1968 gençliğinin siyasal sloganı “Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye” idi.
Bu amaca ulaşabilmek için çok kişi canından oldu, çok insan sakat kaldı, niceleri hapse girdi, işkencelere uğradı…
Demokrasi uğruna çok acılar, sıkıntılar, işkenceler yaşandı. Bu yolda ölümleri göze alanların geliştirdiği bu demokrasi, günümüzde AKP ve onun yöneticileri eliyle sıfırlandı. Tek adam rejimine dönüştürüldü.
210 yıllık bir uygarlık, çağdaşlaşma mücadelesi bir anda tarihe karıştı.
142 yıl geriye gittik. Ortaçağ’a döndük yeniden… Birinci Meşrutiyetten bu yana sürdürülen demokrasi çabaları, demokrasi mücadeleleri yok edildi.
Aslında Türk aydınının, Türk devrimcisinin demokrasi mücadelesi çok eskilere uzanır. 200 yılı aşan bir geçmişi vardır… 1800’lü yıllara kadar gider.
Ama bu yıllardan çok önce Avrupa’da demokrasi mücadelesi başlamıştı. Bunun da etkisiyle 1808 yılında Osmanlıda “Sened-i İttifak” yapılmış, Padişah 2. Mahmut, göstermelik de olsa bazı yetkilerini paylaşmıştı.
O günkü sultan bile bugünkü Cumhurbaşkanı kadar sınırsız yaptırım gücüne sahip değildi.
Artık tek adam, tek yönetim dönemi var… Geçmişte padişaha bile verilmeyen yetkiler şimdi tek adama verildi.
Daha sonraları 1839 Tanzimat Fermanı’yla, Padişah Abdülmecit, sınırsız gücünü sınırlandırmak zorunda kaldı.
Birinci ve İkinci Meşrutiyetlerin demokratik kazanımlarının ardından, 1923 yılında Mustafa Kemal tarafından Türkiye Cumhuriyeti kuruldu ve demokrasi bazı eksikliklerine rağmen ülkemize yerleşti.
Ne var ki Namık Kemallerin, Ziya Paşaların, Mithat Paşaların, Ali Süavilerin, Şinasilerin, Tevfik Fikretlerin, Mustafa Kemallerin, Nazım Hikmetlerin, Deniz Gezmişlerin mücadeleleri ile geliştirilen demokrasi, 16 yıl gibi kısa bir zamanda yerle bir edildi.
Meclis’in ve milletvekillerinin artık hiçbir kıymeti harbiyesi kalmadı. Artık ülke yönetimine hiçbir katkısı yok. Sözlü soru sorma hakkı, gensoru yetkisi bile yok.
Sayıları 600’e çıkarılan milletvekilleri bu yoksul milletin kesesinden, vergilerinden toplanan paralarla maaşlarını alacaklar, Mecliste oturup, bir taraftan çay kahve içerken, bir taraftan da kendi aralarında söyleşiler yapacaklar. Birbirlerine yaşadıkları tatlı, hoş günlerini, anılarını, anlatacaklar…
Ülkenin bu duruma gelmesinde, bu işte elbette yandaş medyanın, yandaş muhalefetin etkisi çok büyüktür. Tabanın, halkın tüm Atatürkçü direnişine, çabasına rağmen parti yönetimleri buna uyum sağlayamadılar… Ayak uyduramadılar. Sırça köşklerinde kuru gürültü, söz düellosu ile vakit öldürdüler.
AKP iktidarı, ilk başlarda saldırgan değildi. İlk yıllarda Mehter takımı gibi ilerledi. İki adım attı, sonra durup arkasına baktı. Karşı çıkan, tepki veren, eleştiren, eylem koyan olmayınca yoluna daha hızlı devam etti.
FETÖ ile birlik olup, çeşitli bahaneler üreterek önce orduyu etkisizleştirdi. Güçsüzleştirdi. Ordunun kozmik odalarına bile girdi…
Sonra da “Bizi yanılttılar, meğer komutanlar suçsuzmuş” diyerek tüm tutukluları, yargılananları serbest bıraktılar…
Ama atı alan Üsküdar’ı geçmiş, AKP tarafından yapılan son düzenlemelerle ordu kontrol altına alınmıştı.
Daha önce de Amerikalılar, askerlerimizin başına çuval geçirerek bir prova yapmışlardı. Bu saldırıya ordudan, muhalif partilerden, kuruluşlardan, sendika ve derneklerden tepki gelmeyince ve karşı çıkan bir direniş, bir eylem olmayınca, ABD ile AKP el ele verip, yollarına daha kararlı bir biçimde devam ettiler.
Şunu hemen belirtelim. Ama sevgili yurdumuzun içine düştüğü bugünkü durum, dünyanın sonu demek değildir… Yeryüzü çok diktatör gördü. Diktatörler tek karar verme ve uygulama makamı olabilmek için çok önlemler aldılar, çok girişimlerde bulundular.
Cinayetler işlediler. İşkenceler yaptılar. Yasaklar getirdiler. Konuşanları, eleştirenleri, yazarları – çizerleri hapishanelere doldurdular. Seçimlerde yüzde 80’lere, 90’lara varan oy oranları ile seçildiler.
Ama sonuçta tümü de yıkıldı. Hiçbirisi dünyaya direk olmadı. Tümü de tarihin çöplüğünde yerlerini aldı…
Eğer biz de başarmak istiyorsak, yeniden demokrasimize, rejimimize, Atatürk’ümüze dönmek istiyorsak; şimdiye dek hiçbir yararlı bir gelişime imza atmayan, durmadan başarısızlık grafiği çizen, hiçbir seçimi kazanamayan CHP yöneticilerini değiştirmeliyiz.
Bu eleştirilerimden dolayı bana cephe alan bazı partililere hemen şunu belirteyim: Ben Atatürk’ün partisi CHP’ye karşı değilim. Ben partinin bundan sonra hep başarısız olacağını söyleyenlerden, ona güvensizlik duyup, cephe alanlardan değilim.
Ben yıllar boyunca Türk ulusuna hiçbir katkı sağlamayan, onu bir adım öteye götüremeyen; cumhuriyetimizin, rejimin yıkılmasını pişkinlikle seyreden CHP YÖNETİMİNE karşıyım. Ve bu yöneticilerin hiç vakit kaybedilmeden değiştirilmesinden yanayım.
Mücadeleye kararlı ve dirençli bir biçimde devam edebilmek için, Atatürk’e ve ALTI OKA inanmış, bu uğurda canını bile feda etmeye hazır, gözü pek, inançlı liderlere ihtiyacımız vardır.
Hile hurda, ayak oyunları ile seçim kazananları vakitli vakitsiz kutlayan, yenilgiyi peşin peşin kabul eden liderlerden ve yöneticilerden ne bu millete ne de bu partiye bir fayda gelir.
Tarih göstermiştir ki başarabilmek için her şeyden önce karar verme, yönetme, örgütleme yetisi Atatürk gibi kuvvetli olan liderler ancak bu toplumu aydınlığa çıkarabilir.
Meclisin Salı toplantılarında cart curt ederek, esip yağarak, bağırıp çağırarak ne ülke kurtarılır, ne de haramiler tahtlarından indirilir…