Sevr Belgesi ve Osmanlı Arşivleri
Prof.Dr. Alaeddin Yalçınkaya
Türk Tarih Kurumu Başkanlığı’nca “Sevr Antlaşması” ibaresi yerine “Sevr Belgesi”nin kullanılacağının ilanı, son derece doğru, gerekli ve geç kalmış bir uygulamadır. Bu karar üzerine, tarihçi sıfatıyla Sevr’de imzalanmış belgelerin fotoğraflarıyla “işte belge” diyerek halkı aldatmayı, cehaletin ötesinde ihanet olarak görüyorum. Çünkü bu kişiler, belgenin imzalanması ile onaylanarak yürürülüğe girmesi, antlaşma vasfını kazanması arasındaki fark konusunda asgari Uluslararası Hukuk bilgisine sahiptirler. Öte yandan Sevr’in uygulamaya başladığı iddiaları, bu iddiayı işgallerle desteklemeleri de yine aynı çarpıtmanın parçasıdır.
İlkokul kitaplarında dahi ulaşabilecek şu tarih bilgilerini yazalım: 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi; 13 Kasım 1918 İstanbul’un işgali; Aralık 1918-Mart 1919 Antep, Maraş ve Urfa’nın işgali; 15 Mayıs 1919 İzmir’in İşgali; 10 Ocak 1920 Sevr yolunu açan Paris Konferansı; 28 Ocak 1920 Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının Misak-ı Milli Kararı; 10 Ağustos 1920 Sevr belgesinin imzalanması.
Sevr’in, antlaşma olmadığını öncelikle Sevr belgesi yazmaktadır. Mutabakatın son maddesine (433) göre “.. mutabakat, bir yandan Osmanlı Hükümeti ile, öte yandan başlıca müttefik devletlerden üçünce onaylanır onaylanmaz, onama belgelerinin bir ilk sunuş tutanağı düzenlenecektir. Bu tutanak tarihinden başlayarak, mutabakat, onu böyle onaylamış olan bağıtlı yüksek taraflar arasında yürürlüğe girecektir..” Antlaşma (Muahede, Treaty), Uluslararası Hukuk açısından bağlayıcıdır, hüküm ifade eder. Bir metnin Antlaşma aşamasına gelmesi, genellikle son hükümlerde düzenlenir. Sevr’de belirtilen yürürlük şartı olarak Osmanlı ile üç müttefik devletin onaylaması hiçbir şekilde gerçekleşmemiştir. Öncelikle Osmanlı onaylanmamıştır. Onay mercii, Meclis-i Mebusan zaten yedi ay önceden Misak-ı Milli kararıyla dağılmıştır. Meclis, bu kararı alırken Sevr yolundaki mütareke şartlarını reddetmiştir. Saltanat Şurası’nın, antlaşmanın onaylanması açısından anayasal bir yeri olmayıp bununla beraber Sultan Vahdettin zaman kazanmak üzere bu konuda toplantı düzenlemiştir. Tartışmalı toplantıdan çıkan bir zabıt sözkonusu değildir. Ve Sultan, “Sevr’i onaylamaktansa tahttan feragat ederim” demiştir.
Sevr’in Şura tarafından onaylandığını belirtenler, sadece gazete haberlerini verir. Halbuki bu konuda resmi belge bilinmez, çünkü yoktur. Bu belge gelmediği için de Yunanistan dışında imzacı hiç bir devlet onaylamamıştır. Yunanistan’ın onaylaması da 433. madde gereği kendisi açısından dahi yürürlüğe girmesine yetmez. İşgallerin ise Mondros Mütarekesi ertesinde başladığı görülmektedir. Siyasi tarihimizde, romanlarda dönemin adı “Mütareke”dir. Mütarekeyi hükümet adına imzalayan Bahriye Nazırı Rauf (Orbay) bey Cumhuriyet hükümetlerinde de önemli görevlerde bulunmuştur. O günkü şartların getirdiği zorunluluğun anlaşılması açısından bu bilgiyi yazıyorum..
Sevr’i “antlaşma” statüsünde sayanlar için ihanet gerekçemi belirteyim: Lozan imzalandığı zaman geçerli olan şartlar, Balkan Savaşları sonrasında imzalanan ve yürürlüğe giren mutabakatlar ile yürürlüğü devam eden önceki antlaşmalardır. Örneğin Sevr öncesinde Boğazlar’da Osmanlı’nın hakimiyeti sürmekteydi. Bu anlamda Lozan’da yeri olmayan konularda veya şartların değişmesi (rebus sic stantibus) halinde dönülebilecek hukuki şartlar (status quo ante) kesinlikle Sevr değildir. Zaman zaman Türkiye üzerinde yayılmacı hesapları olan Ermenistan veya Yunanistan’ın Sevr şartlarına başvurması anlaşılabilir. Çünkü uluslararası ilişkilerde hukuk yerine oldu-bittilerle sonuca ulaşmak isteyenlerle her zaman karşılaşılabilir. Ancak Lozan’ın kıymetini artırmak sâikiyle Sevr’e antlaşma statüsünde hukuksal bir değer yüklemek, öncelikle Lozan ile kurulan Cumhuriyet açısından tehdit oluşturmaktadır!
Orta yolcular ise “Serv Antlaşması Taslağı” ifadesini kullandılar. Halen TBMM’de onay bekleyen bir çok uluslararası “sözleşme taslağı” bulunmaktadır. Onay sürecindeki metnin statüsü “taslak”tır. Ancak bugün Sevr belgesi hiçbir ülke parlamentosunda onay beklememektedir. Dolayısıyla doğrusu “antlaşma taslağı” değil, sadece belgedir. Bu konularda en güvenilir bilgiler ise başta Osmanlı Arşivleri olmak üzere ilgili ülke arşivlerinden temin edilebilir. Bir asır önce yaşanmış, ilgili bütün ülke arşivleri açılmış ise gazete haberleri delil olarak ileri sürülemez.
Osmanlı Arşivleri bünyesindeki belge, araştırma ve tasnif ofislerinin sur dışına, Kağıthane’ye çıkışı bir 29 Mayıs’ta tamamlanmıştı. Beş asır boyunca tarihi mekanda taş depolarda, halen sırrı çözülememiş nem, ısı ve havalandırma teknikleriyle muhafaza edildiği halde bu “evrak hazinesi”nin asli mekanından çıkarılması yanlıştı. Hazine-i Evrak binası yanında Vilayet bahçesi ve civarındaki diğer binalar buna kâfi idi. Sadece nostaljik olarak aynı binaları kullanmak için değil fakat araştırmacıların programları açısından da bu gerekli idi. Nice “arşiv kuşu” araştırmacılar, hocaların hocası uzmanlar, Kağıthane’deki yeni binaya gitme fırsatını hiç bulamamışlar. Çünkü oldukça uzak ve zahmetli bir yerde. Osmanlı Arşivleri’nin Kağıthane’ye taşınmasını, bazı densizlerin “Kapalıçarşı’yı otel yapalım, Zeytinburnu gibi bir yerde bir AVM, Kapalıçarşı olsun” teklifiyle bir tutuyorum.
Öte yandan Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilince daha önce Başbakanlık bünyesindeki genel müdürlüğe bağlı olan “Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı” yerine “Tasnif İşleri Şube Müdürlüğü” kuruldu. Yani “Osmanlı Arşivleri” ismi, bir kenara atıldı. Yüzlerce maddelik kararnameye sıkıştırılan bu “Osmanlı Arşivleri”ni silme operasyonunun ayak izleri takip edilmelidir. Bu sadece isim değişikliği değildir. 15 Temmuz darbe girişiminde Cumhurbaşkanlığı yaverinin bir FETÖ ajanı olarak ihanetin parçası olduğu ortaya çıkmıştır. Bu terör örgütü şemsiyesi altında CIA, MOSSAD, MI6 ile bağlantılı soykırımcı Ermeniler ve pontuscu Rumlar ile işbirliği içinde olanlar hiç de az değil. Osmanlı Arşivleri, Ermeni ve Rum iftiralarının belini kırmıştır. Halen bir yerlerde kendini gizleyenlerce bunun intikamı mı alınıyor diye düşünüyorum.
Yaklaşık 30 yılını arşiv belgelerine vermiş, adeta herbiri beş asır boyunca, üç kıtadaki Osmanlı coğrafyasının yürüyen vesikaları haline gelmiş, 300 civarındaki uzmana yönelik kıyım gelen tepkiler üzerine durduruldu. Öncelikle dokuz yıl birlikte çalıştığım mesai arkadaşlarımı, kalemleriyle, sözleriyle, en üst kademede temaslarıyla savunan değerli araştırmacı ve hocalarımıza teşekkür ediyorum. Muhtemelen bir yerlerin dolduruşuyla bu yanlışa düştüğünü farkeden yönetimin geri adım atma erdemi göstermesini takdir ediyorum. Bu vesileyle çoğu 50’li yaşlarında, dünyanın en önemli hazinelerinin uzmanı arkadaşlarımıza geçmiş olsun derken, kıyım kararının durdurulmasıyla birlikte bu kararın da izlerinin sürülmesini öneriyorum.
Yukarıdaki gerekçelere dayanarak en azından merkez arşivinin yeniden asli binasına taşınmasını, merkez araştırma hizmetlerinin Vilayet Bahçesi’nde verilmesini ve “Osmanlı Arşivleri” isminin idari yapılanmada yeniden yer almasını ümit ediyorum.
Bütün okuyucu ve dostlarımın Kurban Bayramını tebrik ediyorum.
Öncevatan, 20.08.2018
alaeddinyalcinkaya@gmail.com
Yazıları posta kutunda oku