Diğer İslam ülkelerini bilmem, ancak ülkemizdeki camilerde genelde “Dünya kelamı etmeyiniz” şeklinde uyarılar vardır. Bu uyarılar genelde cami girişlerinde, bazen de içerideki kolon ve sütunlarda yerlerini alır. Bizim mahallenin imamı, bu konuyu biraz daha abartarak şiirsel hale getirmiş ve caminin girişine “Hak ile birlikte iken halk ile ilişkini kes” şeklinde bir yazı asmış. Yazı matbu olarak, yani renkli afiş şeklinde olduğuna göre; bu afiş bir merkezden, DİB veya en azından müftülük tarafından topluca bastırılarak camilere dağıtılmış olmalıdır.
Bizim din adamları, camilerde cemaati susturup, tam anlamıyla zapturapt altına almışlar ve hiçbir itiraza mahal vermeden özgürce konuşmaktadırlar ki; bunun içine bazı siyasi partiler lehine kamuoyu oluşturmak da dahildir. Din adamlarımız, dinin sorgulanamaz dayatmacı naslarını, yani dogmalarını, adeta kendi şahıslarına tahvil etmişler, böylece kendilerini sorgulanamaz, dokunulamaz kılmışlardır. Bu ülkede, din adamlarının ağızlarından çıkan her şeyin doğru olduğu gibi peşin bir kabul vardır. Başta FETÖ olmak üzere; ülkemizdeki belli başlı cemaatlerin, tarikatların ve cami derneklerinin liderlerinin ya da yöneticilerin, din adamı olmaları da, din adamlarının, dinin sorgulanamaz naslarını kendi şahıslarına indirgediklerinin en büyük delilidir aslında. Yani bu adamlar, maksatlarına ulaşmak için dinin sorgulanamaz naslarını araç olarak kullanmaktadırlar.
Oysa Hz. Muhammed, mescidini sadece ibadethane olarak değil, toplumun her türlü sorununun görüşülerek karara bağlandığı mekan olarak kullanmıştır. Hatta, O’nun zamanında mescid, bazı ağırbaşlı eğlence toplantılarına da ev sahipliği yapmıştır. Özetle; Hz. Peygamber’in bize bıraktığı cami kurumu, susma yeri değil, aslında Müslümanların ortak sorunlarının görüşülüp tartışıldığı konuşma yeridir biz Müslümanlar için. Gelin görün ki; bu gün camilerde sadece vaiz ve imam efendiler konuşurlar.
Mesela gerek Hz. Peygamber döneminde, gerekse ilk 4 halife zamanında minberde irat edilen hutbeler cemaatle minberdeki hatip arasında karşılıklı konuşma halinde geçerken ve cemaat minberdeki hatibe (yani Peygambere veya halifelere) rahatça soru sorabilirken, Emevilerden başlayarak, kürsü ve minberler tamamıyla hükümetin elemanı olan hatiplere tahsis edilmiş, cemaat ise susturulmuştur! Aynı usul bu gün hâlâ devam ettirilmektedir camilerimizde.
Meşhur rivayete göre; Hz. Ömer, minberde hutbe okurken cemaate dönüp sorar; “Ey Müslümanlar, halifeniz olarak işlemlerde bir hata yapar, doğru yoldan saparsam bana nasıl muamele edersiniz?” Aşağıda oturmakta olan cemaat hep birden kılıçlarını havaya kaldırarak cevap verirler; “Seni bunlarla doğru yolma sokarız ya Ömer!”
Dememiz o ki; vaktiyle Müslümanlar, Hz. Ömer gibi bir hatibe bile kılıç gösterme cesareti gösterebiliyorken, bugün minberde hutbe okuyan bıyığı terlememiş bir İmam-Hatip Lisesi öğrencisine bile itiraz edemiyorlar. İşte İslam’ın geldiği/getirildiği nokta! Ya da daha doğrusu “Baronluk müessesesi yoktur” denilen İslam’ın büsbütün baronlaştığının resmi!
Toplumda, din adamlarına atfedilen bu değer ve onlara verilen bu toplumsal itibar, zaman zaman onların tebliğ ettikleri dinin hükümlerine aykırı ve ahlaki değerlerimize mugayir işler yapmalarına da sebep olmaktadır. Gün geçmiyor ki; yazılı ve görsel medyada; “camide imamla seviştim”(1), “…bir camide fuhuş skandalı müezzin uzaklaştırıldı”(2), “İmam camide Suriyeli kadınla basıldı”(3) şeklinde manşet atılan haberler çıkmasın.
Sadece imamların uçkur düşkünlüklerine ilişkin iddialar değil, bazen de onlar hakkında “Acaba imamlar uyuşturucu ticaretine yardımcı mı oluyorlar?” şeklinde sorular sorduracak haberler çıkıyor medyada. Bu haberlerden bazılarının başlıkları şöyle atıldı medyada: “PKK cami minaresini uyuşturucu zulası yapmış”(4), “Camileri ahır yaptılar diyenler buna ne diyecek”(5), “Camide uyuşturucu madde kullanılıyor”(6), “İstanbul’un göbeğinde camide uyuşturucu kullanıyorlar”(7).
Kamuoyunda “Dinci” ya da “İslamcı” olarak nitelendirilen medya organlarının, din adamlarının özellikle camilerde sebep oldukları iddia edilen olaylara kayıtsız kalması ise ayrı bir konu. Bu tür basın-yayın organları, imamların camilerde kadınlarla basılmasına ve camilerde uyuşturucu pazarlanmasına, Konya’da sabah namazı için 40 kere camiye gelen çocuklara bisiklet verme kampanyasına verdikleri önem kadar bile önem vermiyorlar nedense. Oysa bu medya mensupları, Gezi Eylemleri sırasında polisten kaçarak Dolmabahçe Camii’ne sığınanlarla ilgili haberleri nasıl da köpürterek ve saptırarak vermişlerdi ki; onların bu yanlı haberleri, Beyoğlu Müftüsü’nün ve adı geçen cami görevlilerinin başka yerlere tayin edilmelerine bile sebep olmuştu. Dönemin Diyanet İşleri Başkanı’nın, konuya ilişkin açıklamalarının da bu tür yayınlara çanak tuttuğunu hatırlıyorum ben.
…
Bilmeyenler için söyleyelim; Osmanlı’da din adamları sınıfına ve medreseye bazı ayrıcalıklar tanınmıştı. En başta bu adamlar zorunlu askerlik hizmetinden muaftılar. Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci’nin aktardığına göre; “(Osmanlı’da)Herkesi askere almıyorlar. Mesela ilim talebelerini, müderrisleri, hocaları, din adamlarını askere almıyorlar. Çünkü onlar ilimle meşguldürler, Kur’an-ı Kerim, meşgul olanları cihada katılmaktan muaf tutuyor. Çünkü onlar ölürlerse ilim yok olur…Kadılar, müderrisler, imamlar, müezzinler, tekke şeyhleri, muayyen derslerini vermek şartıyla medrese talebesi, Kabe-i Muazzama, Mescid-i Nebevi, Mescid-i Aksa hademesi, Peygamber kabirlerinin türbedarları…”(8) gibi gerek direk olarak din hizmeti verenler, gerekse din hizmetleri ile bağlantılı hizmetlerde çalışan bazı görevliler askerlikten muaftılar.
Diğer bütün gençler silah altına alınıp o cepheden bu cepheye kelle koltukta koşup dururken, şehit ve gazi olurken, şehitliğin ve gaziliğin önemi üzerine va’z’u nasihatte bulanan din adamları ve mollalar, cephe gerisinde ölüm korkusu olmadan emniyet içinde yaşıyorlardı. Osmanlı’da din adamlarına verilen rol ve statüden(9) istifade ederek etrafına zarar veren ve milletin malına, ırzına ve namusuna tasallut eden din görevlileri de çıkabilmiştir zaman zaman. Esasen Türk roman, hikaye ve sinema sanatında din adamlarının ve şeyhlerin genelde kötü adam karakterinde olmalarının bir sebebi de işte bu kanı ve sütü bozuk din adamlarıdır.
Din adamları sınıfının, Atatürk’e düşman olmalarının bir sebebi de işte bu noktadır. Yani Mustafa Kemal Paşa’nın hemen Milli Mücadele’nin ilk yıllarından başlayarak softa takımına karşı takındığı doğru ve isabetli tavır, sonrasında ise Tekke, Zaviye ve Medreseleri kapatarak buralarda yuvalanan menfaat çevrelerini dağıtması ve medrese mollalarını silah altına alarak onların canına od tıkaması demek istiyoruz. Bu konudaki en ilginç bilgilerden birisini Milli Mücadele yıllarında Bolşevik Rusya’nın Ankara temsilciliğini yapan Aralov vermektedir.
Büyük Taarruz’dan önce olmak üzere; 27 Mart-4 Nisan 1922 tarihlerini kapsayan günlerde Mustafa Kemal Paşa, Batı Cephesi’ni teftiş etmek üzere Sovyetlerin Ankara Temsilcisi S.İvanoviç Aralov’u ve Azerbaycan’ın Ankara temsilcisi İbrahim Abilov’u da yanına alarak Konya’ya gider. Aralov, Konya’ya yaşananları şöyle anlatır anılarında:
“O gece iki medreseyi ziyaret ettik. Sağlıklı, güçlü, gencecik öğrenciler, geleceğin mollaları medresenin avlusunda dizilmişlerdi. Bunların yanında geniş cübbeli, beyaz ve yeşil sarıklı mollalar ve hocalar da yer almıştı. Hepsi de yerlere kadar eğilerek, Mustafa Kemal Paşa’yı selamlıyorlardı. Bunların içinden biri, bunların başı ve en nüfuzlusu, Mustafa Kemal Paşa’dan, medrese sayısını arttırmasını rica etti. Bu zat ayrıca, medrese öğrencilerinin askere alınmamalarını da rica etti. Hoca konuşurken Mustafa Kemal’in kendisini (zor) tuttuğu belli oluyordu. Ama medrese öğrencilerinin askere alınmamaları söz konusu olunca artık kendini tutamadı ve yüksek bir sesle, sertçe ‘Ne o,’ dedi, ‘yoksa sizin için medrese, Yunanlıları yenmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerlidir? Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde dövüşür, yurt için canlarını feda ederken siz burada genç, sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz!’
Mustafa Kemal konuştukça gözleri daha korkunç bir hal alıyordu: ‘Bu besili delikanlılarınızın askere alınmaları için hemen yarın emir vereceğim!’
Hocalar sindiler, ama yüzleri öfkeden kıpkırmızı kesildi, yabancıların, Rusların yanında hükümet başkanı onları paylamıştı. Mustafa Kemal Paşa bize dönerek, ‘Haydi gidelim’ dedi, ‘artık burada bizim için yapılacak bir şey kalmadı.’ Ve şöyle bir selam vererek oradan ayrıldı.
Mustafa Kemal Paşa otomobilde uzun bir süre yatışmadı: ‘Savaş sona erince onlarla daha ciddi konuşacağız! Her şeyden önce onları mali dayanaklarından, vakıflardan yoksun etmek lazım. Yurt topraklarının büyük bir parçası, nerede ise üçte ikisi, belki de daha çoğu vakıftır. Bu topraklar mollaların varlık kaynaklarıdır. Bunların çoğu köylülerin elinden alınmış topraklardır. Buna son vereceğiz. Bir de utanmadan hükümetten yardım istiyorlar.’
Mustafa Kemal Anadolu topraklarında şimdi gördüğümüz dinç, sağlam delikanlıları askerden kaçıran 17.000 medrese bulunduğunu söyledi. Bu tam bir kolordu demekti. Medrese öğrencilerinin şimdiye kadar niçin askere alınmadıklarını sormam üzerine Mustafa Kemal, bunların askere alınmaları için gerekli emrin verilmiş olduğunu söyledi. Bu devrimci adım, subaylar arasında büyük bir sevinç yaratmış ve bu olay son günlerin en çok üzerinde durulan konusu haline gelmişti…”(10)
…
Muharrem ayınız ve aşure gününüz kutlu olsun…
Ömer Sağlam
23.09.2018
______________
1- &
2-
3-https://www.sozcu.com.tr/2018/gundem/imam-camide-suriyeli-kadinla-basildi-2638469/ & ,
4- &
5-
6-
7- ,
8-
9- Osmanlı’da din adamlarına verilen rol ve statü hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Doç. Dr. Fikret Karaman “Osmanlı Devrinde İmam-Hatiplik Görevi, Rolü ve Statüsü” başlıklı makalesi, ,
10-10- Semyon İvanoviç Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları 1922-1923, Çev. Hasan Âli Ediz, 3. Basım, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2014, s.98-99.
10- Semyon İvanoviç Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları 1922-1923, Çev. Hasan Âli Ediz, 3. Basım, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2014, s.98-99.
Bir yanıt yazın