2002’den önce de 2002’den sonra da Siyasal İslamcıların bir tek hedefi vardı: Türkiye’de bir “Şeriat devleti” kurup, ülkeyi şer’i hükümlere ve yasalara göre yönetmek… Atatürk öncülüğünde millet Kurtuluş Savaşı verirken de bu amaçlarından asla vaz geçmediler.
Mustafa Kemal Atatürk bu ihanetleri, en ince ayrıntısına kadar Nutuk’ta anlatarak, gözler önüne serdi. İşte onun kaleminden, mandacı Sait Molla’nın İngiliz Rahip Frew’ya yazdığı bir mektup:
“Verilen iki bin lirayı Adapazarı’nda Hikmet Bey’e gönderdim. Oradaki işlerimiz pek yolunda gidiyor, Karacabey ve Bozkır’dan bir haber alamadık…”
Daha sonra 1919’da ortaya çıkan Bozkır Ayaklanmaları da göstermiştir ki bu isyanlarda İngiliz parmağı vardır ve tüm isyanlar, “hoca, hacı” unvanlı kişiler tarafından düzenlenmiştir. “Hoca Abdullah, Hoca Talat, Hacı Hasan gibi isimler bunlardan sadece birkaç tanesidir.
Günümüzde ise bu işleri gerçekleştirebilmek için önce onların iktidar olmaları gerekiyordu.
Bir ekonomik krizin ardından, Devlet Bahçeli’nin Ecevit Koalisyonunu bozması ile 2002 yılında bu hedeflerine ulaştılar.
Ulaştılar, ulaşmasına da önlerinde kurulu bir T.C. düzeni vardı. Geçit vermez, sarp dağlar gibi duruyordu. Yollarına devam edebilmeleri için bu engeller de aşılmalıydı. Üstelik Başkan Recep Tayyip Erdoğan o yıllarda siyasi yasaklı idi.
Onun yardımına da Deniz Baykal koştu. Siyasal yasaklarını kaldırıp önünü açtı. Bu özgürlüğün ardından Reis kollarını sıvayıp, işe başladı.
Siyasal İslam’ın önünde en büyük engel orduydu. Arkasından yargı geliyordu. Bunların halledilmesi gerekiyordu. Bağımsız yargı yüzünden neredeyse AKP kapatılacaktı. Karar, bir oyla durdurulmuştu.
Öteki T.C. kurumları da gözden ırak tutulmamalıydı. Bunları aşıp, yola devam edebilmek için çok ince, kurnazca tertipler, planlar yapmak gerekiyordu. Deyim yerindeyse saman altından su yürütülmeliydi.
Nitekim öyle oldu. Bir bahaneyle tüm komutanları zindanlara attılar, sonra da boşalan o makamlara istedikleri kişileri atadılar. Ortalık güllük gülistanlık olunca da “Bizi aldattılar” gerekçesiyle tüm tutukluları salıverdiler.
Büyük bir sabır ve çalışma göstererek, ordu, yargı, eğitim, emniyet kurumlarını diledikleri, istedikleri gibi düzenlediler. Ülkeyi dikensiz gül bahçesine çevirdiler.
Şimdi sırada bir büyük hedef daha vardı. Başkanlık sistemi görüntüsü altında “Tek Adam Rejimi”ne geçmek… O, hepsinden kolaydı, çünkü destekçisi Devlet Bahçeli, emir eri gibi, kendisine verilecek görevi bekliyordu. AKP ile dayanışmaya dünden hazırdı…
Kasım seçimlerinden zaferle çıkan Recep Tayyip Erdoğan partiye, devletin her bölümüne, birimine egemen duruma geçti. Bürokraside temizlik harekâtına girişti. Karşı görüşte olanları, farklı tutum sergileyenleri tasfiye etti. Zaten medyaya daha önce bir çeki düzen verilmişti.
Şimdi artık ülkemizde kendi başına hareket eden, karar veren bir kurum kalmadı. AKP diye bir parti de yok. Seçimlerden sonra yapılan kongrede MKYK üyelerini de Başkan belirledi.
Bugün Türkiye’nin geleceği, geçmişi, ekonomisi, eğitimi, kültürü, yönetimi tek adamdan soruluyor. Atılan ve atılacak her adım onun ağzından çıkan ve çıkacak olan sözcüklerle, beyninin ürünü kararlarla belirleniyor. Ordu, yargı, Milli Eğitim, ekonomi tek elden yönetiliyor.
Satılmayan, bitirilmeyen hiçbir şey kalmadı. Hazine tamtakır. Devlet borç batağına gömülmüş durumda. Türk Lirası her geçen gün değer kaybediyor. İşsizlik, pahalılık zirve yaptı.
Halk perişan. Ülke çöktü. 16 yıllık bir yönetimin ardından insanlar kamplara ayrıldı. Herkes birbirine düşman gözüyle bakıyor. Kıtır kıtır adam kesiyorlar. Her an her yerde kavga, çatışma çıkabilir.
Cumhuriyet değerlerimiz, laiklik, Atatürk ilkeleri, uluslararası itibarımız paramparça…
Utanmazlık, arsızlık, umursamazlık zirve yaptı. Birilerinin “Yüzüne tükürsen”, pişkinlikle yüzünü siliyor, ardından, hiçbir şey olmamış gibi “yağmur yağıyor” diyor.
Halkın seçtiği muhalif milletvekilleri, soru önergelerine mecliste yanıt alamıyorlar. Adamların bir tek hedefi var, Atatürk Cumhuriyetini ele geçirmek, her yerde söz sahibi olmak, makam ve mevkilerini korumak ve asla adalete hesap vermemek…
Kar yok, kış yok, zemheri yok, askerlerimiz donarak ölüyor. Kimsenin yüzü kızarmıyor. İstifa eden de yok… Daha önceleri de buna benzer yüzlerce ölüm olmuştu. Kimsenin kılı kıpırdamamıştı…
Elbette iktidarı, muhalefeti, sendikaları, dernekleri, resmi kurumları el ele vererek, ülkemizi bu günlere hep birlikte getirdiler. Bu çorbada herkesin tuzu, herkesin payı var. Kimse bunu inkâr edemez.
Ve AKP iktidarında muhalefet bağırıyor, çağırıyor, sorular soruyor, ama ne yanıt veren var, ne yapılan kötü işleri üzerine alan var. Ne de eleştirileri duyan var. O zaman, bu karanlığı dağıtmak, bu kara bulutları üstümüzden kaldırmak, bu sosyal ekonomik çöküşten çıkmak için bir görev düşüyor bize: Geçmişe bir çizgi çekip, her şeye yeniden başlamak…
Geçmişte yapılan yanlışları bir daha tekrarlamamak için geriye bir tek yapılacak iş kalıyor: DEĞİŞİM.
Burada “Değişim” derken, Kemal’in gidip, yerine Muharrem’in gelmesini kastetmiyoruz. Zihniyet, düşünce tarzı, strateji aynı kaldığı sürece Ahmet gider Mehmet gelir, ama talan – yalan, sömürü devam eder. Biz söyler, biz dinleriz. Biz çalar, biz oynarız.
Bugüne değin bu kötü gidişatı durdurma, bu çöküş ortamından çıkma konusunda başarılı hiçbir sonuç alınamadı… Artık yeni şeyler söyleme, yeni şeyler yapma zamanı gelmiştir.
Mevlana’nın dediği gibi her şey, “Dünle beraber gitti cancağızım / Ne kadar söz varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım…”
Politikada değişim, partilerde değişim, yöntemlerde değişim, ideolojide ve ilkelerde değişim…
Ama köklü bir değişim gerekiyor…
Bu yazımızla çözüm için bir giriş yapmış oldum. Bu çöküş ortamından çıkışın ayrıntılarını gelecek makalemde anlatacağım.
(alieralp37@mail.com)
Bir yanıt yazın