İnsanlık, bugünkü uygarlık düzeyine devrimcilerin savaşımlarıyla yükselmiştir.
Dünyanın neresinde ileriye dönük bir değişim ya da devrim yaşanmışsa orada mutlaka gelişim de olmuştur. Diyalektiğin şaşmaz yasasıdır bu.
Rönesanslar, reformlar, Fransız ihtilalleri, Ekim devrimleri, dünya halklarının toplumsal yapılarında ve yaşantılarında çok büyük değişiklikler yapmıştır.
Bu açıdan bakınca, Mustafa Kemal Atatürk ‘ün gerçekleştirdiği 1923 Devrimi de Türkiye Cumhuriyeti’ni öteki İslam ülkelerinden ayıran önemli bir sosyal değişim olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ne var ki ilkçağlardan bu yana, toplumların aydınlanmasına ve ilerlemesine katkıda bulunan beyinler susturulmaya çalışılıyor. Örümcek kafalılar, “güneşi balçıkla sıvayabilmek” için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar.
Sokrates’ler, Platon’lar, Keppler’ler, Kopernik’ler buluşlarıyla, görüşleriyle insanlarda değişim isteklerini kamçılayarak, kurulu düzene ve tanrıların buyruklarına ters düştükleri için nice zorluklarla, engellerle karşılaştılar. “Dünya dönüyor” diyen Galileo’ya dünyayı dar ettiler. Başına gelmeyen kalmadı.
Karanlıkla aydınlığın bu hesaplaşması, ilkçağlardan başlayarak yüzyıllarca sürdü ve bugünlere taşındı.
Tarih çarkını geriye çevirme girişimleri ülkemizde de sıkça karşılaştığımız olaylardandır. Bilim ve değişim düşmanı şeriatçılar, ortamı ve koşulları elverişli buldukları anda başlarını daha çok kaldırmışlar, daha çok şey istemişlerdir. Bugün olduğu gibi…
Ama işin daha kötü yanı, bu gerici çeteleri, bağımsızlık savaşı yeren ulusalcı güçlere karşı, her zaman, yabancı devletlerle işbirliğine girerek onları arkadan hançerlemiş, “Hıyaneti vatan” suçu işlemişlerdir.
Zaten siyasal İslamcıların, tarihinde “emperyalizmi ülkeden kovmak” diye bir sorunları olmamıştır, bu konuda herhangi bir çabaları da yoktur.
Denilebilir ki Kurtuluş Savaşı sadece dış düşmanlara karşı verilmiş bir savaş değildir; o aynı zamanda “şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit eden; gaflet, dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunan” işbirlikçiler ordusuna karşı da verilmiş bir savaştır.
Atatürk bir yandan “Ya istiklâl ya ölüm” parolası kılavuzluğunda yedi düvelle savaşırken, bir yandan da içerideki “hıyanet çeteleri”ni etkisiz duruma getirmeye çalışıyordu.
Zaman zaman en yakın arkadaşları bile onun düşüncelerine, eylemlerine katılmak istemediler.
“Bolu Mebusu” Cevat Abbas Gürer’in anılarında belirttiğine göre Mustafa Kemal, 26 Ağustos’ta başlayacak “Büyük Taarruz”u yönetmek üzere savaş alanına gidişini bile saklı tutmak zorunda kalmıştı.
Cepheye 19 Ağustos gecesi hareket edecekti. Bu hareketini gizleyebilmek için Anadolu Ajansı, gazetelerde Atatürk’ün “Çankaya’da çay ziyafeti verdiği” haberini yaymakta idi.
Onun böyle önlemler alması elbette yerinde ve gerekli bir davranıştı. Hainler pusuda bekliyorlardı çünkü.
İçerideki ve dışarıdaki efendilerine yaranabilmek için yapamayacakları şey yoktu. Örneğin Bandırma’da yayımlanan “Adalet” gazetesi, “Büyük Taarruz” un başlamasına iki gün kala şunları yazıyordu:
“Hürriyetin ilanında muharebeler dolayısıyla milleti mahv ve perişan eden Talat, Cemal, Mahmut Şevket, Enver de gitti. Hamd olsun, darısı, cani Mustafa Kemal’in başına…” (24 Ağustos 1922)
Bu ihanet belgesinin yer aldığı gazetenin sahibi Ali Sami, Abdülhamit’in yaveriydi. Tarih sayfalarına adı “Hain Ali Sami” olarak geçti.
Yine bir başka gazete Peyam-ı Sabah ise Atatürk ve arkadaşlarına “Ankara’daki şımarık herifler! Artık durun! Haddinizi bilin! Bu şarlatanlık bitsin!” diye manşetler atıyordu.
O zamanlarda Batı hayranı, Avrupa sevdalısı o denli çok gazeteci, sanatçı, yazar, devlet adamı, dinci takımı vardı ki, saymakla bitmez. Amerikan mandacılığını savunan Halide Edip Adıvar, daha sonraları, “Başarıya ondan başka inanan yoktu” diyerek ihanet ortamını ve Atatürk’ün kararlı tavrını açıklamak zorunda kalmıştı.
Yine o yıllarda, ABD yerine İngiliz mandacılığını seçen Ref’i Cevat Ulunay da şunları yazıyordu: “İngilizleri istiyoruz. Türkler kendi güçleri ile adam olamıyorlar. İngilizler elimizden tutacak, bizi kurtaracak.”
Yıllar sonra, bu mandacı tutumundan dolayı “pişman olup olmadığını” soran bir gazeteciye o da aynı Halide Edip gibi yanıt vermişti: “Hayır, ben haklıydım. Herkes benim gibi düşünüyordu. O günlerde böyle düşünen tek adam oydu.”
Gerçekten de “o günlerde böyle düşünen” , yani tam bağımsız bir Türkiye için savaşım veren “tek adam” oydu.
Atatürk bir yandan Erzurum Kongresi ile uğraşırken, bir yandan da Halide Edip, Bekir Sami, Kara Vasıf Bey gibi kararsız, mandacı kişileri “inandırma yöntemi”yle ulusal direnişe kazanmaya çalışıyordu. Onun bu kararlı, dirençli yolu “Bu cahil halkla bir şey yapılmaz” diyen bugünkü aydın takımına da örnek olmalıdır.
Bu arada İstanbul hükümeti de boş durmuyor, Mustafa Kemal’i engelleyebilmek için her çareye başvuruyordu.
Bu işbirlikçi hükümetin tek politik seçeneği ise “Fransa, İtalya, İngiltere gibi büyük devletleri gücendirmemek, onlarla dostça ilişkiler kurup iyi geçinmek”ti.
Ekim 1919’da “Kahrolsun işgal” diye slogan atan halka, Harbiye Nazırı Camal Paşa şunları söylüyordu: “İstanbul hükümeti, tutumunda ve yürütümünde yasanın gereklerini kollamak, yabancılara karşı daha konukseverce ve ılımlıca davranmak zorundadır.”
Bu konuşmaya Atatürk şöyle yanıt vermişti: “Baylar, Rıza Paşa Hükümeti ve o hükümete Harbiye Nazırı olan kişi, sevgili yurdumuza giren, süngülerini ulusun can evine saplayan yabancıları konuk sayıyor ve ılımlıca davranmakta zorunluluk görüyor. Bu ne düşüncedir, bu ne kafadır?”
Oysa Cemal Paşa’nın “konuk” saydığı ve “konukseverce” davranılmasını istediği İngiltere, halkın direnme gücünü kırabilmek için, kendisine bağlı birtakım mandacı “sivil toplum örgütleri(!)” kurdurmuştu.
Bu örgütlerin başında “İngiliz Muhipler Cemiyeti” (İngiliz Dostluk Derneği), Teali-i İslam, Kürt Teali Cemiyeti geliyordu. Mustafa Kemal, 26 Şubat 1920’de Kazım Karabekir’e yazdığı bir mektupta bu konuda şunları söylüyordu: “İrtica hareketinin teşvikçisi İngilizler olup, merkez dimağı da (beyni) İstanbul’dadır.”
Peki, bugünkü “teslimiyetçiliğin, ihanetin, irtica hareketlerinin, ılımlı İslam yönlendirmesinin” arkasında kimler var acaba; Atatürk’ün deyişiyle “merkez dimağı” nerededir?
Bu konuyu uzun uzun araştırmaya, incelemeye hiç gerek yok. Her şey gözümüzün önünde gerçekleşiyor çünkü. Hapishaneler, mahkemeler vatanseverlerle doldurulmuş. Anayasa paspas gibi çiğneniyor…
Bugünkü medya ise yukarıda sözünü ettiğimiz “Mütareke Basını ve mütareke yazarları”ndan daha çok ihanet bataklığına saplanmış durumdadır.
Mütareke Basını onların yanında yunmuş arınmış, sütten çıkmış ak kaşığa benziyor… Korku, para, mal mülk hırsı gözlerini bürümüş. Yarattıkları ihanet dünyasında gönüllü hainliğe soyunmuşlar.
“Türkiye’nin yüzde 10’luk hain kontenjanı var” diyen değerli üstat, yüce yurtsever Attila İlhan’ın sözleri ile bitiriyorum yazımı:
“İşte yeniden Tanzimat zihniyeti, yeniden mandacılık. Üstelik bu hainlerin içinde kendisine solcu diyenler var.
Hadi şeriatçıları, bölücüleri, liberalleri anlıyorum, ama bu namussuzlar kendine solcu deyip Türkiye’yi pazarlayanlar. Al birini vur ötekine. Bak, bazı televizyon kanallarında her hafta hep birlikte boy gösteriyorlar, söylediklerini alt alta yaz, oku, ihanet belgesi çıkar.” (“Attilâ İlhan’la Bin Saat”, Erol Manisalı)
Bir yanıt yazın