımarına maruz kalıyorlardı.
Fazıl Say fenomeninin arkasında aydın bir anababanın projesi okunuyordu. Anası Gürgün Say, “Müziğin Doruğuna Fazıl Say Yolculuğu” adlı bir kitap yazıp en az bu serüven kadar dâhilerin ebeveyni nasıl olur üstüne de bizi bilgilendirdi. Bu özel yetenekli çocukların ardında nasıl hedefe kilitlenmiş bir hırs olduğu, bu hırsın nelere kadir olabileceği üstüne birkaç tahminimiz vardı elbet. Ama böylesine kaslı, böylesine boğucu bir dille karşılaşmak yine de sarsıcıydı.
Fazıl Say da dünyanın gözünde olağanüstü bir yorumcu, bir piyano virtüözü olarak sivrildikçe hırçınlaştı. Bir yandan memleketinde popüler bir kahraman olma fırsatını kaçırmamaya çalışıyor, öte yandan popüler alan üstüne son derece seçkinci görüşlerini birer bomba gibi patlatıyordu. Bu hazin çelişkinin farkında olmaması, ne kadar psikolojizm tuzağına düşmemeye çalışsam da bana çocukluğunun siyah bir piyanoya gömülmüş olmasındanmış gibi geliyor. Say, Mozart’ı, Stravinsky’yi dünyanın parmağını ısırtacak yetkinlikte yorumlamakla yetinmiyor. Ülkenin sanat-kültür düzeyini yükseltmeye ant içmiş genç aydın rolüne de çalışıyor. Yazılar yazıyor. Sözgelimi hayli karışık bir kafayla, kendisini müzikal muadili ilan ettiği Nâzım Hikmet adına Amerika’nın Afganistan müdahalesine arka çıkıyor; ‘Nâzım yaşasaydı Amerika’ya hak verirdi’ diyor. ‘Hiroşimalı Kız’ şiirini hatırlatanlaraysa “Amerika yanlışlıkla 3-5 tane kız çocuğunu öldürdü belki. Ama milyonlarca kız çocuğunu diriltti” diyor, “7 yaşındaki Afgan kızı ölüydü zaten” diyor. O yanlışlıkla öldürülen 3-5 Afgan kızının dâhi çocuk olmadıklarından emin nasılsa. Dolayısıyla onları ‘tane’yle saymakta bir beis görmüyor.
Bir konuda hak edilmiş söz sahibi olmanın her konuda söz üretebilme hakkını kendisine tanıdığından kuşkusu yok. Resmi Cumhuriyet seçkinciliğinin tuzağına düşüyor; popüler kültür üstüne güdük savlarla dünyayı anlamaya ve tartmaya çalışıyor. Dünyanın her yerinde azınlığın ilgi alanına giren klasik müzik, onun dehayla şişirilmiş egosuna yetmiyor besbelli. Popüler müziğe karşı neredeyse bir haçlı seferi başlatma çabası da bizi en çok onun varoluş problemi üstüne aydınlatıyor.
Seçkincilik, kişinin seçkin olduğuna bütün kalbiyle inanıp bütün dünyanın hizmetine koşmasını beklediği anda saplanıverdiği bir tuzaktır. Oradan ufuk görünmez. Armoni zenginliğini ölçüt alıp bir müziği diğerinden üstün tutarsan, ritim zenginliğini ölçüt alan da başka bir müzik türünü seninkinin üstünde tutabilir. Dünyayı, kültür üretimini ast-üst ilişkisiyle tanımlayıp şaşmaz bir hiyerarşinin sularında kulaç atarsan aynana yansıyan eninde sonunda faşizan bir sırıtış olacaktır. Zor olanla uğraşmak, zor olana gönül vermek, tevazu gerektirir.
Yıldırım Türker