Elimde Gazeteci Yavuz Selim Demirağ’ın “İmamların Öcü” isimli kitabı var; bitmek üzere.
Demirağ, FETÖ’nün TSK içindeki yapılanmasını, denaetlerini ve melanetlerini anlatıyor kitabında.
İmamların Öcü, sahasında yazılmış ilk kitap özelliği de taşıyor.
Kitapta yer verilen “Şok Mangaları” konusu çok ürkütücü.
FETÖ’ye mensup subaylar, askeri liselerden ve harp okullarından tasfiye etmek istedikleri Atatürkçü ve vatansever gençleri bu mangalara alarak, onları eğitim adı altında bedensel ve ruhsal yönden ağır bir muameleye tabi tutmuşlar yıllarca!
Söz konusu eğitim, elbette eğitim değil, düpedüz işkence..
Yavuz Selim Demirağ’ın “Şok Mangası” adı altında anlattıklarını okuyunca zihnim bir an için 1986 yılında 191. dönem olarak Tuzla Piyade Okulu’nda gördüğüm yedek subay eğitimine gitti.
Ben 1986 yılının Ağustos celbinde silah altına alınarak, Ağustos-Kasım ayları arasında Tuzla Piyade Okulu, Öğrenci Alayı, 2. Tabur, 7. Bölükte geçirdim yedek subaylığımın eğitim dönemini.
Yaklaşık 200 kişilik ve dört takımlık bölüğün, 4. mangasının 2. sırasında avcı eriydim!
Takımlar uzundan kısaya doğru teşkil ettiği için, bizim takım haliyle en kısa takım, bizim manga ise en kısa manga idi.
Her manganın en uzunu, manga komutanıdır bölük yapılanmalarında!
Bizim manganın en uzunu olan arkadaşımız, bu işi sevmediği için manga komutanlığını bana bırakmış, haliyle manganın başına ben geçmiştim.
Bizim takım bölüğün en kısalarından teşkil ettiği için, diğer takımlar bizim takımla “CÜCE PİGMELER” diye alay ederlerdi.
Biz de onlara “DEVELER” derdik.
Gelin görün ki; bölüğün en başarılıları bizim takımda toplanmıştı.
Adeta aklın boyla ters orantılı olduğunun açık delili gibiydik!
En iyi atıcılar bizim takımda olduğu gibi en iyi harita ve pusula okuyanlar da bizlerdik!
Mesela tamamıyla maki türü küçük çalılarla kaplı, oldukça eğimli dik yamaçlardan oluşan Şekerpınarı tepelerinde gece karanlığında ve ışık kullanılmadan yapılan hedef bulma eğitimini ilk önce bizim manga tamamlamıştı.
Zaten miyopi olan gözlerimle, gece karanlığında çalılara veya taşlara dolaşarak kaç kere tökezleyip düştüğümü, hatta yuvarlanıp, vücudumun çeşitli yerlerinde çizikler oluştuğunu anlatmama sanırım lüzum yoktur!
Bölük komutanımız Bülent Canatanoğlu isminde Mersin’li bir üsteğmendi.
Harika bir adamdı Bülent Üsteğmen.
Bütün bölük kendisini çok severdik.
Hatta şairlik sanatımı konuşturarak Bülent Üsteğmen adına bir şiir yazmış, arkadaşlarımla onu tempolu bir şekilde bestelemiş ve koşu tempo şarkısı/marşı yapmıştık.
Yanılmıyorsam haftada bir tekrarlanan tam teçhizatlı 5 km’lik uzun mesafe koşularında bölük komutanımız, “assolist nerede, kenara çıksın” dediğinde, ben kenara çıkar, bazen arkada kalarak, bazen ön tarafa geçerek, sesimin rahat duyulması için ancak daha çok bölüğün orta yan kısmında koşarak bölük marşımızı söyler, bölük de koro halinde söylediklerimi tekrar ederdi:
“Türk çocuğu pek yaman,
Her biri bir kahraman,
Komutanım Canatan,
Emret cenge gidelim…”
…
Yanımızdan geçen bölüklerin ve bölük komutanlarının bizim bölüğe gıpta ile baktıklarını hatırlarım
***
Bölükte bizden önceki devrelerden kalma H.Madenci isimli bir asteğmen vardı.
Galiba soyadı gibi maden mühendisiydi.
Çoğu kere bölüğü o idare eder, eğitimleri o yaptırırdı.
Doğrusu ya; hiç sevmezdik H.Asteğmeni.
Sanki muvazzaf subay o, yedek subay Bülent Üsteğmendi!
Adam eğitim adı altında bize resmen işkence yapıyordu.
“İstikamet deniz marş marş…” deyince biz son sürat o tarafa koşardık.
Arkasından “Toplan” komutuyla, bu sefer yanında toplanır, karşısına sıra olurduk.
Yanına gelir gelmez, bu sefer “istikamet eğitim alanı marş marş” der, bizi bu sefer de o tarafa koştururdu vs.
Elbette içimizden yedi sülalesine sevgi ve saygılarımızı sunarak deliler gibi koşar dururduk Ağustos sıcağında, tozun, toprağın, çalının, çırpının içinde!
Herif resmen işkence yapıyordu bize.
Herif dediğime bakmayın siz; o, birkaç ay sonra bizim varacağımız noktada bizi bekleyen bir asteğmendi sadece.
Ne var ki; anamızdan emdiğimizi burnumuzdan getiriyordu!
Ağustos’un 45 derece sıcağında halden imandan kesilmiştik sanki!
***
8 bölükten ve iki taburdan oluşan 191. dönem öğrenci alayında bir de 5. Bölük vardı.
Komutanı olan üsteğmen A.A.yanılmıyorsam hemşerim imiş!
25-30 yaşlarında ufak tefek bir herifti.
Eğitim adı altında bölüğüne resmen işkence yapıyordu.
Yaptırmış olduğu ağır eğitimlere dayanamayıp hemen her dönemde sakatlananlar, hatta… çıkıyordu!
Yanılmıyorsam bizim dönemde de yaşanmıştı 5. bölükte böyle üzücü hadise.
Hemşerim olduğu söylenen üsteğmen A.A ile Tuzla’da geçirmiş olduğum 4 aylık öğrencilik süresinde bir kere karşılaştım ama ne karşılaşma!
Sağ gözüm oldukça ileri derecede olmak üzere gözlerimde miyopi vardır benim.
O dönemde para yok, pire yok; tedavi olamamışım ve gözlüğüm olmadan burnumun ucunu bile göremiyorum!
O derece sıkıntıdayım yani!
Gözlüğü takınca ise canavar kesiliyorum; bölüğün 10 kişilik uzman atıcılarından birisiyim aynı zamanda.
Biraz sonra bu konuya tekrar döneceğim.
Gözlük ve gözlük olmadan burnumun ucunu göremiyorum diyordum ya.
Bir gün spor yaparken gözlüğüm kırıldı.
Büyük sıkıntıya düştüm.
Organlarımdan birisi kaybolmuştu çünkü!
Hafta sonu iznine çıkınca gözlüğümü Eminönü’nde bir gözlükçüye tamire verdim.
Gözlükçü, ancak birkaç gün sonra alabileceğimi söyledi gözlüğü.
Kelimenin tam anlamıyla boku yemiştim!
Bir sonraki hafta sonuna kadar resmen göremeyecektim!
Bir haftayı nasıl geçirecektim bu durumda?
Neyse katlanacaktım çaresiz.
Okula geldim ama birkaç metre yakınıma gelinceye kadar kim öğrenci, kim astsubay, kim albay, kim general, kim asker, kim sivil ayırt edemiyorum!
O biçim yani.
Bir gün alayın bulunduğu yerde, yemekten çıkmış ders gördüğümüz binaya doğru giderken aniden iki kuvvetli elin yakama yapıştığını gördüm!
Hakaretin bini bir para?
Baktım 5. Bölük komutanı hemşerim üsteğmen A.A.
Sebep de neden kendisine selam vermemişim!
“Komutanım sizi fark etmedim, gözlüğüm kırıldığı için göremedim sizi, özür dilerim…” desem ne fayda, adam adeta silkeliyor beni.
Hakaretleri arasında iki elleriyle kavrayıp topladığı yakamı kurtarasıya kadar akla karayı seçtim resmen.
Allah’tan tokat atıp tekmelemedi beni!
Vurmayı çok istediği belliydi öfke dolu bakışlarından ve köpükler saçılan ağzından çıkan hakaret cümlelerinden ama nedense vurmamıştı/vuramamıştı.
Ancak resmen elleriyle dövmekten beter etmişti beni.
Ulan …. selam ağası mı oldun başımıza, bir kere de selam almayıver ne yani?
Selam alınca başın göğe mi eriyor?
Sanki on metre ileriden selama durup on metre geçinceye kadar o vaziyette yürüyen öğrencilerin verdiği selamı adam gibi aldığınız mı var?
Çoğu kere karşılık bile vermeden, alaycı ve tepeden bakan gözlerle süzüp geçiyorsunuz insanların yanından.
***
Dedim ya; gözlüğümü takınca adeta canavarlaşıyordum.
Bölüğün uzman nişancılarından birisiydim.
25 metre mesafeden sineği gözünden olmasa bile kanadından mutlaka vurabiliyordum.
Benim gibi askerliğini Tuzla Piyade okulunda yapanlar mutlaka bilirler.
Bazı bölüklerde, bölük flamasının yanı sıra, bölüğün göstermiş olduğu başarıyı işareten ikinci bir flama daha vardır.
Bunlar Eğitim Flaması, Spor Flaması, Disiplin Flaması ve Atış Flaması’dır.
Benim askerlik yaptığım 191. dönemde Atış Flaması 7. Bölükte idi ve biz bu flamayı başka bölüklere kaptırmamak için her yolu deniyorduk.
Biz 25 metre atışlarında seçilmiş 10 kişilik keskin nişancı grubuyduk.
Bir nevi bölüğün sniperleri (Snaypırları)
Hemen hemen hepimiz, boyca devlerden ve develerden oluşan diğer takımlardakilerin “Cüce Pigme” diye dalga geçtikleri 4. takımdan idik.
Atış sınavlarında 200 kişilik bölüğün bütün atışlarını biz yapardık!
Atış sınavlarında keskin nişancı grubu olarak sürekli torbacı olurduk!
Bilmeyenler için söyleyelim; askerde eğitim sırasında atılan mermilerin boş kovanları mutlaka toplanır ve bu işi yapanlara torbacı denir.
Saplı küçük torbalar, silahın boş kovanların çıktığı tarafına tutulur ve silahtan çıkan boş kovanlar bu torbaların içine fırlar.
İşte bu iş için atıcı ile torbacı mutlaka yan yana bitişik nizam yatmak durumundadırlar.
Keskin nişancılar veya uzman atıcılar olarak biz on kişilik grup, bu durumu fırsat bilir sürekli torbacı olurduk.
Atıcı öğrenci (yedek subay adayı) atış noktasına geldiğinde, ani bir hareketle hemen yer değiştirir, silahın başına biz geçer, torbayı ona verirdik.
Böylece sıfırlanmış aynı silahlarla bütün atışları biz yapmış olur, sonuçta Atış Flaması’nın başka bölüklere geçmesine engel olurduk!
Uzman atıcı olduğumu ve bu konuda, asıl işleri atıcılık olan bölük komutanı muvazzaf subayları bile geride bıraktığımı Kars’ta birlikte askerlik yaptığımız ve sosyal medyada beni takip eden arkadaşlarım da bilirler.
Hayri Demirtaş ve Halil Zamur ses verin bakayım.
***
Denilecektir ki; hile hurda yaparak başarı flaması kazanmak ahlaki zafiyettir; dürüstlük ilkesine uymaz…
Belki de öyledir!
Ancak bu tür tatlı rekabetler ve küçük hileler bazen işin tuzu biberidir.
Her kurumda, her alanda yaşanır bu tür şeyler.
Sanki okulda kopya çekmediniz mi siz?
Bu da onun gibi bir şeydir aslında.
Ast üst ilişkisini kuvvetlendirir, sadakati arttırır, grupta birlik ve beraberlik ruhunu yükseltir.
Merhum gazeteci Feridun Kandemir, Birinci Dünya Savaşı sırasında Medine’yi savunan Merhum Ömer Fahretin Türkkan Paşa için şöyle der kitabında:
“Fahrettin Paşa Medine etrafında, top menzili kadar uzakta, münferit tabyalardan mürekkep müstahkem bir ordugâh inşa etti. Müstahkem ordugâhın içinde bol su, hurmalıklar, bahçeler vardı. Ve Fahrettin Paşa askere ziraat yaptırmıştı. Medine’ye çekirge yağardı ve Medine’nin beslenmesine yardım etmek için çekirgeden dahi faydalanırdı. Çekirge salatası, Hicaz Kuvve-i Seferiyesi karargâhının tabldotuna resmen girmişti. Kumandan, subaylarla birlikte kendisi de bu salatayı yerdi. Fahrettin Paşa, cepheden izinli gelen erler için pehlivan güreşleri, çeşitli yarışlar ve karagöz oyunları tertip ederdi. Fahrettin Paşanın askerinin ruhu kendisinde, kendisi de askerinin ruhunda yaşardı.”(*)
Bizim bölük komutanımız da aynen öyleydi bizim için.
Bölük komutanımız Mersinli Bülent Canatanoğlu, kendisini bize öyle sevdirmişti ki; onun için her şeyi yapabilirdik biz.
Tıpkı Mustafa Kemal’in Çanakkale’de “Ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum” dediği gibi, Bülent Üsteğmen bize ölmeyi emretse hiç tereddüt etmeden uygulardık.
Bölük içinde öyle güçlü bir bağ oluşturmuştu çünkü Bülent Üsteğmen.
***
Tuzla Piyade okulunda iken nişanlıydım ve Ankara’da bulunan nişanlımı çok özlemiştim.
Bu sebeple Ankara’ya gelmem gerekiyordu ama Ankara dışına çıkışlar yasaktı, izin verilmiyordu galiba.
Ben usta birliğinde iken hafta sonu için hem de kış günü 24 saat mesafedeki Kars’tan Ankara’ya gelmiş adamım, 4-5 saat mesafelik İstanbul-Ankara arası yol bana vız gelir tırıs gider efendim.
Bu sebeple bir hafta sonu, izinsiz olarak Piyade Okulu’nun yan tarafından geçen Ankara yoluna çıktım, otobüse atadığım gibi vın Ankara!
Yerime ise İstanbul’da oturdukları için hafta sonları evci çıkma hakkı olanlardan Osman Abi kalmıştı.
Osman Abi, aslen Sivaslı olan tonton bir Mali Müşavir’di.
Sağ olsun, o hafta sonu evcilik hakkından feragat ederek benim yerime okulda kalmış, ancak gece sayım sırasında battaniyenin altına çakma Ömer Sağlam olarak ne kadar gizlenmeye çalışsa da yakayı ele vermekten kurtulamamıştı.
Yoklamayı yapan genç bir teğmen, tıpkı hicret sırasında Süraka’nın, Hz. Peygamber’in yatağında yatan Hz. Ali’yi yakaladığı gibi benim yatağımda yatmakta olan Osman Abi’yi yakalamış, benim izinsiz olarak Ankara’ya gittiğim ortaya çıkmıştı!
Ancak bir şey çıkmadı bu olaydan.
Demek ki; genç teğmen, insan evladı imiş ve işleme koymamış hadiseyi.
Kim bilir belki o da tıpkı benim gibi aşıktı ve aşıkların halinden anlayan birisiydi.
Bu konuda abisi yaşındaki Osman Abi’nin ve diğer arkadaşların ricaları da etkili olmuştu sanırım.
Bizim bölük işte böyle birbirine bağlı bir bölüktü ve bunun sebebi büyük ölçüde Bölük Komutanımızın bize karşı olan tavrıydı.
Tepeden tırnağa, iliklerine varıncaya kadar asker görüntüsü ceren 5. Bölük komutanı A.A’mı?
Bölük flaması dışında başarı adına hiçbir işaret ve iz yoktu bölüğünde!
Sabahtan akşama kadar çemkirir dururdu bölüğündeki, geleceğin kaymakamlarına, yargıçlarına, valilerine, genel müdürlerine, milletvekillerine ve hatta bakanlarına..
***
Fizik olarak fazla sportif bir görüntüm yoktur.
Esasen fazla spor yapan birisi de değilim.
Ancak Tuzla Piyade Okulu’nda çakı gibi askerdim ve iyi bir uzun mesafe koşucusuydum.
Kısa mesafede kötüyüm ve bu sebeple 100 m. sınavında benim yerime Bitlisli arkadaşım Ali Aytek koşmuştu ama 5000 metrede ve Pentatlon’da harikalar yaratıyordum.
Bu sebeple birçok engelden oluşan Pentatlon sınavında en az iki arkadaşın yerine koşmuşluğum vardır.
Bunlardan birisi Brüksel Büyükelçiliği’nde görevli, diplomat bir arkadaştı.
O tarihlerde bedelli yoktu, herkes tıpış tıpış gelip askerliğini yapıyordu.
Yürüyüş kararları da ya “HER TÜRK ASKER DOĞAR” şeklinde ya da “VATAN SANA CANIM FEDA” diye sayılıyordu o zamanlar…
Ömer Sağlam
06.08.2018
____________
Not: O dönemlerde FETÖ filan yoktu gündemde. Biz sadece askerde verilen eğitimlerin bazen ehil olmayan sözüm ona komutanların elinde işkenceye dönüşebileceğini, bunun kasten yapıldığı takdirde resmen işkence olacağını anlatmaya çalıştık. Yoksa hiç kimseyi hiçbir şeyle itham etme gibi bir niyetimiz yoktur.
(*) Feridun Kandemir, Peygamberimizin Gölgesinde Son Türkler (Fahrettin Paşa’nın Medine Müdafaası), Yağmur Yayınları, 1999, İstanbul. s. 41-2.