Geçen yılın sonlarına doğru Turkish Forum (ABD) kanalıyla önemli bir yazı aldım. Sayın Kenan Mutlu Gürses’in yazısını okuyunca, izin alarak önemli kısımlarını kendi görüşlerimi de ekleyerek paylaşmak istiyorum.
10 Aralık 2018 tarihli Ermeni Haber Ajansı’nın Ermenistan Cumhurbaşkanı Armen Sarkisyan’ın “Soykırım Suçuna Karşı” Global Forum’daki konuşmasında 21’inci yüzyılda dünyada hızla gelişen kötü ya da iyi olayların arttığını ve kök saldığını açıklamıştır: “İnsanlık tarihinin binlerce yıl süren zaman içinde hem aydınlık zaferler ve hem de var olan kötülüğün kanıtı niteliğinde olaylar yaşandı. Siyah ve beyaz, aydınlık ve karanlık arasındaki mücadele devam ediyor.”
Sarkisyan, Ermenistan’ın 2 Mart 2018 tarihinde seçilen 4. Cumhurbaşkanıdır. Ermenistan’ın Londra Büyükelçiliği ve Başbakanlık görevlerinde bulunmuştur. Erivan Devlet Üniversitesi Fizik ve Matematik Fakültesi’nden mezun olduktan sonra aynı üniversitede öğretim üyesi olmuştur. Sarkisyan parlamento seçimlerinden birinci çıkan “Benim Adımım” ittifakının adayı Nikol Vovayi Paşinyan’ı Başbakan olarak atamıştır. Paşiyan 8 Mayıs 2018’de Ermenistan başbakanı olarak göreve başlamış, 16 Ekim 2018’de görevinden istifa etmişti. Aralık ayında yapılan seçimlerde Paşinyan’ın partisi “Toplumsal Sözleşme” öncülüğündeki “Benim Adımım” ittifakı oyların yüzde 70,4’nü alarak birinci olmuştu.
Paşinyan’ın ittifakı dışında yüzde 8,2 oy alan iş adamı Gagik Tsarukyan liderliğindeki Müreffeh Ermenistan Partisi ve yüzde 6,3 ile Edmon Marukyan başkanlığındaki Parlak Ermenistan Partisi parlamentoya girmişti. Daha önce iktidarda bulunan eski Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan‘ın Cumhuriyetçi Partisi yüzde 4,7, Taşnak Partisi ise yüzde 3,9 oy alarak baraj altında kalmış ve parlamentoya girememişti. Ermenistan Anayasası’na göre Cumhurbaşkanı, milletvekili seçimlerinden sonra parlamentoda çoğunluğu elde eden partinin başbakan adayını atama yoluyla göreve getirmektedir.
Global Forum’un gerçekleşmesi için nadir yerlerden biri Ermenistan’dır diyen Sarkisyan, 20’nci yüzyılın başında Ermenilerin sözde soykırım acısını yaşadıklarını şöyle açıklamıştır: “Soykırım sadece insan öldürmek anlamına gelmiyor. Soykırım aynı zamanda kültür, sanat, bilim ve tarihin yok etmesidir ve sadece insan öldürmekten çok daha ağır bir suçtur.”
Sarkisyan konuşmasında “Ninem Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan zengin bir aileden geliyordu ve soykırım başladığında her şeyini bırakıp gitti. Ben daha gençken bana hikayesini anlatıyordu. Her şeyi bıraktıklarını, yanlarına elbise ve altın bile almadıklarını söyleyerek kendisi için en değerli iki şeyin yanına aldığını ifade ediyordu. Bunlardan birinin İncil diğeri de oğlunun olduğunu söylüyordu. Bu iki değer için hayatını vermeye hazırdı kendisi. Maalesef oğlunu Eçmiyadzin yolunda kaybetti, fakat İncil’i getirebildi: My grandmother fleeing from the Genocide Took the Most Precious Things – Her son and the Bible. ( O İncil duruyor ve 450 yıllık bir tarihiyle birlikte kaybolan, büyümeyen, sanat, kültür, siyaset ve başka alanlarda katkıda bulunamayan, çocuk ve torun sahibi olamayan bir çocuğun hatırasını yaşatıyor. Soykırımdan 103 yıl sonra Ermeniler aydınlık ve iyiliğin galip gelmesini tüm dünyaya ispat ettiler ve Ermenistan Cumhuriyetiyle Ermeni halkının var oluşu bunun en iyi ispatıdır” demiştir.
Türk düşmanı Ermenistan Başbakanına Kazakistan Cumhurbaşkanı sayın Nursultan Nazarbey’in atamanın hemen ardından gönderdiği mesaj, Türkiye ile Kazakistan arasındaki kardeşlik ve dostluk ilişkilerine zarar verir niteliktedir. Oldu olacak sayın Nazarbayey sözde Ermeni soykırımını da tanısın!… Kazakistan ve Ermenistan Avrasya Ekonomik Birliği‘ne üyedir ama bu üyelik aşırı samimiyeti gerektirmez. Çünkü Türkiye ve de Azerbaycan dost ve kardeş ülkeler ise, “sözde Ermeni soykırımı olmuştur” diyen ve Azerbaycan toprağı Karabağ’ı işgal eden Ermenistan’ın yanında durmak anlamına gelir. Oysa aynı Nazarbayev, Avrasya Ekonomik Birliği’nde Rusya’ya karşı Türkiye’yi bir denge unsuru olarak değerlendirmektedir. Bu konuya Nazarbayev 14 Aralık 2012 tarihinde “Kazakistan: 2050 Stratejisi: Olgunlaşan Devletin Yeni Siyasi İstikameti” başlıklı ulusa sesleniş konuşmasında üstü örtülü olarak değinmiştir.
Nazarbayev aslında bir Kazak milliyetçisidir ve Kazakistan devletinin bağımsızlığından yanadır. Şu sözler O’na aittir: “Jeti atasın bilmeytin er jetesiz, jeti gaşır tarihin bilmeytin el jetesiz” Türkçesi: Yedi atasını bilmeyen kişi yaramaz, yedi asır geçmişini bilmeyen halkın geleceği olmaz (Nazarbayev, 2000, s. 191). Nazarbayev “Biz Arap değil Türki bir halkız” demiştir ama bunu zamanla unutmuşa benzemektedir. Kazakistan’ı defalarca ziyaret etmiş bir aydın olarak diplomatik nezaketin ötesinde Türkiye’yi ve Azerbaycan’ı rahatsız edecek bir üslupla yazılmış kutlama mesajı bu dostluğa zarar verir. Kazakistan’a ilk ziyaretim, Başbakanlık Başmüşavirliğinde görev yaparken 1992 yılında sayın Namık Kemal Zeybek ile birlikte olmuştur. Bu ziyarette sayın Nazarbayev ile baş başa görüşülmüştür. Kırım kökenli olduğum için çeviri de tarafımdan yapılmıştır.
Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan, öncelikle insanlık ayıbının ne olduğunu katil Robert Koçaryan ve halefi olduğu Serj Sarkisyan’dan dinlemeli, Hocalı Katliamı’nın nasıl yapıldığını, “aydınlık ve karanlık arasındaki mücadele devam ediyor” derken onlardan devraldığı hangi vahşete soyunacağını bilmeliydi.
Kenan Mutlu Gürses’e göre Osmanlı İmparatorluğu’nun 1914 toplam nüfusu 18.520,016’dır. Bu istatistik, ülkenin Anadolu, Rumeli ve Suriye bölgelerini kapsayacak şekilde ve 1914 yılının idari yapısına göre hesaplanmıştır. Etnik gruplara göre dağılımda Ermeniler 1.161,169, Ermeni Katolikler 67,838 olmak üzere toplam 1.229,007 nüfusa sahipti. Bu rakam Kemal Karpat tarafından da 1.234,671 olarak verilmektedir.
Farklı kaynaklara göre I. Dünya Savaşı öncesi Osmanlı Devleti’nde Ermeni nüfusu aşağıdadır:
İstatistik Yılı Yazar Osmanlı Ermenileri
1892 Vital Cuninet 1.475.011
1896 Felix Weber 1.000.000
1901 H.F.B. Lynch 1.325.246
1901 Ludovic de Constenson 1.383.779
1910 Encyclopedia Britannica 1.500.000
1913 Ermeni Patrikhanesi 1.915.651
1913 Ludovic de Constenson 1.400.000
1914 Daniel Panzac 1,5-1.600.000
1914 Justin McCarty 1.698.303
Gürses, 1914 yılı değerlendirmelerinin ortalamasını alacak olursak, 1.441,365 Ermeni nüfusunun en sağlıklı sonuç olabileceğini açıklamakta (Ludovic de Constenson’ın ortalaması) ve eklemektedir: “Ermeni diasporası ve onun maşalarının iddia ettikleri 1.500,000 ve üzerindeki Ermeni nüfusu doğru değildir.” Gürses’e katılıyorum. Çünkü Dışişleri Bakanlığımızın yayınladığı rakamlar da benzerdir:
Bu konuda Dışişleri Bakanlığı’nın açıklaması şöyledir: (Question 8: Did 1,5 Million Armenians Die During World War I?) “Armenian propagandists claim that as many as 1, 5 to 2 million Armenians died as the result of “massacres”. Like the rest of their claims, this also is imaginary, with the number claimed being increased over time. At first, immediately following the war the Armenians claimed that as many as 600,000 had been killed. Later they raised it to 800,000 and now they talk about 1,5 million and tomorrow they may talk even about three million. The 1918 edition of Encyclopedia Britannica said that 600,000 Armenians had been killed; in its 1968 edition this was raised to 1,5 million. How many Armenians did die? It is impossible to determine the number exactly, since no complete death records of statistics were kept during those years. The only basis on which even an estimate can be made is the actual Armenian population in the Ottoman Empire at the time. Even here figures vary widely, with the Armenians claiming far more than other sources. Leaving aside the Armenian figures, which are evidently exaggerated, the western estimates vary between 1,056,000 and 1,555,000 which more or less correspond with the official Ottoman census report of 1,295,000. How, then, could 1,5 million Armenians have been massacred even had every Armenian in the Empire been killed, which of course did not happen? Therefore, what are the real Armenian losses? Talat Pasha, in a report presented to the last congress of the Union and Progress Party, stated that this number was estimated at around 300.000. Monseigneur Touchet, a French clergyman, informed the congress of ‘Oeuevre d’Orient’ in February 1916, that the number of dead is thought to be 500.000, but added that this figure might have been exaggerated. Toynbee estimates the number of the Armenian losses as 600.000. The same figure appears in the Encyclopedia Britannica’s 1918 edition. Armenians had also claimed the same number before. Bogos Noubar, head of the Armenian delegation at the Paris Peace Conference, declared that after the war 280.000 Armenians were living in Turkey and 700.000 Armenians have emigrated to other countries. According to the estimation of Bogos Noubar, the total number of the Armenian population before the war was 1.300.000. Therefore, it can be concluded that the number of the Armenian losses was around 300.000. This figure reflects the same proportion, according to their total population, of the 3 million loss of Turkish lives during the same period. Once more, facts do not correspond with the Armenian claims.” )
Hocalı’da Ermeni çeteleri tarihin en vahşi katliamlarından birini yapmış, çocuk, yaşlı, kadın, bebek demeden birçok Azeri’yi vahşice katletmiştir. İnsanların kafa derilerini yüzmüş, sağ olarak ele geçirdiklerini işkenceye tabi tutmuş, testereler ile kol ve bacaklarını kesmiş, genç kızların kafa derilerini yüzmüş, babanın gözü önünde evladını, evladın gözü önünde babayı kurşuna dizmiş, kesik kafaları sepetlere doldurmuş, 56 hamile kadının karnını yarmışlardır. Tüm bu gerçekleri görmek istemeyip sözde Ermeni soykırımını Türkiye’ye kabul ettirmek isteyenler, Ermeni isyanlarını konu alan ve Amerikalı yönetmen Philip M. Callaghan tarafından çekilen “Ermeni İsyanı 1894-1920” belgeselini izlemelidirler. (https://www.youtube.com/watch?v=zNCnSDjHGTg)
Sözde Ermeni soykırımını gündeme getirenler, Hocalı’da Ermenilerin yaptıklarını neden görmezden gelmektedirler? Katliamda babası ve 22 aile üyesini kaybeden 20 yaşındaki Zarife Guliyeva, Hocalı katliamının 20’nci yıldönümü sebebiyle önceki Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve Serj Sarkisyan’a birer mektup göndermiştir. Sarkozy’ye yazdığı mektupta, ”Siz söyleyin, eğer bu soykırım değilse, sormak lazım soykırım nedir?” sorusunu yönelten Guliyeva, 1915 olaylarıyla ilgili Ermeni iddialarının reddinin suç sayılmasının öngören yasanın tasarısın Fransa Senatosu tarafından kabul edilmesinden sonra Azerbaycan halkının Sarkozy’nin taraflı olduğunu düşündüğünü açıklamıştır.
Guliyeva, Sarkisyan’a gönderdiği mektupta Azerbaycan’ın işgal altında bulunan Hocalı kasabasında Ermeni askerler tarafından yapılan soykırım sebebiyle Sarkisyan’ın yapacağı itiraf durumunda, Azerbaycan-Ermenistan ilişkisi ve Yukarı Karabağ sorunun çözümünde yeni bir sayfanın açılabileceğini belirtmiştir. Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan, “aydınlık ve karanlık arasındaki mücadele devam ediyor” derken öncelikle insanlık ayıbının ne olduğunu katil Robert Koçaryan ve halefi olduğu Serj Sarkisyan’dan dinlemelidir.
Ermeni güçleri 1992 yılının 25 Şubatı 26 Şubat’ta bağlayan gece Hocalı kasabasında 83 çocuk, 106 kadın ve 70’den fazla yaşlı dahil olmak üzere toplam 613 Azeri Türkünü öldürülmüş, 487 kişi bu saldırıda ağır yaralanmış, 1275 kişi rehin alınmış, 150 kişi kaybolmuştur. Cesetler üzerinde yapılan incelemelerde cesetlerin yakıldığı, gözlerinin oyulduğu, başlarının kesildiği görülmüştür.
Eski ASALA eylemcilerinden Monte Melkonian, Hocalı’ya yakın bölgede Ermeni askeri birliklere komutanlık yapmış ve katliamdan bir gün sonra Hocalı çevresinde gördüklerini günlüğünde anlatmıştır. Melkonian’ın olümünden sonra Markar Melkonian kardeşinin günlüğünü Benim Kadeşimin Yolu (My Brother’s Road: An American’s Fateful Journey to Armenia, I. B. Tauris,2005) isimli kitapta Hocalı katliamı için şunları yazmıştır: “Hocalı stratejik bir amaç olmasından başka aynı zamanda bir öç alma eylemiydi.” Büyük Ermenistan idealistlerinden ve İnterpol tarafından (1994 Bakü metro bombalaması suçu) tüm dünyada aranan Zori Balayan 1995 yılında yayınlanan Ruhumuzun Canlanması (Heaven and Hell, Los Angeles 1997, Yerevan 1995) kitabında (s.260-262) Hocalı’da soykırımın yapıldığını itiraf etmiştir:
“Arkadaşımız Haçatur’la ele geçirdiğimiz eve girerken askerlerimiz 13 yaşında bir Türk çocuğunu pencereye çivilemişlerdi. Türk çocuğunun bağırışları çok duyulmasın diye, Haçatur çocuğun annesinin kesilmiş memesini çocuğun ağzına soktu. Daha sonra 13 yaşındaki Türk’e onların atalarının bizim çocuklara yaptıklarını yaptım. Başından ve karnından derisini soydum. Saate baktım, Türk çocuğu yedi dakika sonra kan kaybından öldü. İlk mesleğim hekimlik olduğu için hümanist idim, bunun için de Türk çocuğuna yaptığım bu işkencelerden dolayı kendimi rahatsız hissetmedim. Ama ruhum halkımın yüzde birinin bile intikamını aldığım için sevinçten gururlanırdı. Haçatur daha sonra ölmüş Türk çocuğunun cesedini parça parça doğradı ve bu Türk’le aynı kökten olan köpeklere attı. Akşam aynı şeyi üç Türk çocuğuna daha yaptık. Ben bir Ermeni vatansever olarak görevimi yerine getirdim. Haçatur da çok terlemişti, ama ben onun gözlerinde ve diğer askerlerimizin gözlerinde intikam ve güçlü hümanizmin mücadelesini gördüm. Ertesi gün biz kiliseye giderek 1915’te ölenlerimiz ve ruhumuzun dün gördüğü kirden temizlenmesi için dua ettik. Ancak biz Hocalı’yı ve vatanımızın bir parçasını işgal eden 30 bin kişilik pislikten temizlemeyi başardık.”
Kenan Mutlu Gürses, Anadolu’nun özellikle doğu bölgesinde yaşayan Ermenilerin, Bizans döneminden başlayarak nasıl tehcir edildikleri, Kafkasya ve Batı Anadolu’ya nasıl göçe zorlandıklarını şöyle açıklamaktadır:
“1000-1030 Bizans zulmü, 1225-1337 Moğol istilası, 1519 da başlayan Celali isyanı, Ermenilerin, Balkanlara kadar süren göçlerinin nedeni olmuştur. 1552-1920 Ermenilerin sistemli/planlı Kafkasya’ya göçleri de bütün açıklığı ile bilinmektedir. Ermeni bilim adamlarından Parsamyan, Pogosyan ve Arutyunyan’nın onayladığı, Z. Balayan’ın ‘Ocak’ adlı kitabında; 1828 tarihli Türkmençay Antlaşması olmasaydı, Griboyedov ve Abovyan olmasaydı, Rus askerleri olmasaydı, bugün çağdaş köy ve şehirlere çevrilmiş yüzlerce yeni Ermeni ocağının da olmayacağını, sadece son on yılda buraya iki yüz binden çok Ermeni’nin göçtüğünü vurgulamaktadır.
Rus tarihçi V. L. Veliçko; ‘Ermenilerin Kafkasya’da köklü bir halk olmadığını, Türkiye ve İran’dan gelen mülteciler olarak 19. Yüzyılın birinci yarısında burada görünmeye başladıklarını bütün Kafkasya biliyor.’ Diğer bir Rus tarihçi N .İ. Şavrov; ‘1908 yılında Kafkasya’da yaşayan 1 milyon 300 bin Ermeni’den bir milyonu, 1828 yılından sonra İran ve Türkiye’den Kafkasya’ya göç ettirilenlerdir’ diyor. Batılı tarihçilerden Raulinson ve Lenorman; ‘Ermeniler URARTU adını haksız yere sahiplenmiştir ve geçmiş büyük Ermenistan’ı haksız yere kendi ezeli vatanları olarak kabul ediyorlar’ demektedir.
Amerikalı bilim adamı Justin McCarty; ‘1877-1878 Savaşı’nda, Rusların Kars-Ardahan bölgesini işgal ettiği ve Müslümanları kovarak onların yerine yetmiş bin Ermeni’yi yerleştirdiğini’ kaydediyor. ‘1895-1896 yıllarındaki olaylarda ise yaklaşık altmış bin Ermeni Kafkasya’ya yerleştirilmiştir. Birinci dünya savaşı yıllarında göç dengeli şekilde sürmüş, doğu Anadolu’dan dört yüz bin Ermeni Kafkasya’nın dört yüz bin Müslüman nüfusuyla yer değiştirmiştir. 1828-1920 yıllarında Azerbaycan’a beş yüz altmış bin Ermeni göç ettirilmiştir.’
Bu noktaya tekrar dönmek üzere, bizim Ermeni Diasporası yalanlarını ortaya koyduğumuz tarihi belgeleri yeterince tarih disiplini içerisinde veremediğimiz bir yana, hedef mecra konusunda da eksikliğimiz, yanlışlığımız bulunmaktadır. İddia edilen ‘sözde’ Ermeni Soykırımı’nın başlaması, sonuçlanması noktasında ilk derece figüran olan Rusya daima gözden uzak tutulmuştur. Bilmekteyiz ki günümüzde en büyük Ermeni nüfusu Rusya’da bulunmaktadır. Burada yepyeni bir sayfa açmamız gerekmektedir. Rusya ile mevcut ve de yükselen ilişkilerimiz, bize bu zemini hazırlayacak kadar olgunlaşmıştır. Tarih, yukarıda ifadeleri verilen tarihçilerden çok daha fazlasını söylemektedir. Çar Rusya’sının himayesi altında bir Ermeni devletinin yaratılması, aynı zamanda Ermenilerin İran ve Türkiye’den Rusya’nın işgal ettiği topraklara göç ettirilmesinin rastlantısal bir olay olmadığını, Ermeni-Rus ilişkilerinin doğal sonucu olduğunu gösterir.
Ermeni-Rus ilişkileri Çar Rusya’sının, Kazan (1522) ve Astrahan’ı (1556) işgali ve Türklerle savaşlar aracılığıyla (1635-1639, 1711, 1768-1774, 1787-1791 vb.) genişlemiş ve onun Hazar sahilindeki toprakları istila etme girişimleri ile daha da güçlenmiştir.[5]
Nüfus meselesine dönecek olursak; bazı Rus kaynakları X.-XI. Yüzyıldan itibaren Ermeni tüccar ve seyyahların Rusya’ya (Kiev)geldiklerini göstermektedir. Söz konusu Ermeni göçü, XIII. Yüzyıl başlarında tekrar hareket kazanmış, Rusya’nın güney bölgelerine, aynı yüzyıl ortalarında devam eden göçle Lvov’da Ermeni mahallesi kurulmuştur. Yine XIII. Yüzyılda Ermeniler Kırım/Yazloveç’e yerleşmeye devam etmiş, burada Aziz Bogorodiç Kilisesini, Balagoveşenya saat kulesi ve Aziz Grigor Manastırını inşa etmişlerdir. XIV. Yüzyılda Ermeni göçü yönünü Moskova’ya çevirmiş, Rusya’dan Lvov’da kilise kurmak için izin almışlardır.
- Yüzyıl ortalarında Letonya Prensi IV. Kazmir’den aldıkları ayrıcalık, XVI. Yüzyılda, Rusya’nın güneyinde; Volını-Luçk, Viladimir, Tismeniç, Gorodenk, Obertin ve Stanislav yerleşmeleri devam ederken Moskova panayırlarında ticaret evleri kurmuş, XVII. Yüzyıl Rusya’sında ekonomik ağırlıklarını artırmışlardır.
1659-1667’de Rus Çarının Ermenilere sağladığı kolaylık doğrultusunda Astrahan’da yoğunlaşmışlardır. 1695’de I. Petro’nun Çar ilân edilmesinden sonra Rusya’nın dış siyasetinde Kafkasya büyük bir önem kazanmaya başlamış, I. Petro, İran Şahından Ermenilere kolaylık sağlanmasını istemiş, 1708’den itibaren Petersburg’a gelmeleriyle burada örgütlenmeleri devam ederken, 22 Mart 1711’de ayrıca Ermenilerin ticari imkânları artırılmıştır.
18 Temmuz 1722’de I. Petro Astrahan’dan Derbent üzerine yürüyerek 15 Ağustos 1722’de Derbend Kalesi’ni İmam Kulu Han’dan teslim almıştır. 1738’de Şuşa Ruhani Okulu’nun açılması ile İsrael Ori’nin I. Petro’dan talepleri ise başka bir yazının konusudur. 17 Eylül 1746’da Astrahan’da vergiden muaf tutulmuşlar, millî Ermeni kolonisini oluşturmuş, Kizlyar Kalesi civarında özellikle ticari etkinlikleri çoğalmıştır.
- Petro’nun yarım kalmış politikasına Katerina devam etmiştir. Petersburg’da doğu dillerini bilen Ermeniler devlet tarafından tercüman olarak kullanılmış, Rusya-İran devlet misyonun da görev alan İ.L. Lazarev’in etkinliği dikkat çekerken, II. Katerina’nın danışmanı olmuş, 1774’de asilzade unvanı almıştır. XVIII. Yüzyılda Stavropol’da Ermeni kolonisi ticari gelişme sonucunda ortaya çıkmış, 1777’de Stavropol’da ki Ermeni topluluğuna yeni katılımlar olmuştur.
1801’de Doğu Gürcistan ve 1804’de Azerbaycan Rusya tarafından işgal edilmiş, Kafkasya’ya yerleşilen dönem 1824’de Tiflis Nersisyan okulu açılmış, Çarlık Rusya’sı 1826-1828 Türk-Rus savaşında Rusya Erivan Hanlığını da işgal ederek geçici Erivan yönetimini kurmuş, Osmanlı ve İran topraklarından 140.000 Ermeni köylüsünü Erivan Hanlığı ve çevresine yerleştirmiş, 1832’de Erivan Bölge Okulu açılmıştır.
1835’de Stavropol Kilisesi başkanlığına Petro Serafimoviç getirilmiş, 1836’da ahşap olarak yapılan kiliseye Surb Grigor Lusavoriç adı verilmiştir. 1842’de Patkanov tarafından Ermenice ilk kitap yayınlanmıştır. Yine 1842’de Kazan, 1849’da Petersburg Üniversitesinde Ermeni dili ve edebiyatı fakülteleri açılmıştır. XIX. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren 1863’de Vasis, Araks, 1903-1904 de Arçunkur gb. Ermeni gazeteleri yayınlanmıştır.
Bolşevikler tarafından Rusya Genel Meclisi’nin Kafkasya üyeleri 23 Şubat 1918’de ‘Mâverây-ı Kafkas Komiserliği’ni kurmuşlardır. Anlaşmazlık sonucu 22 Nisan 1918’de “Kafkasya Bağımsız Federe Devleti’ n de de anlaşmazlıkların devam etmesi üzerine, 26 Mayıs 1918 Gürcistan, 28 Mayıs 1918 de Azerbaycan ve Ermenistan bağımsızlıklarını ilân ettiler. 1920’de Ermenistan Bolşevik Rusya’sı tarafından işgal edildi. Ermenistan 1922’de Kafkasya Federasyonu’na 1931’de ise SSCB ne katıldı
Aşağıda, Ermeni Diasporası ve onun yalanlarına maşalık yapanların anlaması için, 1922 de gizli kaydıyla arşivlenen ve 5 Mayıs 1961 tarihinde gizliliği kaldırılan, Ermenilerin 1921 yılındaki dağılımını gösteren İstanbul İngiliz Elçisi Raporu’nu bilgilerinize sunuyorum. Bu rapor savaş sırasında Ermenilerin imha değil göç ettirildiğini gösteren en önemli verilerdendir. Kafkasya da görünen Ermenilerin 400.000 kadarı Anadolu’dan göçmüş olan Ermenilerdir. Suriye ve Balkanlarda bulunan 400.000 kadar Ermeni de yine göçmüş olan Ermenileri göstermektedir. Böylece 1914 Osmanlı istatistiklerindeki Ermeni nüfusuna ulaşılmış olur. [7]
ABD, Kıbrıs, Lübnan, Marsilya vd. ülkelere yapılmış göçler herhalde yok sayılmayacaktır!…Yıllar boyunca planlı/plansız devam eden bu göçlere rağmen, nasıl olup da 1.500.000 Ermeni’nin öldürüldüğü iddia edilebilir? Anadolu nüfusunun %8’i, %92 nüfusuna emperyalist güçlerin yardım ve kışkırtmasıyla ham hayale kapılarak mezalim uygulayacak, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması için her melaneti yapacak, sonrada sözüm ona masum Ermenilere Türkler sözde soykırım yapmış olacak!…Biraz insaf…
Ermeni Diasporasının maşa olarak kullandığı her kesimin iddia ettiği rakamları, yazarak lütfen ayrı ayrı hesaplar yapınız. İsterseniz Ermeni Patrikhanesi’nin verdiği 1.915,651 rakamını, isterseniz önerdiğim 1.441,365 rakımını alınız. Söz konusu bütün Anadolu’da nüfusun %20 sinin her ne sebeple olursa olsun hayatını kaybettiği gerçeğini dikkate alarak, Ermeni kayıplarının en fazla (Ermeni Patrikhanesi rakamları) 383.130, Türklerin kayıplarının ise (Türk/Müslüman nüfus 15.044.846 ) 3.008,969 olduğu görülecektir. Göç edenler, tehcire gönderilmeyenler, tehcirden dönenler, nasıl nerede sayılmaktadırlar? 1915 tehciri ile sözde soykırımına tabii tutulan, güya yok edilen 1,500.000 Ermeni’nin, 1916-1917-1918 yıllarında Anadolu’da hayaletleri mi Türk halkına mezalim uygulamıştır? Ey Ermeni Diasporası, ey o diasporanın yalanlarını dilleriyle, elleriyle tutan maşalar, bilmez misiniz ki iftira dağdan, taştan ağırdır. Biraz insaf… Biraz vicdan… Hangi “aydınlık”… Hangi “iyilik”
Fransa, Türkiye’yi tarihte yapılmayan sözde Ermeni soykırımı ile suçlayarak yasa çıkaran dünyadaki ilk ülkedir. Ayrıca Fransa, Osmanlı İmparatorluğunu tarihe gömen Sevr (Sevres) Anlaşması’nın imzalandığı Paris’in Sevr banliyösündeki seramik müzesinin önüne Ermeniler tarafından 8 Mart 2001 tarihinde Ermeni soykırım anıtı açılmasına izin veren ülkedir. Anıtın üzerinde “1915’TE JÖN TÜRK HÜKÜMETİ TARAFINDAN BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDA SOYKIRIMA UĞRATILAN 1,5 MİLYON ERMENİN ANISINA” yazılıdır. Aşağıdaki fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir.
Ermenilerin uydurdukları 1,5 milyon rakamı bir çalıntıdır. Bu rakam Almanların Auschwitz-Birkenau toplama kampının önündeki mermer tabelada vardır. Bir farkla: 1,5 MİLYON YAHUDİ 1,5 MİLYON ERMENİ OLARAK DEĞİŞTİRİLMİŞTİR. Bu anıtın dikilmesine izin veren Fransa, başta Paris Büyükelçimiz İsmail Erez ile şöförü Talip Yener (24 Ekim 1975), Oktar Cirit, Yılmaz Çolpan, (22 Aralık 1979), Reşat Moralı (4 Mart 1981), Tecelli Arı (4 Mart 1981) ve Cemal Özen’i (24 Eylül 1981) koruyamamış ve 7 Türk diplomatının ASALA tarafından şehit edilmesini görmezden gelmiştir.
Paris’in Sevr banliyösündeki müzenin önüne sözde Ermeni soykırım anıtı dikilmesinin sebebi şudur: “BİZ ERMENİLER TÜRKİYE CUMHURİYETİNİ KURAN LOZAN ANLAŞMASINI TANIMIYORUZ. BİZLER SEVR ANLAŞMASI’NIN HALEN YÜRÜRLÜKTE OLDUĞUNU KABUL EDİYORUZ. ÇÜNKÜ SEVR’DE BÜYÜK ERMENİSTAN VARDIR.” Fransa, 24 Nisan 2003 tarihinde Paris’te turistik Kanada meydanına Komitas (Gomitas) Sogomonyan adına bir sözde Ermeni kin anıtı dikilmesini de onaylamıştır.
Azerbaycan, Fransa’nın hiçbir yerinde Karabağ’da Ermeniler tarafından Hocalı’da yapılan soykırımı ile ilgili bir anıt açamaz. Türkiye, Fransa’da Gaziantep’te, Kahraman Maraş’ta yapılan Fransız ve Ermeni katliamları için anıt dikemez. Fransa, Paris Büyükelçiliğimizin bulunduğu Paris’in en küçük sokağına (148 m. uzunluk, 15 m. genişlik) Ankara (rue d’Ankara) adını vermiştir ama Türkiye Ankara’nın en güzel ve nezih caddelerinden Paris Caddesi’nin adının Keçiören’de bir küçük caddeye verilmesi konusunu gündemine nedense almamıştır. ANKARA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE BAŞKAN ADAYLARI BU KONUYU GÜNDEMLERİNE ALSALAR ÇOK YERİNDE BİR DAVRANIŞ SERGİLEMİŞ OLURLAR.
Paris Caddesi 39.909260 enlem ve 32.854427 boylamda yer almaktadır. Semt/Mahalle olarak Kavaklıdere Mh. ve Çankaya ilçesine bağlıdır. La rue d’Ankara est “une petite rue” de l’ouest de Paris, près de la Seine, dans le XVIearrondissement.
Osmanlı devletini parçalamak amacıyla Ermeni toplumu üzerinden siyasi ve ekonomik çıkar sağlamaya çalışan ülkeler yüzlerce yıldır Türklerle dostça yaşayan Ermenileri kullanmışlar, onları kendi amaçları doğrultusunda yönlendirmişlerdir. Osmanlı devletinde Ermeniler askerlikten, kısmen de vergiden muaf tutulmuş, ticarette, zanaatta, çiftçilikte ve yönetimde önemli yerlere gelmişlerdir. Devlete bağlı, Türklerle kaynaşmış olduklarından Ermeniler “millet-i sadıka” olarak kabul edilmişlerdir. Aralarında Hariciye, Maliye, Bahriye, Bayındırlık, Hazine, Posta-Telgraf, Darphane Bakanlıkları yapanlar olmuştur. Osmanlı devletinin zayıflamaya başladığı dönemlerde, Avrupa devletleri ve Rusya’nın kışkırtması sonucunda Türk-Ermeni ilişkileri bozulmuş, Batılı misyoner din adamlarının faaliyetleriyle Ermeniler dini, kültürel, ticari, sosyal ve siyasi açılardan Türk toplumundan uzaklaşmıştır.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin önemli bir kısmı düşman kuvvetlerinin yanında Türklere karşı savaşmıştır. Cephe gerisinde de komitacı Ermeniler kadın, çocuk, yaşlı ayrımı yapmaksızın katliamlara girişmişler, yüz binlerce Müslümanın hayatına kastederek Doğu Anadolu’yu bir harabe haline çevirmişlerdir. Devletin bunları durdurmak için aldığı önlemler istismar edilmiş ve Batılı ülkelerin vaatleriyle Ermeniler, yaşadıkları ülkeyi parçalamaya çalışmışlardır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında mağlup Osmanlı devleti ile imzalanan Sevr Anlaşması ile (Md.88-93) Osmanlı Devleti Ermenistan Cumhuriyeti’ni tanıyacak, Türk-Ermeni sınırını hakem sıfatıyla ABD Başkanı Woodrow Wilson belirleyecekti. Wilson 22 Kasım 1920‘de Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis illerini Ermenistan’a vermiştir.
Dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 6 Eylül 2008 tarihinde futbol maçı izlemek için Erivan’a yaptığı ziyaretin ardından atılan adımlar Türkiye-Ermenistan arasında başlayan yakınlaşma süreci karşılıklı olmadığı için sonuç vermemiştir. Zaten vermesi de beklenmemeliydi. Çünkü;
- Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Yüksek Sovyeti’nin 23 Ağustos 1990 tarihli Bağımsızlık Bildirisi’nin 12’nci maddesinde “Ermenistan Cumhuriyeti, 1915 Osmanlı Türkiye’si ve Batı Ermenistan’da gerçekleştirilen soykırımın uluslararası alanda kabulünün sağlanması yönündeki çabaları destekleyecektir” denilmektedir.
- Ermenistan Parlamentosu, 23 Eylül 1991 tarihinde aldığı bağımsızlık kararında “Ermenistan Bağımsızlık Bildirisi’ne sadık kalacağını” açıklamış ve taahhüt etmiştir.
- 1995 yılında kabul edilen Ermeni Anayasası’nda “Ermenistan’ın Bağımsızlık Bildirisi’ndeki ulusal hedeflere bağlı kalacağı” bir anayasa hükmü olmuştur. Soykırım yalanının uluslararası alanda tanınmasının Ermenistan’ın dış politika hedefi olduğu belirtilmiştir.
- Erivan´da yapılan Gelişen Ermenistan Partisi’nin 4’ncü Kurultayına katılan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan, “Bağımsızlık Karabağ halkının seçimidir. Uluslararası hukuk dahi bu konuda farklı yaklaşım ortaya koyamaz” demiştir.
- Ermenistan’daki okul duvarlarında asılan haritalarda Türkiye’nin 12 ili yer almıştır.
- Ermenistan Milli Marşı’nda ”topraklarımız işgal altında, bu toprakları azat etmek için ölün, öldürün” yazılıdır.
- Karabağ’da katliam yapan Ermeni kuvvetlere komutanlık yapan bugünkü Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’dır.
- Sarkisyan İngiliz yazar Thomas De Waal’a, “Hocalı’dan önce Azeriler bizim şaka yaptığımızı sanıyordu, Ermenilerin sivil topluma karşı el kaldırmayacaklarını sanıyorlardı. Biz bunu- stereotipi- (zeka geriliği) kırmayı başardık” demiştir.
Kurttan post, ayıdan dost olmaz ama Türkiye’de sözde Ermeni soykırımı olduğuna inanlar vardır. Bu konuda Avrupa Akademisi ve Lepsiushaus Potsdam Üniversitesi Berlin’de Ermeni Soykırımı İçin Avrupa Yaklaşımları (Past in the Present European Approaches to the Armenian Genocide) konulu bir Çalıştay düzelemiştir. Çalıştay’dan haberdar olunca, Türkiye’den katılacak olanlara biri İngilizce olan ) iki çalışmamı göndererek görüşlerimi açıkladım, bu konuda objektif olmalarını sağlamak istedim. Çalıştay’ın konuşmacıları arasında bulunan Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Hülya Adak ve Koç Üniversitesi öğretim üyesi Zeynep Türkyılmaz Ermeni Diasporası’na çok yakın isimlerdir. Hülya Adak, Ermeni Soykırımı’na Eleştirel Yaklaşımlar: Tarih, Siyaset, Estetik başlığı ile 1-4 Ekim 2015 tarihlerinde Sabancı Üniversitesi’nin ev sahipliğinde İstanbul’da yapılan toplantının organizatörleri arasındaydı. Zeynep Türkyılmaz ise Kaliforniya Üniversitesi’nde (University of California at Los Angeles-UCLA) eğitim almış, 2009’da doktorasını vermiştir. UCLA, Atatürk’ü, ayaklarının altında bir kız çocuğu cesediyle poz vermiş olarak gösteren ve üzerine “İnkarın Yüzü” (Face of Denial) yazan dokümanı montajlayarak yayınlayan üniversitedir.
Bu akademisyenlerin akademik özgürlük adı altında Türk milletini karalamaya hakları yoktur. Mahkeme kararı olmadan yapılmayan bir sözde soykırım için Türk milleti suçlanamaz. Suçlayanlar, Ohannes Kaçaznuni’nin “Taşnak Partisi’nin Yapacağı Birşey Yok” (Kaynak Yayınları, 2005) kitabını okusalardı, Ermeni muhibi olmazlardı. 1915 yılında Ermeni isyanlarını örgütleyen Taşnak Partisi’nin Başkanı ve 1918 yılında Erivan’da kurulan Ermenistan’ın ilk Başbakanın 1923 yılında partisinin Bükreş’te toplanan kongresine sunduğu rapor, Ermenilerin insanlık dışı katliam yaptıkları yer aldığı için Ermenistan’da yasaklanmış, İngilizce baskıları da Batı kütüphanelerinden toplatılmıştır.
Ermeni-Türk Çalışmaları Atölyesi (Workshop on Armenian-Turkish Scholarship: WATS) ilk defa 2000 yılında düzenlemiştir. Daha sonra 2000-2013 döneminde Şikago (2000), Michigan (2002), Minnessota (2003), Salzburg (2004), New York (2005), Cenova (2008), Kaliforniya (2010) ve Amsterdam’da (2013) yapılmıştır. Bu etkinliklere karşıt görüştekiler alınmamıştır. 9’su, Türkiye’de Ermeni Soykırımı’na Eleştirel Yaklaşımlar: Tarih, Siyaset, Estetik başlığı ile 1-4 Ekim 2015 tarihleri arasında Sabancı Üniversitesi’nin ev sahipliğinde İstanbul’da gerçekleştirilmiştir. Hülya Adak; Berlin Hür Üniversitesi (Haziran 2016-), Potsdam Üniversitesi (Haziran 2016), Carleton Üniversitesi, Ottawa (Haziran 2016-Haziran 2017), Edebiyat, Sanat ve Kültür (ICSLAC) Karşılaştırmalı Araştırmalar Enstitüsü, Freie University of Berlin, (2012- 2013), Şikago Üniversitesi’nde (1993-2001) çalıştığı dönemlerde sözde Ermeni soykırımı tezini savunmuştur. Adak, Prof. Fatma Göçek ve Prof. Ronald Suny ile birlikte Ekim 2015’de İstanbul Richmond Otel’deki WATS 2015 etkinliğinde de görev almıştır.
WATS toplantıların en önemli özelliği, Ermeni Soykırımı yoktur diyen karşıt görüştekilerin toplantılara alınmamasıdır. Toplantıyı haber alınca katılım başvurusunda bulundum ama hayal kırıklığına uğradım. Çünkü başvurum reddeldildi. Gerekçe ise çok komikti: Yer darlığı. Bana gönderilen cevap aynen şöyledir: “[WATS 2017- Past in the Present: European Approaches to the Armenian Genocide] Registration Roy Knocke [knocke@lepsiushaus-potsdam.de] 05 Eylül 2017 Salı 10:2 Dear Sir or Madam, Unfortunately, due to some space problems and therefore limited number of participants, the WATS-organizing committee cannot enable your registration. We apologize for the inconvenience and refer to the video captured presentations of the panels. Kind regards, Roy Knocke, Wissenschaftlicher Mitarbeiter Lepsiushaus Potsdam,Große Weinmeisterstraße 45 14469 Potsdam, Telefon: 0331 – 58164511 und 0176 – 76527624Fax: 0331 – 58164519, Email: knocke@lepsiushaus-potsdam.de Web: http://www.lepsiushaus-potsdam.de/index.php?page=roy-knocke.”
Çalıştay’a alınmayan sadece ben değilim. Dr. Ali Söylemezoglu da benim gibi toplantıya alınmayanlardandır. Söylemezoğlu’nun şahsıma gönderdiği mail şöyledir: “Berlin’deki Çalıştay meselesi şöyle oldu. Çalıştay’ın yapılacağını işittiğimden 4 Eylül günü hem faks ve hem de mektupla Lepsius Haus’a başvurup katılacağımı bildirip kaydedilmemi ve neticeyi bana eposta ile bildirmelerini rica etmiştim. Aradan iki hafta geçip de ses seda çıkmayınca telefon ettim, bu defa ‘ben burada yeni işe başladım, bilgim yok’ diyen bir genç cevap verdi ve ‘kayıtlar kapandı’ dedi. Bunun üzerine Hosfeld’in kişisel eposta adresine yazıp Çalıştay’a katılacağımı ve olumlu cevabını beklediğimi bildirdim. Buna da cevap vermediler. Başka işlerim olduğundan Cuma akşamı değil de Cumartesi günü saat 9:15 gibi Çalıştay’ın yapılacağı Europäische Akademie’ye gittim, resepsiyondaki hanıma selam verip içeri girdim. Kimsin, nesin diye sormadı. Ben de paltomu gardıroba asıp salona girdim. Tahminen 25-30 kişi vardı ve salonun yarısından çoğu boştu. İsviçreli Prof. Kieser Talat Paşa hakkındaki tebliğini İngilizce olarak okuyordu. Gayet harc-ı alem şeyler anlattığından not almaya değer bulmadım. Daha sonra Kieser’e ‘sana ayrılan vakit bitti’ dediler, o da tebliğini tamamlamadan yerine oturdu. Ardından orta yaşlı gözüken bir hatun kişi kürsüye gelerek konuşmaya başladı. Daha hangi konuyu işlemek istediğini anlayamadan genç bir hanım yanıma gelerek İngilizce ‘biraz gelir misiniz?’ dedi. Peşine düşüp kahvaltı ettikleri salona gittim, orada Lepsius Haus’ta istihdam edildiğini bildiğim Lepsius Haus websitesindeki fotoğrafından Roy Knocke isimli şahıs (bana mail gönderen kişi) olduğunu tahmin ettiğim zat-ı muhterem ‘siz kayıtlı değilsiniz, bu toplantıya katılamazsınız’ dedi. Kaydımı yaptırttığımı söyleyince ‘Hosfeld size eposta ile katılamayacağınızı bildirdiydi’ dedi, ben ise böyle bir eposta almadığıma işaret ederek dedim ki ‘burası ne biçim akademi, akademi demek farklı fikirlerin tartışıldığı yer demektir, siz ise bırakın tartışmayı, farklı fikirden bir kişinin dinleyici olarak katılmasına bile tahammül edemiyorsunuz’. Karşımdaki ise ‘bu Çalıştay’ı tertip eden Europäische Akademie değil, onlar yalnızca mekanı tahsis ettiler’ dedi. Ben de Almanca olarak ‘bu usülle başarılı olmanız mümkün değildir’ mealinde ‘so kommen Sie auf keinenen grünen Zweig’ diyerek ayrıldım. Hadise bundan ibaret. Kanaatimce karşı tarafın bizim sessizce dinlememizden bile bu kadar çekiniyor olması iddialarının ne kadar çürük temellere dayandığını gayet iyi bildiklerine işaret etmektedir. Fikir düzeyinde yenik düştüler, fakat propaganda düzeyinde henüz bizden üstünler. Dr. Ali Söylemezoglu, Peterstal 18 47051 Duisburg.” Çalıştay’a Türkiye’den katılan öğretim üyelerine 19 Mart 2012 tarihinde Marmara Grubu Vakfı toplantısında sunduğum bildirimi göndererek onları aydınlatmak istedim ama başarılı olamadım.
Tarihte kalan tehciri soykırıma dönüştürme çabalarının altında Sevr (Sevres) Anlaşması’ndaki büyük Ermenistan hayali yatar. Tıpkı 25 Eylül’de Barzani’nin referandum yaparak kurmak istediği büyük Kürdistan gibi. Sevr Anlaşması, günümüzde en az Lozan Anlaşması kadar önemlidir. Çünkü Anlaşma’da Kürdistan’ın ve Batı Ermenistan’ın kurulmasına ilişkin hükümler vardır. Sevr Anlaşması’nın 62-63’ncü maddeleri Kürdistan ile ilgilidir. Kürdistan, Lozan Anlaşması ile tarih olmuştur.
Sevr Anlaşması’nın 88-93’ncü maddeleri Ermenistan ile ilgilidir. Anlaşma’da Kars, Erzurum dahil ülkenin Doğusu tümüyle Bağımsız Ermeni Cumhuriyeti adıyla Ermenilere verilmiştir. Paris Barış Konferansı sürecinde Ermenistan’ın sınırları konusu ABD Başkanı Woodrow Wilson’un hakemliğine bırakılmıştır. Wilson, General James G. Harbord başkanlığındaki bir Amerikan heyetini incelemelerde bulunmak üzere 1919 sonbaharında Türkiye’ye göndermiştir. 1919 Eylül ve Ekim aylarında Türkiye’de incelemeler yapan Harbord, vardığı sonuçları bir raporla ABD Kongresi’ne sunmuştur. Rapor’da; Türkler ile Ermenilerin barış içinde yüzyıllarca yan yana yaşadıkları, tehcir sırasında Türklerin de Ermeniler kadar acı çektikleri, Ermenilerin Türkiye’de hiçbir zaman çoğunlukta olmadıkları ve olaylara ilişkin acıklı ve korkunç iddiaların yanlış olduğu tespit edilmiştir. ABD Kongresi rapor üzerine 1920 Nisan ayında Ermenistan’a mandater olunmasını reddetmiştir. Fakat Başkan Wilson 22 Kasım 1920’de Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis illerini Ermenistan’a vermiştir.
Batı Ermenistan da, tıpkı Kürdistan gibi Lozan Anlaşması ile tarih olmuştur. Sevr Anlaşması, Atatürk’ün ifadesiyle Türk Milleti’ne kurulan büyük suikasttır. Lozan Anlaşması ile Kürdistan ve Büyük Ermenistan hayali bitmiştir. Anlaşma, Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusudur. Tapu delme hareketine Ermeni diasporasına çok yakın olan bazı Türk akademisyenlerin katkıda bulunması üzücüdür. Tüm bu çabalara rağmen Türkiye Cumhuriyeti, Lozan Anlaşması ile garanti altına alınan tapuyu deldirmeyecek güçtedir ama Türkiye’ye yönelik sistematik saldırılara mutlaka organize bir şekilde cevap verilmelidir.
Başbakan Binali Yıldırım ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a 15 Eylül 2017 tarihinde yazılan, Çalıştay’a katılanları aklayan ve Türkiye’yi eleştiri yağmuruna tutan şikayet dolu mektup, ABD’den gönderilmiştir: “September 15, 2017 Prime Minister Binali Yıldırım Office of the Prime Minister Başbakanlık 06573 Ankara Turkey H.E. Recep Tayyip Erdoğan President of the Republic of Turkey T.C. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği 06689 Çankaya, Ankara Turkey Dear Prime Minister Yıldırım and President Erdoğan: We write on behalf of the Middle East Studies Association (MESA) of North America and its Committee on Academic Freedom to express our deep concern about the Council of Higher Education’s (YÖK) steps to prevent scholars based in Turkey from participating in a conference in Berlin entitled “Past in the Present: European Approaches to the Armenian Genocide.” We consider this action to be an assault on the academic freedom of scholars in Turkey and a disturbing new instance of a broader trend of stifling scholarship on topics deemed taboo by your government. MESA was founded in 1966 to promote scholarship and teaching on the Middle East and North Africa. The preeminent organization in the field, the Association publishes the International Journal of Middle East Studies and has nearly 3000 members worldwide. MESA is committed to ensuring academic freedom and freedom of expression, both within the region and in connection with the study of the region in North America and elsewhere. The Workshop on Armenian Turkish Scholarship (WATS) is an academic workshop series that was founded by the University of Michigan in 2000 as the “first forum where Turkish, Armenian and other historians could conduct an informed debate” relating to the controversy surrounding the relocation of Ottoman Armenians during World War One. The latest workshop in this series is scheduled to take place on 15-18 September at the European Academy Berlin and is being co-organized by the University of Michigan, USC Dornsife Institute of Armenian Studies and Lepsiushaus Potsdam, under the auspices of Dr. Martina Münch, Minister for Science, Research and Culture of the State of Brandenburg. The topic of the conference has come under sustained attack by ultra-nationalist political leaders in Turkey. Doğu Perinçek, the head of the ultra-nationalist “Vatan Partisi,” and a long-time denier of the Armenian Genocide in the international arena, declared that the conference will “serve imperialism and the interests of Kurdistan,” the latter of which he has termed “the second Israel.” Following Perinçek’s denunciation of the workshop, the event was targeted in a broad campaign by right wing, nationalist and pro-government media in Turkey. Perinçek has threatened to go to Berlin on 14 September, to join the workshop, provide his own “presentation”
Re: Workshop on Armenian Turkish Scholarship (WATS) Page 2 September 15, 2017 (despite not being an invited participant) on what he deems to be the “truth” of the events of 1915. As part of his broader campaign against the conference, Perinçek brought the topic and list of participants to the attention of YOK, which subsequently rescinded permission for Turkey-based academics to travel to the conference. In line with this policy, Dr. Murat Cankara, who is on the faculty at the Ankara Social Sciences University, was subjected to a travel ban preventing him from participating in the conference. In addition, ultra-nationalist Turkish diaspora organizations, in apparent coordination with Perinçek’s party, have mobilized against the conference and are threatening a show of force at the Lepsuishaus, the main organizer of the event in Germany. No doubt, anyone who attends the conference is at risk of being filmed/photographed, blacklisted, and hounded by social media trolls in Turkey. The smear campaign led by the daily Aydınlık, associated with Perinçek and his party, targets the private Koç and Sabancı Universities and accuses especially the latter of treason. The atmosphere of intimidation and threats has grown so alarming that the cancellation of the conference is being considered. We strongly condemn the private and public harassment of academics for their planned participation in this conference and call on YÖK to immediately reverse its policy of preventing academics from traveling from Turkey to attend the conference.
The conduct of independent research and the presentation of research findings at academic meetings are, of course, fundamental to academic freedom. Targeting academics on the grounds that their research findings are not in line with the official government position on a matter of historical significance and banning academics from presenting their findings at conferences are clear violations of academic freedom. Such violations of academic freedom by Turkish authorities are all the more disturbing when considered in light of Turkey’s reputation, until recently, of aspiring to maintain a standard of protection of civil and political rights in keeping with the European Convention of Human Rights. The events surrounding the WATS conference in Berlin represent another depressing instance of your government’s failure to respect basic human rights’ protections under Turkish law despite Turkey’s clear international obligations. As a member state of the Council of Europe and a signatory of the European Convention for the Protection of Human Rights and Fundamental Freedoms,
Turkey is required to protect freedom of thought, expression and assembly. Turkey is also a signatory to the Universal Declaration of Human Rights, the International Covenant on Civil and Political Rights, and the Final Act of the Conference on Security and Cooperation in Europe (OSCE), all of which protect the rights to freedom of expression and association, which are at the heart of academic freedom. Moreover, the rights being trampled in these actions are enshrined in articles 25-27 of the Turkish Constitution. We urge your government to take all necessary steps to reverse the decision taken by YÖK and restore the right of Turkish academics to travel to the Berlin conference and other international scholarly meetings to present their findings. In the aftermath of the 16 April referendum, your government has an opportunity to restore confidence in its commitment to democratic rights and freedoms by taking steps to protect academic freedom, right to education, freedom of expression and freedom of association. Re: Workshop on Armenian Turkish Scholarship (WATS) Page 3 September 15, 2017 Thank you for your attention to this matter. We look forward to your positive response. Yours sincerely, Beth Baron MESA President Professor, City University of New York Amy W. Newhall MESA Executive Director
cc: İsmail Kahraman, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı (President of the Turkish National Assembly) Abdülhamit Gül, Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanı (Justice Minister of the Republic of Turkey) Yekta Saraç, Türkiye Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) Başkanı (President of the Turkish Higher Education Council) Elena Valenciano, Chair of the European Parliament Subcommittee on Human Rights, Barbara Lochbihler, Vice-Chair of the European Parliament Subcommittee on Human Rights, Monika Kacinskiene, Member of the Cabinet of Federica Mogherini, High Representative of the European Union for Foreign Affairs and Security Policy Johannes Hahn, Commissioner for European Neighborhood Policy and Enlargement Negotiations Nils Muižnieks, Council of Europe Commissioner for Human Rights Kati Piri, Member, Committee on Foreign Affairs, European Parliament Zeid Ra’ad Al Hussein, United Nations High Commissioner for Human Rights David Kaye, United Nations Special Rapporteur on the promotion and protection of the right to freedom of opinion and expression Kishore Singh, United Nations Special Rapporteur on the right to education Serdar Kılıç, Turkish Ambassador to the United States John R. Bass, United States Ambassador to Turkey”
“Soykırım yoktur” demeyi suç sayan bazı Avrupa ülkeleri, AİHM’nin kararı ile bunun bir suç olmadığını kabul etmek istemektedirler. İsviçre Federal Mahkemesi, 25 Ağustos 2016 tarihinde verdiği kararla “soykırım yoktur” dediği için mahkum olan Doğu Perinçek’in temyiz başvurusunu kabul etmiştir. Doğu Perinçek hakkında daha önce Lozan Sulh Ceza Mahkemesinin, arkasından Vaud Kantonu İstinaf Mahkemesinin ve İsviçre Federal Mahkemesinin verdiği mahkumiyet kararları böylece bozulmuştur. Perinçek hakkındaki mahkumiyet kararı, İsviçre Ceza Yasasının 231. Maddesine göre “soykırımı inkar” suçunun işlendiği gerekçesiyle verilmişti.
Bu süreçte İsviçre Millî Meclisi (Bundesrat) Üyesi, Cenevre Halk Partisi (Schweizerische Volkspartei/SVP) milletvekili Yves Nidegger, verdiği önergeyle soykırımın inkarını suç olarak tanımlayan 261. maddenin ilgili fıkrasının değiştirilmesini önermiştir. Önergede, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Perinçek-İsviçre Davasında aldığı kararlara uyulmasının hukuk gereği olduğu belirtilmiştir.
Yasayı değiştirme gerekçesinde, Perinçek’in tezleri esas alınmış, tarihi olayların soykırım olarak nitelenmesi için, suçun işlendiği ülkenin mahkemesinin veya Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kararı gerektiğine dikkat çekilmiştir. Bu durumda İsviçre mahkemelerinin soykırıma hükmedemeyeceği ve bu nedenle uluslararası hukukta kabul edilmemiş eylemlere dayanılarak soykırımın inkarı suçunun işlendiğine hükmedilemeyeceği vurgulanmıştır. İsviçre’nin önemli gazetelerinden Neue Zürcher Zeitung’un verdiği habere göre, İsviçre Federal Mahkemesi’nin 25 Ağustos 2016 tarihinde verdiği Perinçek hakkındaki mahkumiyet hükmünü bozma kararından sonra, İsviçre Halk Partisi’nin (SVP) AİHM gibi uluslararası mahkemelerin İsviçre’de tanınmaması için planladığı halk oylamasından da vazgeçilmiştir. (9 Eylül 2016).
İsviçre’nin en büyük partisi SVP, AİHM’nin Perinçek-İsviçre Kararı’nın İsviçre’de uygulanmamasını amaçlayan söz konusu girişim için, “Yabancı Hakimler Değil, İsviçre Hukuku” sloganıyla başlattığı kampanyada 117 bin imza toplamıştı.
İsviçre Federal Mahkemesinin Perinçek lehine verdiği bozma kararı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 2. Dairesi’nin 16 Aralık 2013 tarihli ve AİHM Büyük Dairesi’nin 15 Ekim 2015 tarihli kararlarına dayanmaktadır. (Case Of Perinçek V. Switzerland, Application No. 27510/08, http://www.mfa.gov.tr/data/DISPOLITIKA/2016/3_-aihm-buyuk-daire-karari_15_10_2015.pdf) AİHM kararlarında Perinçek’in “Ermeni soykırımı emperyalist bir yalandır” sözlerinin düşünceyi açıklama özgürlüğü kapsamında olduğu saptanmıştı. Avrupa ülkeleri bu kararın düşünceyi açıklama özgürlüğünün ötesindeki gerekçesini de kabul etmeye başlamışlardır. Almanya Başbakanı Merkel’in “Alman Meclisi’nin Ermeni soykırımını tanıma kararının hukukî değeri olmadığı” yolundaki açıklaması buna örnektir.
AİHM kararlarının gerekçelerinde 1915 olaylarının Yahudi soykırımı ile aynı sınıflama içinde olmadığı, 1915 olaylarında soykırım suçunun işlendiği konusunda bir mahkeme kararı bulunmadığı belirtilmiştir. Kararlarda; 1948 BM Sözleşmesine göre soykırım suçuna hükmetme yetkisinin suçun işlendiği ülke mahkemesinde ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde olduğu vurgulanmaktadır.
İsviçre Federal Mahkemesi’nin 25 Ağustos 2016 tarih ve 6F_6/2016 sayılı kararına göre Doğu Perinçek’in temyiz talebi kabul edilmiş, İsviçre Federal Mahkemesinin 12 Aralık 2007 tarih ve 6B_398/2007 sayılı kararı düzeltilmiştir: Doğu Perinçek’in temyiz başvurusu kabul edilmiştir. Vaud Kantonu Ceza İstinaf Mahkemesinin 13 Haziran 2007 tarihli kararı bozulmuştur. Dava, belirtilen gerekçeler göz önüne alınarak yeni bir karar alınmak üzere Kanton Mahkemesine geri gönderilmiştir. Mahkeme giderleri sanığa yüklenmeyecektir. Vaud Kantonu Doğu Perinçek’e tazminat olarak 3000 İsviçre Frankı ödemeye mahkûm edilmiştir, Temyiz eden Doğu Perinçek’in dava gideri olarak ödediği 4000 Frank kendisine geri ödenecektir, Doğu Perinçek temyiz sürecinin yargı giderlerinden sorumlu tutulmayacaktır, Vaud Kantonu ve İsviçre Ermeni Derneği, temyiz eden Doğu Perinçek’e 2500’er Frankı temyiz süreci tazminatı olarak ödemeye mahkum edilmişlerdir, Karar, Vaud Kantonu İstinaf Mahkemesine, İsviçre Konfederasyonu Devlet Bakanlığına ve taraflara bildirilecektir.
Süreç şöyle devam etmiştir: Doğu Perinçek, 7 Mayıs, 22 Temmuz ve 18 Eylül 2005 tarihlerine Lozan, Opfikon ve Köniz şehirlerinde Ermeni soykırımının emperyalist bir yalan olduğunu açıklamıştır. Lozan Sulh Ceza Mahkemesi, 9 Mart 2007 tarihli kararı ile, Doğu Perinçek’in, İsviçre Ceza Yasasının 261. maddesinin 4. fıkrasının içerdiği anlamda ırk ayrımcılığından suçlu olduğunu karar vermiş ve kendisini 30 gün süreyle hapis ya da buna karşılık 3000 Frank para cezası ve İsviçre-Ermenistan Derneği lehine 1000 Frank tutarında manevi tazminat ödemeye mahkum etmiştir. İsviçre Vaud Kantonu İstinaf Mahkemesi, Doğu Perinçek’in bu hükme karşı yaptığı temyiz başvurusunu 13 Haziran 2007 tarihli kararla reddetmiştir. Vaud Kantonu İstinaf Mahkemesine göre, Ermeni soykırımı, tıpkı Yahudi soykırımı gibi, Ceza Kanunun 261. maddesi 4. fıkrasının kabulü sırasında yasa koyucu tarafından açık ve bilinen bir tarihi olgu olarak tanınmıştır.
Doğu Perinçek’in Vaud Kantonu İstinaf Mahkemesi kararına karşı temyiz başvurusu İsviçre Federal Mahkemesi tarafından 12 Aralık 2007 tarihli kararla reddedilmiştir. Doğu Perinçek, 10 Haziran 2008’de ifade özgürlüğü engellendiği gerekçesiyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurmuş, AİHM İkinci Dairesi, 12 Aralık 2013 tarihli kararıyla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10. maddenin ihlal edildiğini saptayarak Perinçek’i haklı bulmuş ve İsviçre Devletini mahkum etmiştir. İsviçre Hükümeti 17 Mart 2014 tarihinde AİHM Büyük Daire’ye başvurmuştur. Bu süreçte 28 Ocak 2015 tarihinde AİHM’si vermiş olduğu “1915 olayları soykırım olarak adlandırılamaz ve bunu reddetmek suç değildir” kararını Ermeni lobisinin baskısıyla temyize götüren İsviçre, davayı kaybetmiştir. AİHM’de görülen Perinçek-İsviçre davasını izlemek üzere 28 Ocak 2015 tarihinde Strazburg’da idim. Karar duruşmasında Türk yüksek öğretiminden Turgut Özal Üniversitesi adına benden başka Anadolu Üniversitesi’nden Prof. Dr. Can Ayday dışında kimse bulunmamıştır. Bu durum, üniversitelerimizin Türkiye için bu çok önemli konuya gerekli önemi vermediğini göstermektedir. (http://www.turkishnews.com/tr/content/2015/02/01/strazbugda-ermeniler-kaybetti-turkiye-kazandi/)
AİHM’nin Perinçek Kararı’nı yok sayarak Alman Federal Parlamentosu’nun 2 Haziran 2016’da “1915 soykırımdır” kararı alması, AİHM kararlarını tanımamak demektir. Almanya, Türkiye’nin itirazlarına rağmen kararından geri adım atmamış, bu konuda karar alan 27’nci ülke olmuştur. Bu ülkeler arasında Lübnan, sözde soykırımı tanıyan tek Arap ülkesidir. ) Karar, Almanya Federal Parlamentosu’ndaki 630 milletvekilinden 165’nin oyu ile kabul edilmiştir. Kararın alınmasından 10 ay sonra İstanbul’un kardeş kenti olan ve 100 bin Türkün yaşadığı Köln Büyükşehir Belediye Meclisi’nin 14 Mart 2017’de Lehmbacher Weg Mezarlığı’na Ermeni soykırım anıtı dikilmesine izin vermesi unutulmamalıdır.
Perinçek Kararı’na rağmen sözde Ermeni soykırımını kabul eden Avrupa ülkelerinin parlamentolarının soykırım kararlarının geri alınması sağlanmadığı sürece, diğer ülkelerin de Ermeni diasporasının etkisiyle Türkiye aleyhine kararlar almaya ve girişimlerde bulunmaya devam etmeleri kaçınılmazdır. Buna bir örnek, İngiliz BBC 3 radyosunun Avusturyalı yazar Franz Werfel’in Musa Dağı’nda 40 Gün kitabı hakkındaki 50 dakikalık programıdır. Program sunucusu Maria Makaronis, kitabın soykırımdan kurtulmuş Ermenilerin Musa Dağı’nın tepesinde verdikleri mücadele hakkında gerçek bir hikayenin sunulduğunu, 20’nci yüzyılının en acı romanı olarak görülebileceğini söylemiştir: ”Kitap çağdaş tarihin en karanlık sayfalarından birini açıyor; Osmanlı İmparatorluğunun Ermeni vatandaşlarını yok ettiğini anlatıyor.” Kitaba sansür uygulanmasına rağmen, romanın 34 dile çevrildiğini açıklayan Makaronis, Hollywood’da romanı konu alan film çekme girişimlerinin Türkiye’nin baskısı yüzünden başarısız olduğunu söylemiştir.
Perinçek Kararı’ndan sonra AİHM yeni bir karar daha alarak Türkiye’nin tezlerini haklı çıkarmıştır. Sözde Ermeni soykırımının tanınması aleyhine verilen AİHM’nin 28 Kasım 2017 tarihli Mercan ve diğerleri kararı, (Affaire Mercan et Autres C. Suisse, Requête No 18411/11) İsviçre’yi mahkum ederek Avrupa’da uluslararası hukuka saygılı hakimlerin bulunduğunu göstermiştir. {“itemid”:[“001-178955”]} Davayı açan Türk vatandaşları Ali Mercan, Hasan Kemahlı ve Ethem Kayalı’yı kutlamak gerekir. Karardan önce Türk vatandaşlarının İsviçre ile uzlaşmaya varmış olmalarına rağmen AİHM davaya devam ederek İsviçre’yi Doğu Perinçek Kararı’ndan (Grand Chamber Case of Perinçek V. Switzerland Application no. 27510/08, , sonra ikinci defa haksız bulmuştur. Türkiye lehine olan Mercan ve diğerleri kararı, sözde Ermeni sokırımı yapılmıştır görüşünü savunan başta Taner Akçam ) ve Garo Paylan olmak üzere tüm Ermeni muhiplerinin yüzlerine çarpan önemli bir uluslarararası hukuk belgesidir. Karar, Ermeni diasporasına ve Ermenistan’a yönelik bir şamardır.
Dava, üç Türk vatandaşı Ali Mercan, Hasan Kemahlı ve Ethem Kayalı tarafından İsviçre’ye karşı 14 Mart 2011 tarihinde İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunması Sözleşmesi’nin 34’ncü maddesi kapsamında avukat Dr. Tarkan Göksu aracılığıyla açılmıştır. İlk başvuruyu yapan Mercan 1950 doğumlu olup Frankfurt’ta, 1966 doğumlu Kemahlı Zürih’te, 1955 doğumlu Kayalı Schliern bei Köniz’de ikamet etmektedir. Davada İsviçre’yi Frank Schürmann temsil etmiştir. Türk vatandaşları dava dilekçelerinde, AİHS’nin 10’ncu maddesince güvence altına alınan ifade özgürlüğü haklarının ihlal edildiğini öne sürmüşlerdir. Türkiye, Sözleşme’nin 36’ncı madde, 1’nci fıkra ve İçtüzük Madde 44/1, b kapsamında davaya müdahil olmuştur.
AİHS’nin 10’ncu maddesi şöyledir: “Herkes görüşlerini açıklama ve ifade özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerir. Bu madde, devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine bağlı tutmalarına engel değildir. Kullanılması görev ve sorumluluk yükleyen bu özgürlükler, demokratik bir toplumda zorunlu tedbirler niteliğinde olarak, ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması veya yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması için yasayla öngörülen bazı şekil şartlarına, sınırlamalara ve yaptırımlara bağlanabilir.”
Mercan ve diğerleri karar süreci şöyle gelişmiştir: Sözde Ermeni soykırımı yok dediği gerekçesiyle 16 Ekim 2008 tarihinde Winterthur Bölge Mahkemesi (Bezirksgericht), Ali Mercan’ı ırk ayrımcılığından suçlu bulmuş, Hasan Kemahlı ve Ethem Kayalı da ırk ayrımcılığı kapsamında mahkum olmuşlardır. Kararı emekli büyükelçi Pulat Tacer Turkish Forum’da İsviçre’de Temyiz Duruşması başlığı altında ayrıntılı bir şekilde açıklamıştır. (https://www.turkishnews.com/tr/content/2010/10/05/isvicrede-mahkum-3-turke-aid-karar-metni-ozeti/) Üç Türk vatandaşı, haklarında yapılan suçlamalara karşı Zürih Kanton Mahkemesine (Obergericht) başvuruda bulunarak açıklamalarının suç oluşturmadığını savunmuşlardır. Fakat mahkeme 9 Şubat 2010 tarihinde üç Türkün mahkumiyet kararını onaylamıştır. Onaylama; 1915 olaylarının İsviçre Ceza Kanunu’nun 261’nci maddesi gereğince soykırım oluşturduğu hükmüne dayandırılmış, Lozan Sulh Ceza Mahkemesi’nin Doğu Perinçek’in, İsviçre Ceza Kanunu’nun 261’nci maddesinin 4’ncü fıkrasının içerdiği anlamda ırk ayrımcılığından suçlu olduğuna kararına da atıfta bulunmuştur. Perinçek’in mahkumiyet kararındaki gerekçe şöyledir: “Her kim alenen belirtilen sebeplerle soykırımı ya da insanlığa karşı işlenmiş bir suçu inkar eder, tehlikesiz gösterir ya da haklı çıkarmaya çalışırsa, üç yıla kadar hapis ya da para cezasıyla cezalandırılır.”
Bu süreçte Ali Mercan, Hasan Kemahlı ve Ethem Kayalı 7 Temmuz 2016 tarihlinde AİHM’ye başvurarak, İsviçre’nin mevcut davanın amacından yoksun olduğu görüşünü paylaşmadıklarını açıklamışlardır. Türk vatandaşları, AİHS’nin 10’ncu maddesinin ihlal edildiğinin kabul edilmesinin ardından sadece davanın sonuçlandırılmasının, ceza kayıtlarındaki kayıtların silinmesini sağlamayacağını belirterek, iş arama veya vatandaşlığa alma başvurusu söz konusu olduğunda, özel hayatlarında önemli sonuçlar doğuracağını açıklamışlardır. Çünkü, Ali Mercan ırk ayrımcılığı, Hasan Kemahlı ile Ethem Kayalı ırk ayrımcılığı suçuna iştirak etmekten mahkum edilmişlerdi. Ali Mercan 1915 yılındaki olayların soykırımı değil karşılıklı çatışmalardaki trajik olaylar olduğunu ve bu sebeple ırk ayrımcılığı fiilinin oluşmadığını açıklamıştır.
AİHM Mercan ve diğerleri-İsviçre davasına ilişkin olarak 28 Kasım 2017 tarihinde oybirliğiyle aldığı kararla, 1915 olaylarıyla ilgili açıklamalarından dolayı İsviçre tarafından soykırımı inkar ettikleri gerekçesiyle mahkum edilen Merçan, Kemahlı ve Kayalı’nın ifade özgürlüklerinin ihlal edildiğine hükmetmiştir. Karar, soykırım iddiasını mutlak gerçekmiş gibi kabul ettirme doğrultusundaki girişimlere karşı, demokrasi ve hukuk ilkelerine dayanan güçlü bir hukuki tasarruftur. Böylece, 2015 yılında AİHM Büyük Dairesi’nin Perinçek-İsviçre davasında verilen kararla oluşturulan ifade özgürlüğü koruma altına alınmış, 1915 olayları ile Holokost arasında tarihsel ve hukuki farklılıklar bulunduğu yönündeki içtihat bir defa daha tescil edilmiş, 1915 tehcirine ilişkin hukuki bir kazanım elde edilmiştir. Dışişleri Bakanlığı kararı şöyle yorumlamıştır: “Soykırım iddiasını mutlak gerçekmiş gibi kabul ettirme doğrultusundaki girişim ve uygulamalara karşı, demokrasi ve hukuk ilkelerine dayanan çok güçlü bir hukuki tasarruf olarak değerlendirmekteyiz.”
Sözde Ermeni soykırımı konusunda mücadele sadece devlete düşmemelidir. İlerlemiş yaşına rağmen Şükrü Sever Aya’nın, (Big Lie, Büyük Yalan,Ka Kitap 2017) emekli Büyükelçi Pulat Tacer’in, çok yakında kaybettiğimiz emekli Büyükelçi Ömer L. Lütem’in ve Ferruh Demirmen’in (Respectable EU, European Council, and UN Dignitaries) şahsi çabaları da göz ardı edilmemelidir. Bu kapsamda benim de bir katkım olmuştur. Federal Almanya Parlamentosu 1 Haziran 2016 tarihinde asılsız sözde Ermeni soykırımı iddialarını tanıma kararı alınca, bunu kınayan ilk Türk üniversitesi, Turgut Özal Üniversitesi olmuştur. O tarihte tarafımdan hazırlanan bildiri, 2 Haziran 2016 Perşembe günü Üniversite Senatosu tarafından yayınlanmıştır.
“Ermeni diasporasının 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren, çeşitli ülkelerde Türkiye aleyhine başlattıkları karalama kampanyaları ile varlığını hissettiren sözde Ermeni soykırımı iddiası, 1973’den sonra ASALA terör örgütü tarafından Türk diplomatlarına yönelik terör saldırılarına dönüşmüştür. Osmanlı topraklarında yaşayan Ermenilerin, yabancı mihrakların kışkırtmasıyla devlete başkaldırmaları sonucunda bulundukları bölgelerden daha emniyetli bölgelere nakledilme sürecinde üzücü olaylar ve ölümler olmuştur. Fakat bu tehcir, hiçbir zaman Ermeni nüfusunun kitlesel imhasını öngören bir şekilde gelişmemiştir ve de asla bir soykırım değildir. Türk Ermeni çatışması sırasında binlerce Müslüman Türk vatandaşının toplu olarak katledildiği, Kars, Erzurum ve Van ‘da ortaya çıkarılan toplu mezarlarla dünya kamuoyunun gözleri önüne serilmiştir. Yeni nefret ortamlarına fırsat verilmemesi, insanların barışa ve birlikte yaşamaya davet edilmesi gerekirken Almanya Federal Parlamentosu’nun tarihi ve hukuki gerçeklerden uzak, siyasi nitelikli Türkiye’yi sözde soykırımı tanımaya davet eden kararı, Türk kamuoyu gibi Üniversitemiz mensupları tarafından üzüntüyle karşılanmıştır. Karar, Doğu ve Batı uygarlıkları arasındaki bütünleşme çabalarına ve de tarihi Türk – Alman dostluğuna zarar verebilecek niteliktedir. Karar, Türk-Ermeni ilişkilerine fayda sağlamayacağı gibi, geleceğe dönük bölgesel ve küresel yeni gerilimlere kaynak oluşturabilecektir. Turgut Özal Üniversitesi Senatosu olarak Birinci Dünya Savaşı’nın Savaş şartlarının yarattığı bir zorunluluktan doğan ölümlerden üzüntü duymamamız mümkün değildir. Fakat, Almanya Parlamentosu’nun tarihi gerçekleri yok sayarak sadece Ermenilerin değil, Asuriler, Süryaniler ve Keldanilerin de soykırıma tabi tutulduğunu öne sürmesi, 1915 olaylarının Almanya’da okul, üniversite ve siyasi eğitim müfredatlarına konulmasının istenmesi ve de 1915’te yaşananların hem gelecek nesillere anlatılmasına hem de Almanya’da yaşayan Türk ve Ermeni kökenlilerin uyumuna katkı sağlayacağının belirtilmesi kabul edilemez. Turgut Özal Üniversitesi Senatosu olarak Almanya Federal Parlamentosunda alınan sözde Ermeni soykırımı iddialarını savunan kararı kınadığımızı Türk ve dünya kamuoyuna ilan ediyor ve alınan kararın amacına ulaşamayacağını başta Almanya olarak bütün ülkelere bir kez daha önemle hatırlatıyor, zamanımızdan 101 yıl önce yaşanan olayların başta tarihçiler olmak üzere konuyla ilgili bilim insanları tarafından araştırılması yolundaki tüm bilimsel çalışmaları destekleyeceğimizi kamuoyuna duyuruyoruz.”)
Fransız Yazar Yves Benard, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un aksine Aralık 2017’de Fransa’da yayınlanan kitabında “Ermeni soykırımı yoktur” görüşünü savunmuştur. Benard, incelediği belgelerin sözde Ermeni soykırımı iddialarını çürüttüğünü belirtmiştir: “Soykırım yoktur, iki taraf içinde katledilmişler vardır. Şuna ikna oldum ki aslında Türkler, Ermenilerden daha fazla katliam kurbanı olmuştur.” Kitap, Pantheon Yayınevi tarafından Türk-Ermeni Görüş Ayrılığına Yeni Bakış (Divergences Turco-Armeniennes) adı altında (165 sayfa) basılmıştır. Benard, Türkiye’yi gezerek araştırma yapmış ve Türk toplumu hakkında adalet yerini bulsun dileğinde bulunmuştur. Yazar, “Bu kitabı yayınlatmakta çok zorlandım. 2009 yılında çıkardığım ilk kitap sadece bir hafta raflarda kalabilmişti. Çünkü yayınevi üzerinde çok büyük baskı vardı. Korktular ve yayını durdurmaya karar verdiler. Şimdi, öyle görünüyor ki artık daha kolay yayınlanabilecek bir konu. Bu sefer çok kolaylıkla bir yayınevi buldum. Oysaki ilk kitabım için en az 60 yayıneviyle irtibata geçmiştim. O dönemde yayınevlerinin yarısı olumsuz cevap vermiş, diğer yarısı ise cevap vermeye bile gerek duymamıştı” demiştir.
Kitap hakkındaki değerlendirme (Türkçesiyle birlikte ) şöyledir:“Ces documents, mieux que de longs discours, vont vous exposer le déroulé des événements tels qu’ils se sont passés réellement. Ces témoignages émanant de diplomates, de journalistes, d’officiers, d’ecclésiastiques, de terroristes méconnus des Français donnent un tout autre regard sur la tragédie turco-arménienne et démontrent à quel point, il est aisé de faire croire à l’opinion mondiale ce que l’on veut, au détriment de la vérité qui est tout autre ! Lorsque la première guerre mondiale éclate, commence une funeste période semant partout mort et souffrance. La Turquie est assaillie de toutes parts et ses hommes valides sont appelés à combattre, laissant derrière eux femmes, enfants et vieillards. En pleine rébellion, les miliciens arméniens orchestrent alors un plan d’extermination. Une véritable folie meurtrière donnant lieu à des actes de barbarie indescriptibles, n’épargnant rien à ces civils sans défense. Présenté dans un ensemble structuré et appuyé d’archives essentielles, l’ouvrage met ainsi en lumière un fait méconnu du conflit turco-arménien. Démontrant que les Arméniens ont leur part de responsabilité, il révèle ici une page sombre et inattendue de l’histoire. Convaincu que les manuels scolaires français font l’impasse sur un fait capital, Yves Bénard a mené une quête de documents périlleuse. C’est en arpentant la Turquie et en réalisant un travail de recherche conséquent, qu’il démontre sa volonté de rendre justice à un peuple attachant.”
“Bu belgeler, uzun söyleşilerden çok gerçek anlamda olayların nasıl gerçekleştiğini, anlaşılır ve açık bir şekilde sizlere aktaracaktır. Belgeler; diplomatlar, gazeteciler, subaylar, din adamları ve teröristlerin açıklamaları ve de Fransızlar tarafından Ermeniler lehine yorumlanan Türk-Ermeni trajedisine farklı bir bakış açısı getirmektedir. Onların görüşlerine inanmak kolaydır. Oysa gerçekleri kabul ettirmek çok daha zordur. Birinci Dünya Savaşı başladığında, her yerde ölümün ve acının hüküm sürdüğü bir dönem başlamıştır. Türkiye her tarafta kuşatılmış durumdadır ve savaşabilecek durumda olan erkekler, kadınları, çocukları ve yaşlıları geride bırakarak savaşa çağrılmışlardır. Ermeni milisler, isyan ederek savunmasız sivillere karşı korkunç, acımasız ve barbarca bir imha gerçekleştirmişledir. Tasniflenmiş ve güvenilir bir arşivden desteklenen bu kitap, Türk-Ermeni çatışmasının az bilinen bir gerçeğini gün yüzüne çıkartmıştır. Ermenilerin sorumlu olduğunu gösteren belgeler, karanlık bir tarih sayfasını gözler önüne sermektedir. Fransız ders kitaplarının önemli bir gerçeği gözden kaçırdığına inanan Yves Bénard, belgeler için önemli bir araştırma gerçekleştirmiştir. Türkiye’yi inceleyerek ve çok sayıda araştırma yaparak, adaletin ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur.”
Fransa’yı eleştirirken Türkiye’nin geçmişte izlediği yanlış politikaları da yok sayamayız. Türkiye, Cezayirlilerin Fransa’ya karşı verdiği bağımsızlık savaşında Fransa’ya destek vermiştir. Bu durumu emekli Büyükelçi Onur Öymen şöyle değerlendirmektedir: “Cezayir Cumhurbaşkanı, orada görev yapan elçilerimizden bir tanesine bu konu ile ilgili dert yanmıştır. Fransa’ya karşı savaşan Cezayirli mücahitlerin iç cebinde Atatürk’ün fotoğraflarını taşıdığını, Türk bağımsızlık savaşını örnek aldıklarını ifade etmiş fakat Türkiye’nin Cezayir’in bağımsızlığı için Birleşmiş Milletler’de yapılan oylamalarda, Cezayir’in karşısında ya da çekimser kaldığını unutmadıklarını eklemiştir. Hatırlarsınız o oylamaların bir tanesi, bir oyla Cezayir’in aleyhine sonuçlanmıştır. Maalesef o oy Türkiye’nin oyudur. Adnan Menderes döneminde yapılmıştır bu oylama.”
Kenan Mutlu Gürses, 31 Aralık 2017 tarihinde “Başepiskopos Karekin Bekçiyan’a Açık Mektup” başlıklı bir yazı yazarak sözde Ermeni soykırımı konusundaki görüşlerini Ermeni Patriği ile paylaşmıştır. Uzun yazının önemli gördüğüm tespitleri şöyledir:
“Sayın Başepiskopos Bekçiyan, Ermeni diasporasının yıllardır diline doladığı, haksız, mesnetsiz çarpıttığı, gerçekle bağdaşmayan, sözde Ermeni soykırımı iddiası sürüp gidiyor. Din adamı oluşunuz, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji ve Tarih Bölümü son sınıfına kadar okumanız ve Köln-Bochum Üniversitesi Pedagoji Bölümü mezunu olmanızla, konuyu en sağlıklı değerlendirecek kişilerin başında sizin geldiğinize inanıyorum. Bu inancımda her ne kadar aşağıda açıklayacağım konular nedeniyle tereddütlerim olsa bile! Tarih bilginize inanarak, o sayfalara birlikte bakmayı önererek, öncelikle tehcirden ne anladığınızı öğrenmek isterim. Dilerseniz, kabul edilebilir olsun diye göç, acıları çağrıştıracaksa sürgün de diyebiliriz. tabiî ki, tarihi 1915’den başlatmamak kaydıyla!
Sayın Bekçiyan, Türk Milleti’nin kin gütmediğini, Selçuklu ve Osmanlı hoşgörüsünü de çok iyi bildiğinize inanıyorum. Asırlar önce yaşanan acı hatıraları biz unuturken, siz 1915 tehcirini, sözde Ermeni soykırımı yapıldı yaygarasına başvuruyorsunuz. Detaylarına değinmeden, bazı tarihleri, bazı yer ve Ermeni İsyanlarını ateşleyen isimleri hatırlatmak isterim. 1860, 1870, 1873, 1876, 1878, 1899, 1890, 1895 yılları gibi. Adana, Amasya, Erzurum, İstanbul, Kafkasya, Kilikya, Maraş, Mersin, Muş, Sivas, Tokat, Van, gibi. Apovyan, Arpiyaryan, Ayvazyan, Çeraz, Demircibaşyan, Felekyan, Kirkor Azruni, Mikael Nalbandyan, Portakalyan, Şahnazaryan, Şişmanyan, Raffi gibi. O tarihlerde, o şehirlerde, o isimler sizce ne yapmaya çalışıyorlardı?
Fransa, Avusturya, Rusya, İngiltere ve Amerika ile misyonerleri, 1840’lı yıllarda bir ucu, Anadolu’dan Lübnan-Suriye’ye uzanan hareketliliği, rahiplerinizin Anadolu’ya gönderilmesini, Katolik, Ortodoks, Protestan mezhep konusunu, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda ki tutumunuzu,1878 Ermeni Olaylarını, yeni bağımsızlık kazanan Balkan Devletlerine özenerek, bugün dost olarak anlattığınız, dün düşman gördüğünüz Kürtlerle söz konusu tarihlerdeki işbirliğinizi, 24 Nisan 1915 değil, tehcirin uygulanmağa başladığı tarihe kadar, gün gün ya siz anlatın, bilmiyorsanız (!) size arşiv belgeleriyle birlikte, bir din adamının, bir tarihçinin anlayacağı şekliyle gün gün anlatayım.
Tabii, 1915-1918 yılları arasında Ermenilerin yaptığı mezâlimlere ayrı bir sayfa açmak kaydıyla. Ermeni diasporasının çarpıtılmış yalanlarıyla, sözde Ermeni soykırımını yaptığı iddia edilen Osmanlı Devleti, tebaasının isyan hareketlerine rağmen, şu dört örnek irade buyruldularını, soykırımına uğratacağı insanlar için neden çıkarsın? Bunun cevabını en açık şekilde din adamları vermez mi? Eğin Nareğyan Ermeni Okulu öğretime açıldı (1910). Erzincan’da Ermeni Gençlik Spor Birliği kuruldu (1911). Kemah Kasabasındaki Surp Asdvadzadzin (Meryem Ana) Ermeni Kilisesinin avlusunda bir salon ile bir de çan kulesinin yapımına irade buyruldu (1913) Refahiye Kasabasındaki Ermeni Mahallesinde bulunan Ermeni Kilisesinin bitişiğinde Ermeni çocuklarına mahsus bir okulun yapımı için ruhsat verilmesine irade buyruldu (1913). Benzer sayısız belgelerin, varlığını bilmediğinizi düşünmek bile istemiyorum.
Tarih geçmişte yaşanmış insan ve insan topluluklarının bütün faaliyetlerini yer ve zaman göstererek, sebep-sonuç ilişkisi kurarak, belge ve bulgular ışığında inceleyen bilim dalıdır diye kabul edilir. Yaşanmış olayları aktarırken, kimsenin cesaretine, cesaretsizliğine bakmaz. Önyargılarla, yaklaşılması/yaklaşılmaması, tarihin ilgi alanı değildir. Çekincelerle, öfkeyle, kinle de bakılamayacağı gibi. Tarihte hiçbir millet yoktur ki acı çekmemiş olsun.”)
İstanbul Ermeni Patrikliği’nin kuruluşundan (1461) sonra 55 Ermeni Kilisesi inşa edilmiştir. Bunlardan 30 kadarı halen ibadete açıktır. Ayakta kalan kiliselerin en eskileri, İstanbul’un fethinden sonra yerli Rum halkından alınarak Ermenilere verilen kiliselerdir. Bunlar; Kumkapı’daki Surp Asdvadzadzin Patriklik, Samatya’daki Surp Kevork eski Patriklik ve Balat’taki Surp Hreşdagabed kiliseleridir. Ermeni kiliselerinin çoğu 18-19’ncu yüzyılda inşa edilmiştir. Bugün faal olan kiliselerden 15’i bu döneme aittir. Cumhuriyet döneminde kilise yapımı yasaklanmıştır. İstisnası Karaköy’deki Surp Krikor Lusavoriç kilisesi ile Balıklı Ermeni Mezarlığı’ndaki Surp Sarkis Şapeli’dir.
İstanbul’da günümüzde varlığını koruyan Ermeni Gregoryen kiliseleri şunlardır: Surp Hovhannes Avedaraniç Kilisesi (Gedikpaşa), Surp Tateos-Partoğomeos Kilisesi (Yenikapı), Surp Hovhannes Avedaraniç Kilisesi (Narlıkapı), Surp Nigoğayos Kilisesi (Topkapı), Surp Hreşdagaberdatz Kilisesi (Balat), Surp Yeğya Kilisesi (Eyüp-Nişanca), Surp Asdvadzadzin Kilisesi (Eyüp-İslambey), Surp Pırgiç Şapeli (Yedikule), Dzınunt Surp Aasdvadzadzin Kilisesi (Bakırköy), Surp Harutyun Kilisesi (Kumkapı), Surp Istepanos Kilisesi (Yeşilköy), Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi (Surp Istepanos Kilisesi ile-Karaköy), Surp Istepanos Kilisesi Surp Yerrortutyun Kilisesi (Surp Minas Şapeli’ni kapsar-Beyoğlu), Surp Asdvadzadzin Patriklik Kilisesi (Surp Toros Ayazması ile-Kumkapı), Surp Kevork Kilisesi (Surp Hovhannes Mıgırdiç Ayazması ile-eski Patriklik-Samatya), Surp Hagop Kılkhatir Kilisesi (Altımermer), Surp Sarkis Şapeli (Balıklı), Surp Harutyun Kilisesi (Taksim), Surp Hripsimyantz Kilisesi (Büyükdere), Surp Takavor Kilisesi (Kadıköy), Surp Haç Kilisesi (Üsküdar-Selamsız), Surp Vartanantz Kilisesi (Feriköy), Surp Asdvadzadzin Kilisesi (Beşiktaş), Surp Asdvadzadzin Kilisesi (Ortaköy), Yerevman Surp Haç Kilisesi (Kuruçeşme), Surp Santuht Kilisesi (Rumelihisarı), Surp Yeritz Mangantz Kilisesi (Boyacıköy), Surp Asdvadzadzin Kilisesi (Yeniköy), Surp Garabet Kilisesi (Üsküdar-Yenimahalle), Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi (Kuzguncuk), Surp Yergodasan Arakelotz Kilisesi (Kandilli), Surp Nigoğayos Kilisesi (Beykoz), Surp Nişan Kilisesi (Kartal),bSurp Krikor Lusavoriç Kilisesi (Kınalıada).
Son yıllarda Ermeni iddiaları konusundaki araştırmaları ile tanınan Şükrü Server Aya‘nın ortaya çıkardığı bir skandalı da burada belirmekte yarar vardır. Aya’nın araştırmasına ve ulaştığı belgelere göre İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyet ordusundan esir edilen Ermenilerden oluşan 5 bin kişi, Hitler rejimi tarafından “Ermeni lejyonu” olarak düzenlenmiş ve müttefiklere karşı savaşmıştır. Almanya savaşı kaybedince ABD ordusuna karşı da savaşmış olan Ermeni askerler cezalandırılmamış, ABD’ye ve Güney Amerika’ya gitmelerine yardım edilmiştir. Dil bilmeyen ve mesleği de olmayan bu askerler, zaman içinde bir Ermeni meselesi oluşturarak, geçimlerini bu işten sağlamaya ve istihbarat servislerine hizmet etmeye başlamış, ASALA örgütü de bu ilişkiler sonunda doğmuştur.
Bu Ermeni lejyonundaki askerlerden biri, “Hitler’in 22 Ağustos 1939 konuşması” diye bir metin hazırlamış, Hitler’in Polonya’ya girmeden önce şöyle dediği iddia edilmiştir: “Cengiz Han milyonlarca kadın ve çocuğun ölümüne yol açtı ama bugün bir devlet kurucusu olarak anılıyor. Bu bakımdan Avrupa’nın benim hakkımda ne dediği umurumda bile değil. Ölüm teşkilatlarımız, Polonya’da Leh kökenli ve Leh dilini konuşan erkek kadın, çocuk yaşlı her kim varsa hepsini gözlerini kırpmadan ve acımadan öldürmek için emir aldı. Tüm olanlara rağmen bugün Ermenilerin imhasından bahseden kim kaldı ki?”
Belge, Alman savaş suçlarının yargılandığı Nüremberg Mahkemesi’ne 1946 yılında delil olarak sunulmuş, Mahkeme 1948’de ara karar vererek belgenin sahte olduğuna hükmetmiş ve dosyadan çıkarılarak saklanmasına karar vermiştir. Aradan yıllar geçtikten sonra Alman basınında, “Hitler, Yahudilere karşı, Ermeni soykırımını örnek almış” başlıklı yorumlar haberler yayınlanmaya başlanmış, kaynak olarak bu sahte belge gösterilmiştir. Sahte belgeyi hazırlayanlar, metnin bir kısmını, Washington’daki soykırım müzesine koymak istemiştir. Bunu başaramayınca, dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter devreye sokulmuş ve belge çerçevelenerek müzede sergilenmeye başlanmıştır. Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan, Ermeni Patrik ve diğerleri Washington’daki müzede bu sahte belgeyle birlikte dünya basınına poz vermiştir.
Oysa böyle bir belge veya konuşma olmadığı müze yetkilileri tarafından 20 yıldır bilinmektedir. Çünkü, Nazi tarihini en detaylı yazan William Shirer, “The Rise and Fall of the Third Reich” adlı ansiklopedi niteliğindeki kitabında, Hitlere atfedilen nutkun asıl metnini yayınlamıştır. Konuşmada Ermeni kelimesi bulunmamaktadır. Belge denilen kağıt, Almanya’da “Alman klavyesi olmayan” bir daktiloda yazılmıştı, belge olarak en ufak bir ilişkisi yoktu. Şükrü Server Aya, “The Genocide of Truth Continues bu Facts Tell the Real Story” adlı kitabında bu sahteciliği belgelerini de yayınlayıp incelemiştir. Amerikalılar Hitler’in konuşma metninin aslını bulmuştur. Metin, William Shirer‘in kitabındaki metinle aynıdır. Hitler’in o günkü nutkunda Ermeni ya da Türk kelimeleri geçmediği, Amerikan belgesi ile ortaya çıkmıştır.
Şükrü Server Aya, kitabını müzeye, Congress Library’ye ve ABD Büyükelçiliği’ne göndermiştir. Kitapla birlikte müze yetkililerinin 2002’de bu konuyu araştıran Melih Berk‘e verdiği “konuyu araştırıyoruz” cevabına atıf yaparak sonucun ne olduğunu sormuştur. Aya, bu bilgileri Dışişleri Bakanlığı’na da bir dilekçe ile yazarak konunun ABD nezdinde takip edilmesini istemiştir. Belgeler, sadece doğruları yazan bazı Ermeni sitelerinde tartışmaya açılmıştır. Aya, “Konuyla ilgili olması gereken yetkili merciler ve basının sükûtu karşısında, sahte belge sergileyen ABD müzesinin mi yoksa Nazi tarihini anlatan kitap ve Amerikan ordu arşivi belgesinin mi doğruyu yazdığını soruşturmak, bir insan hakkı, devlet ciddiyeti, basın ahlâkı ve müzecilik adabı değil midir?” diye sormuştur ama maalesef bir cevap alamamıştır.
Şunu siyasetçilerimiz hep hatırlasın: Ermenistan Milli Marşı’nda “Topraklarımız işgal altında, bu toprakları azat etmek için ölün, öldürün” ifadeleri vardır. Karabağ’da katliam yapan Ermeni kuvvetlere komutanlık yapan önceki Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’dır. Erivan´da yapılan Gelişen Ermenistan Partisi’nin 4’ncü Kurultayına katılan Sarkisyan’ın, “Bağımsızlık Karabağ halkının seçimidir. Uluslararası hukuk dahi bu konuda farklı yaklaşım ortaya koyamaz” dediğini unutmayalım.
24 Nisan yaklaşmaktadır. ABD ile gerginleşen ilişkileri de dikkate alarak yetkililerin şimdiden önlem almasında yarar vardır. Bu konuda üniversitelerimize de büyük sorumluluk düşmektedir. Tüm üniversitelerde birer “Ermeni Araştırmaları Enstitüsü” açılmalıdır. Buralarda yapılacak araştırma ve yayınlarla Türkiye, sözde Ermeni soykırımı konusunda daha güçlü olabilir. Ayrıca Türkiye’deki Ermeni cemaatinin tepkileri de uluslararası arenada dile getirilmelidir. Açılacak Ermeni Araştırmaları Enstitüleri YÖK tarafından da desteklenmelidir.
Bir yanıt yazın