Ülke olarak her fırsatta eğitimin öneminden söz ederiz. Her olumsuz olayın temelini eğitimsizliğe bağlarız. Çağdaş eğitimin önemine vurgu yaparız. Öğretmenlerin sorunlarını, eğitimde ki eksikleri, kutlamaları, anmaları bir güne sığdırmaya çalışırız. Binlerce emekli öğretmenimiz ya, kahvehane de zaman geçirmekte, ya da ikinci bir işte çalışmak zorundadır. Oysa öğretmen hayatı boyunca emekli olmaz. Öğretmen demek üretmek demektir, öğretmek demektir, büyütmek, yetiştirmek, geliştirmek, çoğaltmak demektir. Öğretmen demek, emek demektir, vefa demektir. Biz eğitime, öğretime öylesine önem veren bir milletiz ki ” bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” sözleri dökülür yüreğimizden.
Dünden bu güne ülkemizin eğitim sistemini ne kadar sorguluyoruz?
Türk Devrim tarihinde eğitim seferberliği nasıl başladı?
Eğitimde verilen mücadelenin bugün neresindeyiz?
Aynı seferberlik duygusunu, eylemini bugün hayata geçirebilirmiyiz?
Gönüllü eğitimciler, eğitim seferberliğinde olduğu gibi bugün böyle bir mücadelenin içinde yer alırlar mı ?
Bugün okullarda verilen eğitimin eksiklerini, aileler olarak ne kadar dile getirebiliyoruz?
Hızla İmam hatiplere dönüştürülen okullar için ne kadar karşı koyabildik, ne kadar sesimizi çıkarabildik?
Çocuklarımıza dayatılan eğitim kalitesini, sınavlarla dolu sistemi, okulların fiziki şartlarını, taşımalı eğitimi, 4+4+4 sistemini sorgulayıp, karma eğitimin tartışılmasına ne kadar itiraz edebiliyoruz?
Eğitimde çağ atlamak bir yana hızla nasıl geri gittiğimizi okuyup görelim.
Metin AYDOĞAN TÜRKİYE ÜZERİNE NOTLAR kitabında, Eğitim Devrimini şöyle anlatıyor ;
Eğitime, tarihin her döneminde önem veren Türk toplumu, Osmanlı’nın son döneminde her alanda olduğu gibi eğitim alanında da büyük bir gerilik içine girmişti.
Batı’nın artan etkisine ve yarattığı ekonomik çöküntüye bağlı olarak, bir zamanlar çok iyi işleyen eğitim düzeni bozulup dağılmış, bilimle bağdaşmayan bir geriliğe sürüklenmisti.
Eğitimin temeli, din öğretimine indirgenmiş, fen bilimleri ve felsefe, eğitimden uzak tutulmuştu. Kimi düşünce akımlarının , öğretilmesi bir yana, sözünün edilmesi bile Kafirlik sayılıyordu.
Kızların okuması neredeyse olanaksızdı. Yüzde 10’un altında olan okuma yazma bilenlerin, hemen tümü erkekti. Meşrutiyet’ten sonra açılan bir kaç kız mektebinde, edebiyat hocaları harem ağalarindan oluşuyordu. Resim ve Heykel yasaktı.
1923 yılında, ilkokuldan üniversiteye dek toplam Öğrenci sayısı, genel nüfusun ancak yüzde 3’ünü oluşturuyordu. Osmanlı’da eğitim hemen tümüyle çökmüş durumdayken, devletin tutarlı bir eğitim izlencesi uygulayacak okulları bulunmazken, ülkenin hemen her yerine yayılan ve Müslüman Türk gençlerini eğiten çok sayıda misyoner okulları vardı.
Bu okullarda verilen eğitimi ve bu Misyonerlerin amacını Merzifon amerikan misyoner okulu direktörü White‘in 1918 yılında ABD’ ye gönderdiği mektupta apaçık yazmaktadır.
Şöyle diyor;
“Hiristiyanlığın en büyük düşmanı Müslümanlıktır. Müslümanların da en güçlüsü Türk’lerdir. Buradaki hükümeti devirmek için Ermeni ve Rum dostlarımıza sahip çıkmalıyız. Hıristiyanlık için Ermeni ve Rum dostlarımız çok kan feda ettiler ve İslam’a karşı mücadelede öldüler. Unutmayalım ki kutsal görevimiz sona erinceye kadar daha pek çok kan akitilacaktir.”
Tüm bunlar olurken tam da o günlerde Mustafa Kemal Anadolu’da ulusal direnişi örgütlemeye çalışıyor mandacılar ise ABD himayesinin kabul edilmesi için bütün güçleriyle çalışıyorlardı.
Eğitimi her şeyin önüne koyan yönetim anlayışı amacı yönündeki uygulamalara kurtulus savaşı sürerken başlamıştı.
Eğitim cumhuriyet yönetiminin en önem verdiği konulardan biri belki de birincisiydi.
Eğitimcilerin savaşa katılmak için Ankara’ya gelişlerinde, öğretmenler cepheye değil okullara gönderiliyordu.
Eğitimin ve öğretmenlerin önemini savaş içinde ve sonrasında sürekli dile getiren Mustafa Kemal şöyle diyordu;
“Bir ulusu, özgür ve bağımsız , ya da tutsak ve yoksul yapan egitimdir. Ulusları kurtaranlar yalnız ve sadece öğretmenlerdir”
Cumhuriyet yönetiminin ilk işi çok başlı eğitime son vermek oldu. Misyoner okullarının büyük bir bölümü ulusal bağımsızlığın gerçekleştirilmesiyle kendiliğinden ortadan kalkmıştı. Sıra içteki dagınıklığa gelmişti.
Öğretim birliği yasası çıkarıldı. Bu yasa ile girişilecek atılımlar için yoğun bir hazırlık çalışmasına girişildi.
Öğretmen ve Akçalı kaynak eksikliği ilk elden aşılması gereken ana sorundu. Bu sorun , yalnızca eğitimcilerin değil onlar başta olmak üzere ülkedeki okumuş yazmış herkesin eğitim seferberligine çağrılmasıyla aşılmaya çalışıldı.
1927’den sonra , kız ve erkek öğrencilerin birlikte okuduğu karma eğitime geçildi.
Köy okullarının eğitim izlencelerine tarım dersleri eklendi.
1935 ‘te köy çocuklarına okuma yazma dışında , günlük yaşam için kullanacakları uygulamalı eğitim verilmeye başlandı.
Eğitim seferberliginde eğitim düzeyi ne olursa olsun okul görmüş herkes göreve çağrıldı. Emekli devlet memurları, mesleği bırakan öğretmenler, askerler, okuma yazma bilen herkes öğretmen olmaya davet edildi.
Yurt dışından , birçoğu alanında dünya çapında ün yapmış 70 yabancı bilim adamı getirildi.
Bilimden ödün vermeyen , halka açık parasız bir yüksek öğrenimi Türk Milli eğitiminin temel unsurlarından biri durumuna getirmeyi başardı.
1933’ten sonra Türkiye’ye gelen bilim adamlarının Türkiye için ortak görüşü şuydu ;
” Batının pisliğinin bulaşmadığı harika bir ülke keşfediyorum”
Bir yanıt yazın