ALMANYA SEFERİ
Erdoğan, iki yıl süren gerginlikten sonra yıpranmış ilişkileri onarma amacıyla Almanya’ya üç günlük devlet ziyaretinde bulundu.
Berlin’de Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier, Erdoğan onuruna verdiği akşam yemeğinde,
Türkiye’de sivil topluma uygulanan yoğun baskı ve hükümet muhaliflerinin tutuklanmasına dikkat çekti.
“Umarım bunları gündem içerisinde görmezden gelemeyeceğimizi anlıyorsunuzdur. Türkiye demokratik normalliğe geri dönmelidir” dedi.
*
Cuma günü Başbakan A. Merkel ile yapılan görüşmede, iki lider de ihtiyatlı bir uzlaşmaya olan ilgilerini gösterdi.
Ancak Merkel, “derin farklılıkların” medeni haklar ve diğer konularda kaldığını vurguladı.
*
Cumartesi günü ise Erdoğan, Avrupa’nın en büyük camilerinden biri Köln Merkez Camii’nin açılışındaydı.
Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) bir süredir bağlı camilerinde İslamcı Cihat çağrıları yapmak,
Cihadizmin övüldüğü etkinlikler düzenlemekle itham ediliyor,
Alman Anayasa Koruma Teşkilatı tarafından izleniyordu..
Açılışa katılması tartışmalara yol açtı.
Türkiye hükümeti kontrolü altındaki DİTİB’ den siyaset yapmaması, yeniden ilahiyat ve manevi destek-danışmanlık hizmetlerine yoğunlaşması istendi…
*
Çünkü sadece Almanlar değil Batılılar Din’in toplumsal bir bağ ve ortak duyarlık yarattığını kabul etmekle birlikte,
Din’in toplumsal davranışı sosyal düzeni belirleyen bir sistematik olarak düşünülmesini yanlış olarak değerlendiriyor.
Dinî cemaatlerin ivmelediği “İslamcılığın”, kendi burjuvazilerinin tarihi gelişiminde kilise ve monarşinin elinden aldığı ekonomik iktidarı ya da moderniteyi aşındırmasına itiraz ediyorlar…
*
Öyle ki, Almanya ya da Batı kamusallığı en çok İslam’la olan çatışmasında canlanıyor ve harekete geçiyor.
Kamusal alanda Türkiye’nin Avrupa Birliği adaylığı da bu yüzden en önemli konulardan biri olarak gündemini koruyor.
*
Mesela Batılılar; İslamcı bir cemaatin lideri Fethullah Gülen’in, Nur Cemaati’nin lideri Bediüzzaman Said-i Nursi’nin Avrupa ile ilgili vizyonunu belirleyen,
“Avrupa bir İslâm Devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa devletine hamiledir. Bir gün gelip doğuracaklardır” sözünden kendisine vazife çıkarmasından rahatsızdır.
Gülen onlar için de bir suçlu, bir cihatçıdır, düşünceleri düşmanca kabul ediliyor…
Ama iş, F.Gülen ve avanesinin Türkiye’ye iadesine geldiğinde değişiyor.
Çünkü Batılılar; Türkiye’de, Balkanlarda, Doğu Akdeniz’de, Ortadoğu’da ve Kafkasya’da ağırlıklı olarak İslam din ve gelenekleri ile uyumlu bir ekonomik ve siyasi düzeni,
Teşvik etmek ve kurmak hayaliyle yanıp tutuşan Müslüman Kardeşler lideri olarak kabul ettikleri Recep Tayyip Erdoğan’ı da onunla aynı kefeye koyuyor…
*
Onlar, Türkiye’nin 15 Temmuz’da askeri bir darbenin acı verici deneyimine hükümetin orantısız tepki verdiğine,
Önlemlerin bir çoğunun eleştirileri zayıflatma ve Erdoğan’ın iktidarı ele geçirme amacına hizmet ettiğine inanıyor.
Ve Erdoğan’ın görüşlerini meşru kılmamak için Fethullah Gülen ve avanesini Türkiye’ye teslim etmiyorlar…
*
Nitekim Erdoğan, Almanya ziyaretinin bir özetini yaparken, “Almanya ile FETÖ konusundaki yaklaşım farklılığı ortada. Alman makamlarının bunlara karşı daha etkin mücadele vermelerini bekliyoruz. Ulusal güvenliğimize tehdit teşkil eden yapılara karşı etkin mücadele bizim temel hakkımızdır.Yeterli delil olmadığından söz ediyorlar. Tüm delilleri kendilerine verdiğimiz halde bunların adeta yok sayılmasını anlamak mümkün değil” diyor…
*
Mesela, yeni Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin Türk hükümetini mevcut ekonomik krizle başa çıkmada daha etkili kılmasını gerektiğine inanılıyor..
Ancak vizyonunu ağırlıklı olarak İslam Hukuku ve İslam Ekonomisi düşüncesinden oluşturan Erdoğan,
Batının Kopenhag kriterlerini oluşturan Sosyal ve Siyasal reformlara ya da Maastricht kriterlerlerini oluşturan kurallara da uyum sağlayamıyor…
*
Bu yüzden Türkiye; Batı’da Hukukun Üstünlüğü, Temel İnsan Hakları, Azınlıklar, Eğitim, Ekonominin Yönetimi gibi konularda eleştiriliyor.
Halbuki bu özgürlüklere ve demokratik kurumlara bağlılık uluslararası ve yerli yatırımcılara, ekonomik ve finansal sistemlerin şeffaflığı konusunda güven vericidir.
Ayrıca, gelişmekte olan Türkiye gibi bir piyasa ülkesinde sık sık ekonomik reformları zayıflatan yolsuzlukları ve ahbap-çavuş kapitalizminin önlenmesinde de çok önemlidir.
*
Elbette Almanya ve Batılı uluslararası sermaye bu vizyonuyla Erdoğan’a geçit vermiyor.
Zaten bu yüzden Türkiye, Nisan 2017’den beri Avrupa Birliği’nin adı konmamış tecridine uğruyor.
Türkiye’nin üyelik sürecini askıya alınmıştır.
Türkiye’nin zararlarının diğer ülkelere yansıması önleyebilmek: Bu sırada Türkiye’nin küresel sistemin santrifüj kuvvetleriyle sarsılması: Yeniden AB’nin istisnaî siyasi ve ekonomik gücünü hissederek kararlılığını pekiştirmesi : Yapısal bir dizi reformlardan geçerek borç akışını düzene soktuktan sonra,
Yeniden küresel ekonomiye entegre edilmesi öngörülüyor…
*
Nitekim Türkiye’de Türk Lirası nefes kesici bir çöküş yaşıyor.
Almanya bu yüzden Türkiye hükümetinin Batı’nın demokratik siyasi kriterlerine bağlılığı yerine,
Yaşanan ekonomik krizin hem Avrupa ülkelerine yansımasını hem de 2015’te görülen mülteci dalgasıyla bir kez daha karşılaşmayı istemiyor.
Erdoğan’ın yüzünü tamamen Batı’ya çevirmek istiyor.
*
Ama Erdoğan’ da, Almanya’nın geleneksel “Lebensraum” (Hayat Sahası) ülküsü ve “Drang nach Osten” (Doğu’ya Genişleme) tutkusunu kabartmaktadır!
“Lebensraum”; Doğu Avrupa’da Almanya sınırları dışında yaşayan Alman azınlıkların Almanya hakimiyetinde birleştirilmesi ve yeni toprakların kolonizasyonu ile beraber Alman popülasyonunun bu topraklara yerleştirilmesidir.
Bu topraklarda büyük kömür yataklarına, demir, altın, mika, kurşun, çinko, bakır, grafit, alüminyum, elmas kaynaklarına, Hazar’da ve Ortadoğu’da bulunan hidrokarbon kaynaklarına ulaşılması politikasıdır.
Bugün Almanya, siyasi etki araçları vasıtasıyla Habsburg’ların, Bismark’ın ve Hitler’in asırlar boyunca peşinde koşup askeri kuvvetle başaramadıklarını,
Merkezi ve Doğu Avrupa’yı Cermen hayat sahası yapma ülküsünü, ekonomik ve ticari işbirliğiyle gerçekleştirme yolunda büyük mesafe almıştır, Rusya’yı da bu politikasıyla tehdit ediyor…
*
Bu noktada Erdoğan, Sultan II. Abdülhamid’in, “Boğaz’ın hasta adamı” olarak anılan Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomisini canlandırmak için,
1898’de Alman İmparatoru Wilhelm II ile stratejik olarak önemli Bağdat Demiryolu inşa etmek için yaptığı anlaşmayı örnek alıyor.
Halihazırda derin bir finansal ve para krizi ile boğuşan Erdoğan, yabancı teknik bilgi ve para yardımı ile Türkiye’nin demiryolu ağını modernleştirmeyi hedefliyor.
Alman Siemens’e, liderliğindeki bir konsorsiyumun sağlayacağı 35 Milyar Euro’ luk,
Sadece ekonomik açıdan değil aynı zamanda siyasi nedenlerle de önemli olan Avrupa- Çin İpek yolu üzerindeki demiryolu bağlantısını teklif ediyor!
Türk hükümetinin Siemens ile yaptığı görüşmelerde, Alman hükümetinin mali destek sağlama konusunda istekliliğini dile getirdiği söyleniyor…
*
1896’da Pan-Cermen Birliği başkanı şöyle yazmıştı:
“Gerek Anadolu halkının ve gerekse Mezopotamya ile Suriye’nin Arap sakinlerinin bir Alman egemenliğine karşı güçlük çıkarması çok zordur.
Ülkenin iklim ve toprak koşulları, Alman göçmenlerine kesinlikle zengin ve verimli bir çalışma alanı sağlayacaktır.
Alman çalışkanlığı ve bilimi, güçlü bir Alman hükümetinin yönetimi altında bir zamanlar eski dünyanın en bayındır ülkeleri sayılan bu toprakları mülkü haline getirecektir.
Tıpkı Büyük Britanya’nın Hindistan’da yaptığı gibi.”
*
Barışcı yöntemlerle yaklaşma, gerçek niyeti gizleme ve sinsilik o yıllarda Alman, bugün AB emperyalizminin başlıca karakteridir.
“Kazan Kazan” felsefesi değil, bunun bilinmesi gerekiyor…
2. 10. 2018
Bir yanıt yazın