FELEK
Hüseyin MÜMTAZ
“Eski”şehir’i çoğunuz bilirsiniz de “Eski”zağra’yı bileniniz azdır.
****
Haritaya bir bakın, hayli “komşumuz” var, “görünenler” tam yedi tane.
Bir de Irak ve Suriye’de resmen ve hukuken “görünmeyip” fiziken vâr olanlar mevcut; Rusya, Amerika…
Hepsiyle mutlaka az veya çok problemliyiz. Hiç biriyle tam dost değiliz.
“Osmanlı” ile barışık olduğumuz zaten su götürür de; Hristiyan Avrupa ile Müslüman Arap dünyasında da gizli kalmış/bastırılmış “düşman”lıklar artık iyice su yüzüne çıkıyor, gündelik hayatımıza yansıyor.
Son olarak Suriyeli muhalif gruplara yakın Baladi News haberi sitesi, ABD’nin desteklediği terör örgütü PYD’nin Kuvvatu’s-Sanadid adlı grupla birlikte Suriye-Irak sınırındaki Yarubiye’de sözde ”sınır muhafızları” için kayıtlara başladığını duyurdu. Habere göre, terör örgütü PYD oluşturduğu silahlı bu terörist grup için Suudi Arabistan’dan da maddi yardım alıyor.
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu dövizde yaşanan dalgalanma hakkında konuşurken, “Dövizdeki dalgalanmanın ardından hangi ülkeler var” sorusuna, “Bazı Müslüman ülkeler de var. Ben burada ülke ismi vermeyeceğim ama genel bir çerçeve çiziyorum” diyor.
Çavuşoğlu’nun şaşırmaması lâzım… 100 yıl önce “Çöl Kaplanı” Fahreddin Paşa Medine’yi sadece İngilizlere karşı mı savunmuştu?
Avrupa da başka âlem. Almanya, Hollanda, Belçika ve Avusturya siyasilerimizin kendi ülkelerindeki Türklere seçim propagandası yapmalarına izin vermezken; Almanya aynı izni teröristlere veriyor.
Avusturya hükümeti ülkede ikamet eden tüm yabancıların sosyal yardımlarını yeniden düzenleyen bir yasa çıkarmış. Avusturya’da en az orta düzey Almanca bilmeyen yabancıların sosyal yardımı kesilecekmiş.
Merkel, sözcüsü aracılığıyla yaptığı açıklamada Özil ve Gündoğan’ın Londra’da Erdoğan ile buluşmasını eleştirip görüşmeyi, “yanlış anlamaya davet çıkaracak” bir durum olarak niteliyor.
Çok mu şaşırdınız?
Oysa şimdi olmakta olanlar, sadece şuur altının artık ve yavaş yavaş gün yüzüne çıkıyor; yeni nesil Arap ve Haçlıların asıllarına dönüyor olmasıdır.
AB’nin “güya” yeni üyesi ama aslında “ucuz iş gücü” Bulgaristan; Stara Zagora (Eski Zağra) ilinde mevcut 868 Türkçe yer adını Bulgarca adlarla değiştirme kararı almış.
Stara Zagora Belediye Meclisinde yer alan tüm siyasi partilerin temsilcilerinin yer aldığı geçici komisyon neredeyse bir yıl Türkçe yer adlarının Bulgarcaya çevirisi üzerinde çalışmış.
Bütün “mâzi”miz gibi Eski Zağra da “kalbimde derin bir yaradır”.
Şu satırlar, Yahya Kemal Beyatlı’nındır;
“İstanbul’dan Sofya’ya kadar küçük bir seyahat mazinin kalbimde kalan hayalini sileceğine bilakis daha ziyade alevlendirdi. Türklük Avrupa’ya doğru cezr ü meddi biten bir deniz gibi o dağlardan çekilmiş, lakin tuzunu bırakmış. Bütün o toprak Türklük kokuyor.
Akşamüstü Boğaziçi’nden geçen vapur sabahleyin Burgaz limanına giriyor. Burgaz’ın sokaklarında her köşeden Türkçe işitiliyor.
Sabah erken Burgaz’dan kalkan tren yarı gecede Sofya’ya varıyor. Yol sahilden Filibe’ye kadar ovadan geçiyor. Şimalden bir düziye Balkan tepeleri görülüyor… Aydos, sonra Karinabad, Yanbolu tek kalan camileri ve minareleriyle görünüyorlar. Daha sonra Yeni Zağra ağaçları arasında kaybolmuş bir ova şehri. Daha sonra dağ eteğinde büyük bir dikili taş. Yol arkadaşım söyledi ki bu sütun Rusların meşhur Curanlı (Kalitinovo) müsademesinde düşen askerlerine diktikleri bir abideymiş.
Curanlı abidesinden biraz sonra dağ eteğinde Eski Zağra görünüyor. Bila-ihtiyar Raci Efendi’yi hatırladım. Daha çocukken Recaizade’nin Talim-i Edebiyat’ında, bilmem neye misal, beş on satır okumuştum. Bu misalin altında da bu kayıt vardı: Raci Efendi – Tarihçe-i Vak’a-i Zağra.
Türkçe’de bu nesir nümunesi ayarında güzel bir parça görmedim. Muharrir işgale uğramış bir Türk şehrinin hapishanesinden mahpusların zincirden boşanır gibi çıkışını naklediyordu, bu kadar.
Bu satırların ne muharririni tanıyordum, ne de hangi kitaptan alındığını biliyordum, mamafih daima yüreğimde tesirini hissettim.
Senelerden sonra bir gün Fatih’ten geçerken bir mahalle bakkalının camında bir kitap gözüme ilişti: Tarihçe-i Vak’a-i Zağra müellifi Raci Efendi. Kitapta bir kıt’a vardı ki hatırımda kalan ilk mısraı bu idi:
Aziz-i vakt idik a’da zelil kıldı bizi!
Kitabı satın aldım. Bu kıraatin teessürü iliklerime kadar geçti. Zağra müftüsü Raci Efendi doksan üçte, General Gurko’nun Eski Zağra’ya ilk defa nasıl girdiğini, Müslümanların çoluk çocuk, kadın ihtiyar nasıl kesildiklerini, sonra Süleyman Paşa ordusunun melekü’s-sıyane (koruyucu melek) gibi yetişip Eski Zağra’yı nasıl kurtardığını, Müslümanların cehennemi bir matemden birdenbire delice bir sevince nasıl geçtiklerini, mağlubiyetten sonra da ikinci ve son felaketi, İstanbul’a doğru o acıklı hicreti bütün sahneleriyle naklediyordu. Lakin nasıl temiz, yavaş ve duygulu bir naklediş”.
Kitabın son baskısını yayına hazırlayan Ertuğrul Düzdağ ise takdim yazısında diyor ki;
“Bu kitap, yıkılan kutsal imparatorluğumuzdaki Müslüman halkın ıstırap destanıdır.
93 Harbi sırasında, Rumeli Müslümanlarının uğradığı zulümleri, düştüğü perişanlığı ve çektiği acıları dile getirir.
Hatıraların sahibi olan zat, bu hadiselerin içinde bizzat yaşamış, yurdunu işgal eden düşmanın elinde esir kalmış, kurtulmuş, büyük ve müthiş «Rumeli muhacereti» ile İstanbul’a göçmüştür.
Kültürümüze yeniden kazandırmaya çalıştığımız bu eser, millî acı ve millî kinin; (bu kin düşman kadar, hain aydınlara karşıdır da) eşsiz bir abidesidir. Onun hitabının, yeni nesillere bir şeyler anlatabileceği, ne güzel ümit…
Elli yıldır sulh uykusuna yatan «milleti merhumeyi, cetlerinin bu kanlı macerası, biraz uyandırabilse… Eski mübarek toprakların —hatta— hayâlini görebilen birkaç kişi çıkarabilse… Hiç olmazsa, bu yerlerin eski sahiplerinin torunlarına dedesinin geldiği yeri, oğluna öğretmek borcunu hatırlatabilse…”
Müftü Râci Efendi 93 Harbi’ni (Abdülhamit zamanıdır) anlattığı “Tarihçe-i Vak’a-i Zağra”da şöyle diyor;
“Halbuki Rusya’nın bu seferki maksadı harp kaidelerinin dışında, adeta haydut ve eşkıya tarzında bir savaş ve Bulgarlar vasıtasiyle Balkan’ı zapt ve geçmek imiş. Bu anlaşılamamıştı”. (S.66)
“Çanlar çalıyor Temmuz’un onuncu Pazar günü öğle namazından çıkılırken bütün kiliselerin Rus ve Bulgar armalarıyla donandığı görüldü. Çanlar çalınmaya başladı.
İslam milleti cenaze kesilip evlerine çekildi. Bulgarlar ise bayramlık elbiselerini giyinip ellerinde şarap ve kebap, demet demet çiçekler ve yağlı güllü ekmek ve çöreklerle, iftihar ve sevinç içinde Rus’u karşılamaya koşuyorlardı. Çanların, can yakarcasına vahşet veren sadaları, baykuş gibi, memleketin harap olacağını ve Müslümanların zulüm ve haksızlık altında inim inim ezileceklerini ima ediyordu. O güzel şehir baştanbaşa keder bulutları ile kaplandı. Bu beyin tırmalayıcı sesler Müs lüman halkı yürüyen ölüler haline soktu. Zalike takdir-il aziz-il alim. Ama Rusya devletinin katil ve yağma gibi medeniyete sığmaz zulüm ve yolsuzluklar yapmasına, Düvel-i Muazzama’nın müsaade etmeleri imkânsız sayılıyordu. Hey hat! Halbuki Rus Çarı ve kumandanları, resmi nutuk ve beyanlarında, bu muharebeye «Din ve Haçlı Savaşı» adını veriyor ve bütün Hristiyanları İslam âlemi üzerine tahrik ve teşvik ediyorlardı. Bu muharebenin eski savaşlara kıyas edilemeyecek derecede mühim olduğu, İmparator, Veliaht ve diğer grandüklerin harp meydanına bizzat gelmelerinden de belliydi. Buna rağmen devletçe sağlam bir tedbir alınıp, o yola devam ve sebat edilmemiş olması, ilelebet unutulmayacak elim hallerdendir”.(S.88)
“93 Harbi” (1877-78) Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde gerçekleşen en büyük felaketlerden birisidir. Bu savaş, Osmanlı İmparatorluğu’na toprak ve itibar kaybettirdiği gibi, yeni filizlenmeye başlayan Meşrutiyet’in de sonunu getirmiş ve İmparatorluğu, Balkanlardan gelen büyük bir göç dalgası ile karşı karşıya bırakmıştır.
“Rus’un Tuna’dan Ayastafonos’a kadar işgal altına aldığı memleketlerde tutulan Müslüman ahalinin, gördüğü sayısız eza, cefa ve zulmün anlatılması bu risale ile mümkün olamaz. Olanlar yazıldığı zaman bu asrın medeniyet tarihi lekelenecektir! Çünkü Cengiz Moğollarının, Timurlenk Tatarlarının haya eylediği habaset ve rezaleti Bulgarlar pervasızca icra eylediler. Halbuki medeni devletler bunları görürken ses çıkarmıyor, medeniyet değil insaniyete bile yardımları görülmüyordu. Rumeli’den boşanan yüz binlerce ahali, araba, hayvan, şimendüferle yahut yaya olarak gece ve gündüz demeyip İstanbul’a döküldüler. Son nefesteki canlarını emin diyar ve dertliler sığınağı olan Payitaht·ı Saltanata ve Dersaadet ahalisinin ağuşu merhametlerine attılar. Sirkeci mevkii, Ayasofya, Ahmediye, Yenicami, Nuruosmaniye ve diğer camii şeriflerle birçok mektep ve binaların avluları ve bütün meydanlar, mahşer alanından bir nümune-i dehşet oldular. Şimendüfer katarları tasavvur olunmaz bir halde geliyordu. Vagonların içi ve üstü, erkek kadın, kucak kucağa istif olmuş, yanları hatta ön ve arkadaki zincirlerin üstleri insan kesilmiş idi. Soğuktan donarak düşenler istasyonlarda hasta kalanlar hesapsızdı. Bunların büyük kısmı açlıktan ve soğuktan telef oldular. Allah’ın hikmeti, o günlerde şiddetli fırtınalar kar ve yağmurlar durmayıp devam ederek hep o biçarelerin üzerinden geçti. (S.254)
Vagonlarda, öyle sıkışıklık ve ıstırap içinde loğusaların bulunması ise düşünceyi kan ağlatır. Nice anneler ve masum yavruları telef olup gittiler … Gazabından Allah’a sığınırız! Müslümanlar üzerine bela yağmakta ve her cihetten felaket akmaktadır…. İstanbul ahalisinin zengini fakiri Sirkeci istasyonuna indiler. Yardım, merhamet ve şefkat göstererek aciz ve biçareleri evlerine aldılar; iltifat ve ikram eylediler. Çok zaman misafirlerini beslediler, muazzez tuttular. İngilizlerin, Şefkat-i Osmani Cemiyeti ile Hilal-i Ahmer heyeti tarafından muhacirler giydirilip doyuruldu. Asakir-i Milliye efradı -ki Dersaadet’in bütün Müslümanları ahalisinden teşkil olunmuştu- gece gündüz, yağmur kar demeyip, muhacirleri yerleştirmeye kendilerini vakf ettiler. Ellerine dolu mendil almayan kibarzadeler, hiç kimseyi ayırt etmeden ihtiyarları ve masumları, sırtlarıyla ve kucaklarıyla taşıdılar. İşbu fedakârlıklar, İstanbul’un düşman atlarının ayakları altına düşmesine karşı, bir sedd-i manevi oldu. Dedeağaç, Gelibolu. Tekfurdağı. Karaağaç vesaire iskelelerden Anadolu. Mısır ve Arabistan’a vapurlarla muhacirler gitti. Her yerde bunların iskân ve iaşesine gayret olundu. Ama ne çare! Yollarda çekilen zahmet ve şiddetli soğuktan ve izdihamdan, humma ve tifo hastalıklarına tutularak ve pek tabii bakılamayarak binlerce aileler az zamanda mahv oldu. (S.255)
Kargaşalıkta zevç, zevcesini ve oğul, baba ve anasını kaybederek nice aileler perişan oldu. O sırada, Kıbrıs açığında bir de vapur batıp dört yüz muhacir tamamen helak olup gitti!. Hülasa, Rumeli kıta’sının hercümerci, dört asırdan beri emsali görülmedik feci bir vak’a ve müthiş bir inkılaptır. Bu felaket yüzünden Rumeli Müslüman nüfusundan yarım milyon telefat ve malca milyonlarca lira zayiat verildiğini kayda lüzum bile yoktur!. Bu felaketlere: «Herşeyi kadere yüklemek aczin alametidir» kaidesinde çaresiz takdir-i Rabhani ve tecelliyat-ı Sübhani deyip sözü kesmekle beraber hüküm vermeyi, yukarıdan beri derc olunan vukuatı mütalea buyuran insaf ve dikkat sahiplerinin mahkeme-i vicdanlarına havale ederek sözümü bitiririm” (S.256) diyor Müftü Râci Efendi.
İşte bu rezaletten tam 141 sene sonra “AB üyesi” Bulgaristan; Stara Zagora (Eski Zağra) ilinde mevcut 868 Türkçe yer adını Bulgarca adlarla değiştirme kararı almış.
Stara Zagora Belediye Meclisinde yer alan tüm siyasi partilerin temsilcilerinin yer aldığı geçici komisyon neredeyse bir yıl Türkçe yer adlarının Bulgarcaya çevirisi üzerinde çalışmış.
Biz ne yapıyoruz?
Biz?
Çok büyük işlerimiz var.
“Aziz-i kavm idik a’da zelil kıldı bizi” felek; diyor Raci Efendi.
Biz işte o feleğin “kelek” yedirdiklerindeniz… 31 Mayıs 2018