Aziz Nesin bir zamanlar şunları söylemişti:
“… Şimdiye dek olduğu gibi, şimdi de haber veriyorum, önceleri yavaş yavaş, ağır ağır, adım adım kötülük uçurumuna doğru giderken, gittikçe hızlanarak, şimdi koşar adım gidiyoruz. Olacak toplumsal depremin uğultularını duymaktayım. Çevremizde aptal aptal suçlu aramayalım. Aynaya bakalım. Aynamız yoksa bir durgun suya bakalım. Orada suçluyu göreceğiz. İş işten geçtikten sonra ‘Kendim ettim, kendim buldum’ demenin hiçbir yararı yok…’ (Aziz Nesin, Bir Tutam Aydınlık)”
İş işten geçmedi ama geçmek üzere.
Her başımız sıkıldığında halkı suçluyoruz. Her başarısızlığımız karşısında halkı kötülüyoruz.
Geçmişte AP’yi, Anavatan’ı, koalisyon iktidarlarını deviren bu halk değil miydi? Kuvayı Milliyeyi yaratıp, Yedi Düveli topraklarımızdan kovan bu halk değil miydi? Ama o zaman başında, onu yöneten, ona yol yordam gösteren, adam gibi bir adam, Mustafa Kemal vardı.
Bu medya baskısı, kültürel, dinsel sömürü ve propaganda karşısında; bu hile hurda, yalan dolan, hırsızlık, sadaka ekonomisi karşısında halk ne yapsın?
Geçenlerde yoksul, gariban bir aile anası ile konuşuyordum. Bana tüp gaz fiyatlarının çok arttığını söyledi. Ona “Keşke sen de bu fiyatları artıran iktidara oy vermeseydin” dedim. “Fiyatları AKP mi artırıyor ki…??” dedi, şaşkınlıkla…
Okuması yazması yoktu. Sadece AKP’nin TV’lerini izliyor, onların konuşmalarını dinliyor ve sadakasını alıyordu… Ona yol gösterecek, onu aydınlığa çekip çıkaracak başında Atatürk gibi bir önderi ve devrimci bir partisi de yoktu.
Bir devrimcinin ve önderin başarabilmesi için her şeyden önce halkına güvenmesi gerekir. Halka güvenmek devrimci olmanın temel koşuludur.
Ne yazık ki son zamanlarda halkı küçük görmek, aşağılamak aydınlar arasında bir gelenek, bir moda haline geldi. Kendi başarısızlıklarını halkın cahilliğine, eğitimsizliğine bağlayıp “Bu milletten bir şey olmaz…” deyip işin içinden sıyrılmak onlar için kolay bir çözüm yolu oldu. Devrimci mücadelede en tehlikeli yoldur bu…
Gerçi halkı aşağılamak, aptal yerine koymak yeni çıkan bir akım değildir. Kökeni eskilere dayanır.
Osmanlının son dönemlerinde de halkı, Türk ulusunu değersiz gören birçok aydın türemişti. Onlara göre Türkler, ulusların en aşağısı, halkımız ise beceriksiz bir aptallar topluluğu, bir sürüydü. Her türlü melanet, kötülük onlardan geliyordu. Adam olması için mutlaka birilerinin onun elinden tutması gerekirdi.
Kurtuluş Savaşı bütün şiddeti ile devam ederken, Mütareke Basınının kalemlerinden Ref’i Cevat Ulunay, utanmadan, sıkılmadan şunları yazıyordu: “İngilizleri istiyoruz. Türkler kendi güçleri ile adam olamıyorlar. İngilizler elimizden tutacak, bizi kurtaracak…”.
Bu aşağılık görüş karşısında Yüce önder Atatürk de şunları söylüyordu: “Bizim başka milletlerden hiç bir eksiğimiz yok. Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız, yüksek amaçlar uğrunda ölmesini biliriz. ”Ve ekliyordu:
“7 yüzyıldan beri cihanın dört bir köşesine sevk ederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız (…) bunca fedakârlık ve ihsanlarına karşılık nankörlük, küstahlık, cebbarlıkla uşak mevkiine indirmek istediğimiz bu asıl sahibin huzurunda, bugün utançla ve saygıyla kendimizi toplayalım.” (1. TBMM Tutanakları, 18.c., s.4, 1 Mart 1922)
Halka saygınlık kazandırıp, onu yücelten bu düşünce yapısı Atatürk’ten sonra yerini aşağılamaya, hor görmeye bıraktı. Menderes, halkı o kadar değersiz bir varlık, o kadar geri zekâlı bir topluluk olarak görüyordu ki “Ben odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm…” diyordu.
Halkı değersiz sayan bu anlayış 80’lerden sonra Evrenlerle, Özallarla, Çillerlerle, Tayyiplerle zirveye ulaştı.
Ayrıca onların iktidarında halka tepeden bakan yeni bir işbirlikçi liberal yandaş aydın türü de ortaya çıktı. “Neoliberal” ya da “liboş” diye adlandırılan bu yeni liberal takım, AKP’nin iktidarı ele geçirmesinden sonra iyice etkin bir konuma geçti… Basında, televizyonlarda, toplantılarda, siyasi kuruluşlarda çok sık görülmeye başladılar. Soygundan, talandan pay almak isteyen tüm politikacı, iş adamı, gazeteci, profesör ve solcu eskisi bu takımın içerisine demir attı.
Nasrettin Hoca’nın hikâyesinde olduğu gibi, onlara göre tek suçlu halk, yani ev sahibiydi… “Evi soymaya gelen hırsızın hiç kabahati yoktu.” Hırsıza toz kondurmuyorlardı.
24 saat yayın yaparak halkın beynini yıkayan, ulusal bağlarını zayıflatıp, düşüncesindeki vatan kavramını yozlaştıran; ABD’nin, AB’nin, Siyonizm’in emrindeki televizyonların, gazetelerin hiç suçu yoktu…
Tüm ülke sorunlarını “sadaka ekonomisi” ile çözmeye çalışan, yoksullaştırdıkları, aç bıraktıkları insanları iki kilo pirinç, beş kilo makarna, üç kilo nohut dağıtarak kendisine köle yapan, oluk oluk para akıtıp oy satın alan, yani “siyasal sadakati (bağlılığı) sadaka ile sağlayan iktidarın hiç suçu yoktu?
Devrimci mücadelede en kolay, en kestirme, en sorumsuz yol halkı suçlamaktır…
Soyguncuları, talancıları, emperyalistleri ülkemizden kovmak istiyorsak eğer, halkı Atatürk gibi sevmeli, Atatürk gibi saymalı, ona Atatürk gibi güvenmeliyiz. Asla tepeden bakmamalıyız. Atatürk gibi:
“Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız, Yüksek amaçlar uğrunda ölmesini biliriz” demesini de öğrenmeliyiz.
İşte o zaman halka, “Gözünü toprak doyursun”, “Hem körsün, hem iş vermişiz, daha ne istiyorsun”, “Ananı da al git” diyenler, devrimin yüce kanunu önünde tüm sülalesini alıp gideceklerdir…