BÜTÜN KIBRIS
Hüseyin MÜMTAZ
Her Cumartesi öğlen saatlerinde Meclis Kavşağı/Tarım Bakanlığı önünden “üniformalı”, delikanlı Harbiyelilerin göğüslerindeki sarı kordonları ve bellerindeki meçleri şakırdatarak Kızılay’a doğru inip bütün Ankara’ya dağıldıkları zamanlardı.
Meçler bir gece önceden ince ince parlatılmıştır.
“Atatürk’ün Ankara’ya ilk geldiği günün yıldönümü olan her 27 Aralık’ta bütün Öğrenci Alayı’nın tam mevcut, tam teçhizat, çapraz tutuşla Ankara’nın Aralık soğuğunda Harbiye’den başlayarak; Meclis önü, Tarım Bakanlığı, Kızılay, Sıhhiye, Dil Tarih, Kız Teknik Olgunlaşma, Radyo Evi, Opera, Ulus, Eski Meclis, 19 Mayıs Stadı’ndan geçerek Gar’a kadar uygun adım koştuğu yıllardı.
Günü, günün anlamını bilen ve o sembol koşuyu bekleyerek caddenin iki tarafını dolduran Ankaralıların alkışları arasında…
Kız Teknik önünden geçerken, camlardan sarkarak alkışlayan kızlara yan gözle bile bakılmamaya çalışılırdı ama sanki hiç yorulunmamış gibi omuzlar daha bir dikleşirdi”.
60’lı yıllardı.
Harbiye vardı.
Harbiyeli vardı.
Harbiye yıllarıydı.
Harbiyeli yıllardı.
Kızılay’a çıkılırken ayna karşısında mutlaka üst-baş düzeltilen, büfelerinde gazete satılan yıllardı.
Gökçek İmparatorluğu ve Osmanlıspor yoktu.
Hacettepe, Ankara Demirspor, Gençlerbirliği ve Ankaragücü vardı.
…
İşte o yıllarda Dikmen Sırtları’nın havasını bir süre beraber soluduğumuz; uykusuz gecelerin en ücra gazete köşelerini bile ince eleyip sık dokuyan, hiç üşenmeden cümle yayın yönetmenlerinin ensesinde boza pişiren eski bir dost; son “ÂLEMİN DELİSİ” yazımıza makale ciddiyetinde bir yorum yazarak;
“…Uzun süredir, ki herhalde en azından yirmi yıldır, Kıbrıs konusunda mutlaka yapılmasını düşündüğüm iki diplomasi atağının ne derece doğru olduğu hususu zihnimi kurcalayıp durur:
1. KKTC Meclisi, oturumlarının birinde, ‘Kıbrıs topraklarının tamamı üzerindeki mülkiyet hakkımızın mahfuz olduğunu’ açıklayan bir karar almalıdır.
2. Kıbrıs’taki İngiliz üslerinin geleceği tartışmaya açılmalıdır” dedi.
İlkinden başlayayım.
Önce “romantik demokrat” ile “romantik milliyetçi” arasındaki kalın çizginin farkına varmamız lâzım.
Ecevit evet, “Kıbrıs Fatihi”dir ama “1/3 Fatih”dir.
Hep “hesaplı” gitmiştir. Hâlbuki savaşa evet siyaset karar verir ama savaş başlayınca siyasi kurallar değil, askeri gerekler yürürlüğe girer.
Elimizde Ecevit’in harekât başlamadan Rum tarafına attırdığı beyannameler var.
Daktiloyla yazılmış, teksirle çoğaltılmış.
Özetle; “Kıbrıs Rumları” diyor, “Biz dostuz, hep dostuz. Biz döneceğiz, toprak istemiyoruz. Sen de kardeşin Kıbrıs Türküyle huzur içinde yaşayacaksın.”
Bu düşünceyle ilk harekâtta “askerin eli/kolu bağlanır”, dar bir alanda; Girne-Gönyeli arasında sıkışılıp kalınır.
İkinci harekâtta da adanın üçte biri ile yetinilir. Hâttâ Fazıl Osman Polat tümeni Lârnaka’ya kadar gittiği halde geri çekilir.
Şu sözler Ecevit’e aittir; “Kıbrıs’ın taksimi demek, Yunanistan’ın güneyimize getirilmesi, Ege yetmezmiş gibi, Akdeniz’de de Türkiye’nin önüne bir duvar gibi yerleşmesi demektir.”
Öyleyse “çözüm” çok basittir; Yunanistan’ın, Ege’den sonra güneyimizde de duvar olmaması için “hazır güç sende” iken adanın tamamını alırsın, olur biter.
Rum tarihte ne zaman adaya sahip olmuştur ki, şimdi hak iddia etmektedir?
“Romantik demokrat” Ecevit Kıbrıs harekâtından sonra da Yunanlılara; “Sizi cuntadan kurtarıp demokrasi getirmek için bunu yaptık” dememiş miydi?
“Romantik milliyetçi”ye gelince…
“Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan” lâfzı bazılarına çok ütopik, fazla hayalperest, olmayacak bir şey gibi gelebilir ama “mefkûre”den kaynaklı “millî hedeflere” birkaç nesilde ulaşıldığı zaten görülmemiştir.
Hedefi koyarsın, nesiller o ışıkla/hedefle büyür, sonraki nesle aktarır.
1571’de Kıbrıs, Sarhoş Selim’in şarap gemisine Kıbrıs’ta üslenmiş korsanlar el koydu diye değil; Anadolu’nun güvenliği tehdit altında olduğu için fethedilmiştir.
Yarısı değil, bütünü alınmıştır.
Sonra da “uygun şekilde” iskân edilmiştir.
1571’de Kıbrıs hangi gerekçelerle, endişelerle alınmışsa; 1974’de de aynı gerekçeler, stratejik nedenlerle adaya çıkılmış, ama “yarım” kalmıştır.
Mevcut problemler de bu yüzden 2018’de devam edip durmaktadır.
Kıbrıs’ın tamamını almak, bir yaz gecesi Baf Kalesinde Musa Eroğlu’nun sazını dinlemek ideal olmalıdır.
Rum’da bu ideal vardır; “içimizdekiler”le Magosa’da, Lefkoşa’da ve başka yerlerde, tekrar dönmek, hâkim olmak düşüncesiyle “ikili/çok taraflı” gösteriler, ilişkiler, buluşmalar, konserler yapabilmektedirler de bizde neden yoktur?
Ya Türkiye’den gidip bu çarpık ilişkilere katkı koyan şarkıcı-türkücülere ne demeli?
Tam yeri geldi; konuyla ilgili bir önceki yazımızda; “Filistin-Kıbrıs ilişkisini benden yıllar önce Müslüman Filistinli Yaser Arafat ile Ortodoks Kıbrıs Rum’u Makarios kurmuştu. Arafat; Denktaş varken, tankıyla topuyla Makarios’un yanında yer almıştı, hatırladınız mı?” dedikten sonra, “Vakti zamanında Filistin’de eğitim alan, Rumcu kuzeyli komünistlerin isimlerini sayayım mı?” diye sormuştuk.
Sonradan hatırladık; 70’li yıllarda “BEY FAŞİZMİ’NE SON” sloganıyla yola çıkan “zamanın” CTP’sinin parti kongrelerinde özel davetli FKÖ Temsilcileri neden gövde gösterisi yaparlardı?
Makarios’un baş destekçisi FKÖ Lideri Arafat, CTP’ye neden özel ilgi gösterirdi?
“BEY” ne demekti?
Unuttunuz mu?
Türklerin hâkim olacağı “Bütün bir Kıbrıs”, Kıbrıs Türkü’nün şimdiki ve gelecek nesillerinin ideali olmalıdır da, hali hazırdaki KKTC Meclisi’nin böyle bir karar alacağını zannetmiyorum, hiç düşünmüyorum.
Dokusu, yapısı, tutumu müsait değildir.
Ve “lider” yoktur, DENKTAŞ yoktur.
“Sağlığında neden yapmadı?” demeyin.
OKTY’yi, KTFD’yi, KKTC’yi adım adım kim ilan etmişti?
KKTC’yi; Bülent Ulusu/Özal hükümetleri arasındaki geçiş dönemi boşluğunu değerlendirerek bir gece ansızın ilân ettiğini; gündüz mecburen parmak kaldıran Mehmet Ali Talât’ı gece nasıl ağlattığını ne çabuk unuttunuz?
Daha ötesine ömrü mü vefa etmedi acaba?
Gelelim İngiliz Üsleri meselesine…
İyi de onu Londra ve Zürih 1960 Anlaşmalarını imzalarken düşünecektik. İş işten, köprülerin altından da tam 58 yıl geçmiştir.
Ama yine de yapılacak hiçbir şey yok değildir.
Toplumlararası görüşmeler yapılırken son zamanlarda İngiliz “Anlaşma olursa biraz toprak veririm” demektedir.
“Neyi veriyorsun, kimin malını kime veriyorsun?” diye hiç bir yetkili neden sormadı?
Ve son bir haber;
“Mathew Kidd’in görev süresini doldurmasıyla boşalan İngiltere’nin Kıbrıs’taki Yüksek Komiserliği görevine Stephen Lillie atanmış”.
Ne demek İngiliz Yüksek Komiseri? Kıbrıs’ın tamamında mı hükümrandır İngiltere ve Kıbrıs bir “Crown Colony”-Kraliyet Kolonisi midir ki buraya emirname ile “Yüksek Komiser” atayabilmektedir İngiltere?
Tamam 1960’da yanlış yapılıp “Üsler” imzası atılmıştır ama bu “Yüksek Komiser”i KKTC ilgilileri neden kabul buyurup konuşmaktadırlar?
Bir kere bu Kidd; KKTC’de yaşayan İngilizlerle Girne’de, birçok konunun konuşulduğu ve zaman zaman sert tartışmaların yaşandığı bir toplantıda; “Dünya’nın bu bölgesinde 250 bin nüfuslu bir devlet savunmasız olur. Bir AB ülkesi olsaydı en küçük AB üye ülkesi olurdu. Ekonomisi, AB üyesi olmayan üçüncü bir ülkeye ciddi ölçüde bağlı. İstikrarlı ve güvenli olmayan bir bölgede kendi güvenliğini sağlama olanağı oldukça kısıtlı olur. Bu, hem bu farazi devletin nüfusu hem de etrafındakiler için çok tehlikeli bir durum olur. Dünya olarak biz, tehlikeli bölgelerde daha fazla kırılgan devlet istemiyoruz” dedikten sonra salonda “KKTC vardır!” şeklinde bağıran İngilizlere; “Siz var olduğunu söylüyorsunuz, ben bunu tanımıyorum” şeklinde cevap vermemiş miydi?
Evet doğrudur;
a.”Tanınma” isteyecek bir KKTC;
b.Meclis kararıyla adanın tamamında hak iddia edecek bir KKTC;
c.Üsleri tartışmaya açacak bir KKTC…
Dengeleri değiştirecek, ezber bozacak, kartların yeniden dağıtılmasına yol açacak bir deprem yaratacaktır bölgede.
Osmanlıspor küme düştü, farkında mısınız?18 Mayıs 2018