Hayvan Haklarının Kültürümüzdeki Önemi
Alaeddin Yalçınkaya
Bir köpek yavrusunun ayakları kesilerek ölüme terkedilmesi büyük tepkiye sebep oldu. Yapılan vahşetin mahiyetini anlatmaya kelimeler yetmez. Ancak haberlerin veriliş tarzına ve yorumlara bakıldığında birilerinin Türk-İslam kültürüne saldırmak için bahane aradığı görüldü. Bir arkadaşımız camilerin görevini yapmadığını yazdı.
Herşeyin başının öncelikle eğitim olduğunu belirtelim. Sorun zihni gelişmede, hangi gıdaların, ürünlerin öncelikle yer alması, hangi zehirlerden kaçınılması gerektiğidir. Doğumdan ölüme eğitim ve terbiyenin, oyun, eğlence, neşe görünümünde disiplin, gayret, idman, hatta zevkli bir yorgunluk olduğu ancak yaşayarak, tadına varılarak anlaşılabilir.
Tatile girerken ilgili bakanın yaz tatilinde öğrencilere ödev verilmeyeceğini duyurması, o ülkede eğitim-terbiye sisteminin bittiği anlamına gelir. Bu “müjdenin” mefhum-u muhalifi, kitap okumak, yeni şeyler öğrenmek, zihnin ve zekanın sınırlarını zorlama heyecanını yaşamak, işkence, eziyet, ceza demektir. “Ödev=ceza” anlamına gelen bu müjdeye muhatap ülke eğitiminden elbette buluş yapıcı, patent üretici, araştırıcı, sorun çözücü, geleceği tahmin edici bir nesil çıkamaz.
Asıl sorun, eğitimin beslenmesi gereken kökler, gıdalardır. Bu süreç kendi kültüründen, inancından ne kadar beslenebilirse o kadar verimli olur. Kendi inancına, tarihi şahsiyetlerine ve büyüklerine ne kadar yabancı, hatta düşmansa o derece köksüz, özgüvensiz, verimsiz, başarısız olur. Seçim sürecinde hemen her partinin hayvan hakları ile ilgili vaatleri görüldü. Bu yazıda ise hayvan haklarının önemi konsusunda inanç ve tarih köklerimizden kısa bir demet sunuyorum:
Sahabe-i Kiramdan Ebû Hureyre’nin (R.A.) asıl ismi olan Abdurrahman, hemen hiç kullanılmaz. Birgün ilimle meşgul olurken kedisi cübbesinin üzerinde uyur. Namaz vakti geldiğinden bu sevimli hayvanı uyandırmaya kıyamaz. Elbisenin o kısmını keserek Mescide gelir. Durumdan haberdar olan Fahr-i Kâinat (A.S.) bundan memnun olarak ona Ebû Hureyre (kedi babası, -kedi koruyucusu-) der ve bu isimle anılır.
Meşayihin büyüklerinden Bâyezid-i Bestâmî hazretleri, bir kış gecesi savrularak yağan kar, tipi içinde camiden evine dönerken köşebaşında donmak üzere olan bir köpek görür. Cüppesini hayvana sararak evine, belkide ahırının köşesine getirir, ısıtır, yedirir, hayvanı kurtarır. Bu merhametinden dolayı mânen çok büyük derece aldığı söylenir.
Kısa bir araştırmada sahih hadis kitaplarında görülen iki hikayeye internetten ulaşılabilir: Bir kadın kızdığı kediyi odaya hapsedip ölümüne sebebiyet verdiğinden cehennemlik;başka
bir kadın susuzluktan kıvranan bir kediyi ayakkabısı ile suladığından cennetlik olmuştur. Ayrıntıda farklı rivayetler vardır; mesela kuyudan su çıkarıp köpeği suladığından bir erkeğin cennetlik olduğu gibi..
Yine Bayezid-i Bestâmî hazretleri, Hicaz’dan dönerken Hemedân’dan elbise boyamak için usfur adlı bitki tohumu alır. Evine geldiğinde tohumların içinde karıncaların olduğunu görür. Karıncalara şefkatinden dolayı onları yuvalarından ayrımamak için Bistam’dan Hemedân’a (730 km) döner ve tohumları aldığı yere iade eder.
Kanûnî Sultan Süleyman, çok sevdiği gül dalına karıncalar musallat olunca bunların imhası için Şeyhülislamdan Ebussuud Efendi’den fetva ister: “Meyve ağacın sarınca karınca; Günah var mı karıncayı kırınca?” Ebussud Efendi’nin cevabı: “Yarın Hakk’ın divanına varınca; Süleyman’dan hakkın alır karınca!”
Medrese mensubu dedelerimizden naklen aile büyüklerimizden duyduğumuza göre oltayla tutulan balık yenmez. Başkasının oltayla tuttuğu balığı dahi satın almak doğru değil. Çünkü oltanın kancası ağzına saplanan balığın duyduğu acının çığlığını denizdeki diğer canlılar duysa hiçbir hayatta kalmazmış.
Oltayla balık tutmanın dindeki yeri ayrı bir konu. Ancak basit bir müşahade ile ağzına saplanan kancayla hayvancağızın ne kadar şiddetle acı çektiğini anlamak zor değil. Zalim oltacı, balığın ağzını yırtarak çengeli çıkarır ve hayvan o acı içinde uzun süre daha yaşasın diye tekrar su dolu kovaya bırakır. Halbuki ağla tutulan balık sudan çıktığı anda oksijensizlikten birkaç saniye içinde bayılır, tıpkı keskin bıçakla boğazlanan hayvan gibi beyne kan gitmeyince acı da duymaz ve ölür. Kendi inanç ve kültür dünyamızdaki bu gerçeklere karşın oltayla balık tutmayı hobi haline getiren sömürge kültürünün bu vahşi yönünü çoğumuz farkında değiliz. İsterseniz bu işi yapanların yüzlerine dikkatle bakın: Merhametten eser göremezsiniz. Fakat böyle bir acımasızlık karşısında hayvan hakları savunucuları, toplumsal iletişim uzmanları, hayat-sevgi koçları niçin seslerini çıkarmaz, anlamıyorum: Halbuki bu hassasiyet bizim kültürümüzde, inancımızda var. Oltayla balık-hobi ikilisini, soykırım-eğlence hastalığından farksız görmek gerek.
Avcılık usulüne ve mevsimine göre gıda ihtiyacını karşılamak için helal kılınmıştır. Ancak buna ihtiyacı olmadığı halde sırf spor –ki bizde ve birçok batı ülkesinde yasa ile düzenlenmiştir- için hayvan öldürmek büyük günahtır. Yine büyüklerimizden duyduğumuza göre kuluçka, yavrulama veya emzirme döneminde bir kuşu veya hayvanı avlayanın başından musibet eksik olmaz.
Bir kısmı dinî inancımızla ilgili olan bu bilgilerin mesnetlerinin ne olduğu, ne kadar sahih delillere dayandığı konumuz değil. Fakat laik toplum düzeni ve eğitim kurumlarının mensupları olarak kültürümüzün her alanına yayılmış, her evde değişik versiyonlarını duyabileceğiniz bu gibi rivayetleri veya hikâyeleri yok saymamız, çocuklarımızı bu konuda cahil bırakmamızın sebebi ne olabilir?
Laiklik, kendi kültürümüze veya inancımıza düşman olmayı zorunlu kılmaz. Yoksa bu yanlışlıktan mı sürekli toplumumuzu hayvanlara karşı acımasız, batı toplumunu ise hayvansever olarak öğretmek, haber yapmak durumundayız? Bu stratejinin hedefi ise kadına saygı, bilime ve bilim adamına hürmet, doktora anlayış gibi konularda olduğu gibi hayvan haklarının da ancak batılı toplumlara ait bir değer olduğunu bilinç altına kazımaktır. Netice itibariyle bu toplumun fertlerinin haklara saygı sorunu olmadığı işlenir, eşine sinirlenen erkek her akşam televizyondan izlediği gibi derhal ekmek bıçağını kaparak saldırıda bulunur; bir şekilde dışlanmış, morali bozulmuş ruh hastası ise ilk fırsatta hırsını önüne çıkan günahsız bir hayvandan alır.
Tarihi şahsiyetlerimizden, inanç dünyamızdan, dini referanslarımızdan, bizim kültürümüzden, Osmanlı vakfiyelerinden kısaca öncelikle kendi öz kaynaklarımızdan, insan hakları, kadına saygı, merhamet duygusu yanında hayvan hakları konusunda da daha fazla örnekleri, uygulamaları eğitim sürecinin konusu haline getirmeyi sadece dilemek yetmez, böyle bir görevimiz vardır!
Öncevatan, 25.06.2018
alaeddinyalcinkaya@gmail.com
Yazıları posta kutunda oku