Hatırlanacağı gibi; İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in geçenlerde Trabzon mitinginde sarf etmiş olduğu “Rahmetli İsmet İnönü’nün ruhuna Fatiha okunur hale getirdiniz milleti. Öyle yasakçı bir zihniyetle yönetiyorsunuz ki utanmasanız teyzelerin kısır ve altın günlerine dinleme memuru gönderecekseniz” şeklindeki sözleri, malum (yandaş) medya tarafından alabildiğine istismar edildi. CHP’nin bu durumu Meral Akşener adına sadece “yol kazası” şeklinde yorumlaması ise adeta CHP’nin, siyasi çıkar için İsmet Paşa’yı gözden çıkarması olarak yorumlandı yine aynı medya tarafından.
Oysa, Cumhurbaşkanı’nın sık sık dile getirdiği üzere; hiç kimse “la yüs’el” değildir. Yani hiç kimse sorumsuz değildir. İsmet Paşa ve dönemi de buna dahildir, tenkit edilebilir, edilmelidir de. Ancak insaf ölçüleri içinde ve objektif bir şekilde. Öyle, tek parti camileri yıktı, yaktı, sattı, ahır yaptı, meyhane yaptı, parti binası yaptı, din adamlarını astı, hapislere attı, ezanı yasakladı diye söze başlarsanız, kusura bakmayın; aklı başında hiç kimse inanmaz size. Öte yandan dönemin şartlarını dikkate almaksızın yapılan tenkitler de gerçekçi olmaz.
İsmet Paşa, Atatürk’ün ölümünden bir gün sonra olmak üzere 11 Kasım 1938 günü Cumhurbaşkanı olmuştur. Hem de bugünkü iktidar partisinin ısrarla, devamı olduklarını söyledikleri Demokrat Parti’nin kurucu lideri Celal Bayar’ın önerisiyle. Çünkü Celal Bayar o tarihte Başbakandır. Yani ülkenin ikinci adamı. Atatürk ile İnönü’nün araları açıktır o tarihlerde.
İsmet Paşa’nın cumhurbaşkanı olduğu zaman, ülke dersim İsyanı gibi bir badireden yeni çıkmıştır, Hatay’ın anavatana bağlanması çalışmaları devam etmektedir ve en önemlisi de İkinci Dünya Savaşı’nın ayak sesleri yakından işitilmektedir. Stalin yönetimindeki Sovyetler Türkiye’den toprak istemektedir. İsmet Paşa ise, 15 yıl önce verilen Milli Mücadele’den perişan bir halde çıkan Türkiye’yi yeni bir savaşa sokmamak için çareler aramakta, kıvranıp durmaktadır. Cumhuriyetin ilanının üzerinden henüz 15 yıl geçmiştir, inkılaplar benimsenmeye/benimsetilmeye çalışılmaktadır. Gerici akımlar ve yerli işbirlikçiler pusudadır. Atatürk gibi deha sahibi bir adam da yoktur artık.
Ülkenin durumu hiç de iç açıcı değildir ve her şeye ihtiyaç vardır. Yoksunluk-yoksulluk diz boyudur. Halk, sıtma başta olmak üzere çeşitli hastalıklarla boğuşmaktadır. Halkta uyuz salgını vardır. Henüz en iyi uyuz ilacı katran, en iyi temizlik maddesi kil veya kül’dür Anadolu kırsalında. Özetle; Cumhuriyet henüz kendisinden emin değildir.
Böyle bir ortamda izlenecek en akılcı politika, sıkı tedbirler almak ve otoriter bir yönetim sergilemektir. 15 Temmuz 2016’dan sonra sergilenen yönetim de aynı değil midir? Ülkemiz iki yıla yakın süredir olağanüstü hal yönetimi ile yönetilmektedir. Dolayısıyla; İsmet Paşa da aynısını yapmıştır. Halka yeni yükümlülükler getirmiş, önceki yükümlülükler ise tavizsiz, hatta jandarma dipçiği eşliğinde uygulamaya devam edilmiştir.
Varlık Vergisi
Konuyu enine boyuna inceleyen gazeteci Ayşe Hür’e göre; (Refik Saydam’ın beklenmedik vefatı üzerine göreve gelen) Saraçoğlu hükümetinin ilk icraatı, beklentileri karşılamayan Milli Korunma Kanunu’nun yerini alacak Varlık Vergisi Kanunu’nu çıkarmak olmuştur. 11 Kasım 1942 tarihinde kabul edilen kanuna göre bazı varlıklı kesimlerden bir defalık olağanüstü servet vergisi alınması öngörülmüştür..
Ayşe Hür, verginin uygulanışını da şu şekilde açıklamaktadır: “Halkın çoğunluğunun, Aka Gündüz’ün aktardığı gibi gaddarane duygularla olmasa bile muhtemelen büyük memnuniyetle karşıladığı kanunun metninde ‘gayrimüslim’, ‘Müslüman’ gibi ayrımlar yoktu ama dönemin İstanbul Defterdarı Faik Ökte’ye göre uygulamada yükümlüler, Maliye Bakanlığı’nın belirlediği dört gruptan birine göre vergilendirildiler: M grubu (Müslümanlar) takdir edilen matrahın (vergiye esas alınan miktarın) yüzde 12.5’ini; G grubu (gayrimüslimler) yüzde 50’sini; D grubu (dönmeler) yüzde 25’ini; E grubu (ecnebiler) yüzde 12.5’ini ödemekle yükümlüydü. Çiftçiler de yüzde 5’ini ödeyeceklerdi.18 Kasım 1942’de vergi listeleri yayımlandığında görüldü ki, Varlık Vergisi’nin yüzde 70’i İstanbul’daki mükelleflere tahakkuk ettirilmişti. Bunların da yüzde 87’si gayrimüslimdi. Gayrimüslimlerin mali güçleri ile uygulanan vergi oranları Müslümanlara uygulananlara göre yüzlerce kez daha ağırdı. Gayrimüslimler arasında da Ermenilerin vergisi en yüksek orandaydı.”(1)
Ağnam Vergisi (Kapcur)
Osmanlı döneminden beri uygulanan ve Fatih Kanunnamesinde üç koyundan bir akçe şeklinde yerini bulan daha sonraki zamanlarda iki koyundan bir akçe şeklinde yükseltilen Ağnam Vergisi (Koyun Vergisi) de(2) Milli Şef döneminde tavizsiz bir şekilde uygulanmıştır.
Üstelik sadece koyunlardan değil, hemen hemen bütün evcil hayvanlar üzerinden alınmıştır. Canlı hayvanlardan alınan bu vergi, Milli Mücadele’nin yürütülmesinde sınırlı sayıdaki mali kaynaktan biri olup, Türkiye Cumhuriyeti’nde planlı dönemin başına kadar uygulanan bir vergi türüdür. Osmanlı İmparatorluğu döneminde de uygulanan dini kaynaklı tarihi bir vergi niteliğinde olan bu vergi, canlı çiftlik hayvanlarından hayvan başına maktu olarak alınan bir vergidir.(3)
Halk arasında “Kapcur” olarak da bilinen ve 1962 yılında yürürlükten kaldırılan ve ilk kabul tarihi 24.04.1920 olan “Ağnam-ı Resmiyye Kanunu”nun konusu, kanunun birinci maddesinde şöyle ifade edilmiştir:
“Türkiye Cumhuriyeti hududu dahilinde bulunan bilûmum davarlar, develer, sığır ve mandalar, at, idiş, kısrak, katır, eşek ve domuzlar bu kanun mucibince vergiye tâbidirler. Bu kanun mucibince mükellefiyet, her sene kayıt müddetinin hululile terettüp eder ve taksit müddetlerinin hitamından sonra hiç bir hayvan hakkında mektum muamelesi tatbik olunamaz. Malî sene girdikten sonra ecnebi memleketlerden Türkiye dahiline ithal edilen hayvanlardan o sene için vergi alınmaz”(4)
Verginin tahakkuk, tarh ve tahsil şekli ise söz konusu kanunun 4. maddesinde şu şekilde açıklanmıştır:
“Vergi hayvan başına alınır. Hayvanların nevi ve adedi her sene hayvan sahiplerinin beyanlarına müsteniden şehir ve kasabalarda mahalle ve köylerde köy ihtiyar meclisleri tarafından kayıt ve tesbit olunur. Hayvanlar beşinci maddede yazılı kayıt müddeti içinde hangi mahalle veya köyde bulunursa o mahalle veya köyde kaydedilir. Geçici hayvanların kaydı, kayıt ve yoklama müddetleri zarfında ilk tesadüf edildikleri mahalde yapılır. Bu hayvanların vergileri taksite tâbi tutmaksızın tahsil veya kat’î teminata raptolunur. Her sene nisan iptidasından on beş gün evvel valiler, kaymakamlar, nahiye müdürleri, köy ihtiyar meclislerine kayıt zamanının yaklaştığını, hayvanların kayıt ve tesbiti için matbu defter ve ilmühaberleri almamış iseler gelip almalarını ve kayıt ve tesbit muamelesini usulü dairesinde ve muntazam surette zamanı geçmeden yapmalarını ve okur yazarları bulunmıyan köy meclislerine civar köylerden okur yazar kimselerin yardımlarını temin zımnında ittihaz edecekleri tedbirleri tahriren ve şifahen bildirmek vazifesile mükelleftir.“(5)
Yol Vergisi
Milli Şef döneminin acımasızca eleştirilmesine sebep olan yükümlülüklerden birisi de halk arasında “Yol Parası” olarak da bilinen Yol Vergisi’dir. Bu vergi de aslında Osmanlı döneminden beri uygulanan bir vergi idi. Ülkedeki yolların ve ulaşım ağının yapılması için getirilen bir yükümlülüktü. Muhafazakar yazarlar, Hicaz Demiryolu’nun çok ucuz yapıldığını ve bunun II. Abdülhamid’in başarısı olduğunu söylerler. Gelin görün ki; bu yolun yapımında vatandaşın ücretsiz emeğinin kullanıldığını genelde görmezden gelirler bu kesinin yazarları.
Dediğimiz gibi bu vergi de, gerek Milli Mücadele yıllarında gerekse sonrasında kat’i biçimde uygulanmıştır. “Tarik Bedeli Nakdisi Hakkında Kanun” adıyla 21 Şubat 1921 tarihinde Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilerek uygulamaya konulan ve para esasına dayanan kanunla 18–60 yaş arasındaki erkekler vergi ile yükümlü kılınmışlardır. Ancak sakatlığını rapor ile ispatlayan fakirler, silah altında bulunanlar, verginin toplanmasında görev alacak imam ve muhtarlar vergiden muaf tutulmuşlardır. Vergi mükelleflerine nakden ödeme ya da yol yapımında bedenen ve ücretsiz çalışma şeklinde ödeme seçenekleri sunulan vergi, gelir seviyesine bakılmaksızın her erkek vatandaştan eşit oranda tahsil edilmiştir. Yükümlülükten kaçanlar valiliğin izniyle jandarma nezareti altında istihdam edileceklerdir (17.Madde). Bu nedenle vergi zamanı gelip de jandarma ile köylere giden tahsildarlar ve vergi toplamada görevli muhtarlar kırsal kesimde korku duyulan, sevilmeyen kişiler haline gelecektir. Bu yükümlülük 1952 yılında kaldırılmıştır.(6)
Toprak Mahsulleri Vergisi
Milli Şef döneminin acımasızca eleştirilmesine sebep olan bir başka vergi türü de Varlık Vergisi’nin kaldırılmasını müteakip 1944 yılında 4553 sayılı kanunla uygulamaya konulan Toprak Mahsulleri Vergisi’dir. Söz konusu vergi, 1925 yılında uygulamadan kaldırılan Aşar’a rahmet okutacak şekilde uygulanmıştır. Aslında zengin toprak sahiplerini hedef alan vergi, uygulamada fakir fukara köylüleri ezen bir şekle dönüşmüştür. Söz konusu vergi, uygulamada o denli huzursuzluk yaratmıştır ki; 1946 yılında kaldırılmak zorunda kalınmıştır.
Varlık Vergisi ile Toprak Mahsulleri Vergisi’nin, İkinci dünya savaşı yıllarında olmak üzere kısa süre uygulanıp kaldırıldığını düşünürsek, bu iki vergiyi, bahse konu savaşın etkilerini en az hasarla savuşturmak ve ülkeyi savaşa sokmamak maksadıyla alınan tedbirlerin zorunlu bir sonucu gibi değerlendirmekte fayda vardır. Ancak uygulama o kadar katı ve ceberrut bir şekilde olmuştur ki; o yıllara ait hikayeler, hâlâ birer darbı mesel gibi anlatılmaktadır Anadolu’da.
Varlık vergisini konu edindiği yazısında Ayşe Hür diyor ki; “Gazetelerde suçlananlar başta Yahudiler olmak üzere gayrimüslim zenginlerdi, ama ‘savaş zenginleri’ yaratan politikaları yüzünden halk Başbakan Refik Saydam’dan da adeta nefret ediyordu. Hava böyleyken Refik Saydam 7 Temmuz 1942 gecesi aniden öldü. 9 Temmuz 1942 günü hükümeti kurmakla görevlendirilen Şükrü Saraçoğlu 5 Ağustos’taki güven oylamasından sonra şöyle dedi: ‘Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal (en az onun kadar) bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız!’”(7)
Toprak Mahsulleri Vergisi’ni konu alan bir haber analizde; “Şahna… Yakın geçmişe kadar köylünün en büyük korkusuydu bu kelime… Şahna gelirse köylü aç kalıyordu ve o Şahna hep geliyordu… Şahna tek partili yani CHP’li yıllarda köylerden vergi toplayan memurlara verilen isimdi…”(8) denildikten sonra yazılı kaynaklardan alıntı ile şunlar aktarılmaktadır:
“Vergiyi tahakkuk ettirmekle görevlendirilen memurlar, ürünün henüz tarlada bulunduğu sırada ve tarla başında tahmin yapıyor. Bu tahmine göre ürünün 10’da 1’i vergi şeklinde tahsil ediliyordu. Vergiye ‘yeşil vergisi’ adını köylüler bu sebeple takmışlardı. Tarla başında görevlendirilen memurlar genelde bu konulardan anlamayan kimselerdi, rastgele görevlendirilmişlerdi, tahminlerinde büyük hataya düşüyorlardı. Tahmine gelen memurların keyfi tutumlarından ve rüşvet taleplerinden de halkın şikayetleri vardı…(9) Tarladaki revaklardan (yığın-küme) kaç timin buğday çıkar? Tahsildar şöyle göz ucuyla bakar, ‘buradan 10 timin çıkar’ der. Şayet 5 timin çıkarsa, köylü 5 timin de başkasından bulup vermek zorunda. Yoksa ‘vergi kaçırmaktan’ suçlanır, hapis yatırılır. Şahna (vergi memuru) gelirdi. Harmanı savurur bekleriz. Şahna gelir mührü vurur. Herkes kendi malını hırsızlık yaparak alırdı. Çoğunu hükümet alır, azını bize verirdi “(10)
…
Şimdi denilecektir ki; bunlar yalandır. İsmet Paşa’yı ve CHP’yi kötülemek ve karalamak için yazılan şeylerdir. Hayır; yalan değil, gerçektir. Zaten söz konusu haberde de “İkinci Dünya Savaşı tüm hızıyla sürüyordu.. Milli Şef yönetimindeki CHP Türkiye’yi derin bir krize sürüklemişti.” denilerek, İsmet Paşa tarafından uygulamaya sokulan söz konusu tedbirlerin, İkinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle alındığı zoraki de olsa, vurgulanmaktadır. Esasen İsmet Paşa da bunu reddetmez. Bursa’da yapmış olduğu bir miting sırasında “Bizi aç bıraktın” diye kendisine bağıran gence “Evet, doğru sizi aç bıraktım ama (ülkeyi savaşa sokmayarak) sizi babasız bırakmadım” demiştir.
Kırk Basamak Merdivenli Şahna
Yukarıda İsmet Paşa’nın koymuş olduğu vergilerden ve bu vergileri, gerekirse jandarma dipçiği destekli olarak ve hapis tehdidi altında ceberrut bir şekilde toplayan vergi memurlarından, yani halk arasında bilinen adıyla Şahnalardan bahsedildi. O yılları da yaşayan rahmetli babam da yukarıdaki haberde Burhan Bozgeyik’ten yapılan alıntıya benzer şeyler anlatırdı hep.
Babama göre de; harmanın savrulması ve çeçin (savurma sonunda samandan ayrılan tane yığını) ambara taşınması bile Şahna’nın iznine bağlıdır. Şahna diğer köyleri ve diğer harmanları dolaşacak ve nihayet sizin harmanınıza gelecektir. O savurma izni verirse ancak savurabileceksiniz harmanınızı. Peki ya rüzgâr esmez de onun verdiği sürede harmanı savuramadıysanız! Gerisi siz düşünün artık! Harmanı savurdunuz, taneyi samandan ayırdınız. Yine Şahna’yı bekleyeceksiniz. Şahna gelsin, tane yığınını (çeç) mühürlesin, ölçsün biçsin, vergi miktarını tespit etsin ki; ancak ondan sonra taneleri ambara yerleştirebilesiniz! Peki Şahna gelinceye kadar yağmur yağar da çeç ıslanırsa! Olsundu; Şahna, yağmurdan ve yağmuru veren Allah’tan daha tehlikeliydi o günlerde! Gerektiğinde köy odasına çeker, eşek sudan gelinceye kadar dövebilir/dödürebilirdi sizi! Şahna ne de olsa devletti!
Yine babam anlatmıştı vaktiyle şu hadiseyi:
Her sene olduğu gibi o gün de Şahna gelmişti, Çankırı’nın Yapraklı ilçesine bağlı olmakla birlikte, coğrafi konum itibarıyla Çorum’un İskilip ilçesi ile Kastamonu’nun Tosya ilçeleri arasında kalan köyümüze. Yol paralarını, daha doğrusu o sene köylülerin yol paralarını ne şekilde, yani nakden mi, yoksa yolda çalışarak mı ödeyeceklerini soruyor ve önündeki deftere yazıyordu. Sıra, geçtiğimiz sene “Bu sene param var, nakden ödeyeceğim yol parasını” diye yazdırdığı halde bir türlü ödemeyen, tabiri caizse kaytaran Badak İsmail lakaplı İsmail Amcaya gelmişti. Şahna ile cüsse olarak Şahna’nın iki katı iriliğinde bir adam olan İsmail Amca arasında şu ilginç diyalog geçti:
Şahna;
-“İsmail Efendi, bu sene yol parasını ne şekilde ödeyeceksin?”
İsmail Efendi;
-“Efendim bu sene param yok, yolda çalışmak istiyorum…”
Şahna;
-“İsmail, geçen sene nakden ödeyeceğim dediğin halde ödememişsin!”
İsmail Efendi;
-“Efendim, hımmm…”
Şahna;
-“Ulan deve kuşu; ‘uç’ diyorum, ‘yok ben yük taşıyacağım’ diyorsun. ‘haydi yük taşı’ diyorum, bu sefer de ‘yok ben uçacağım’ diyorsun. Ulan sen benimle dalga mı geçiyorsun? Bak İsmail Efendi; senin ağzına kırk basamaklı merdivenle çıkarım, İskilip tarafından sı.ar, Tosya tarafına akıtırım!…”
Sirkat Kayası
Halen hayatta olan anam anlatır. İsmet Paşa’nın Cumhurbaşkanı olduğu yıl henüz bir yaşında bir çocuktur. Vergileri acımasız bir şekilde uygulamaya soktuğu yıllarda ise üç-beş yaşındadır. Köyde kıtlık, açlık ve uyuz salgını başlamıştır. Katran ve zift satıcılarının biri gelip gitmektedir köye. Bit ve pire salgınları artık vak’ayı adiyeden sayılmaktadır. İnsanlar koyunlar gibi otlayarak (ot toplayarak) karnını doyurmaktadırlar. Dedem, çocuklarına bakabilmek için Başçoban isimli köye hizmetkâr olarak gitmiş, beraberinde ebemi ve çocukları da götürmüştür. Anam henüz birkaç yaşında çocuk olduğu için ebemin sırtındadır. Yola çıktıklarında ebemin kayınvalidesi olan Kezük Ebe (Kezban Nine) arkadan bağırmaktadır:
-“Çocuklara iyi bakın; kız daha pek küçük, uyuza filan yakalatmayın onu emiii!”
Artık Başçoban köyündedirler. Dedem köyün ağasına hizmetkâr durmuş, ebem ve çocuklar ise köyün sığırını gütmektedirler. Ebem yine ot toplayarak doyurmaktadır sırtındaki küçük kızı, yani anamı. O sırada 8-10 yaşlarında olan Yusuf Dayım, nedense ebemin toplayıp bir avuç un ile karıştırıp pişirdiği ot yemeğini hiç yememektedir. Mesele sonradan anlaşılmıştır; meğer Yusuf Dayım, sürekli köydeki koca karılardan birisinin evine gizlice girip ekmek çalıyormuş. Çaldığı ekmekleri kendisi yiyor, küçük bir kız çocuğu olan anama ve onun ablası Şahinder teyzeme vermiyormuş. Kısa süre sonra 6-7 yaşlarında küçük bir kız çocuğu olan Şahinder teyzem de gurbet elde ölmüştür zaten!
Birkaç sene sonra köye dönmüşlerdir. Hayvan vergisi toplayan İsmet Paşa’nın eli sopalı ve Jandarma dipçiği destekli Şahnası, vergi matrahını tespit amacıyla ve bunun için de köyün davarlarını saymak üzere köye gelmiştir. Anamın amcası olan Fevzi Efendi, birkaç keçiyi olsun vergiden kaçırabilmek için onları bir dolaba sokmuş, küçük bir kız çocuğu olan anamı da yanlarına koyup, keçilere yedirmesi için eteğine bir miktar arpa koyduktan sonra anamı şöyle tembihlemiş:
-“Aman kızım meletme bunları. Meleyecekleri zaman hemen ağızlarına yem ver!”
Bizim köyün kenarlarında kaya kovukları ve küçük çaplı mağaralar vardır. Bunlardan birisine “Sirkat Kayası” denilmektedir. Babamların anlattığına göre; köylüler, Osmanlı’dan beri davarları sayım dışı bıraktırarak Ağnam Vergisi’nden kaçırmak için bu mağaralara saklarlarmış. Arapça “Sirkat” kelimesi, Türkçemizdeki “çalmak” ve “hırsızlık yapmak” anlamına gelmektedir. Yani anlayacağınız, gerek Osmanlı döneminde, gerekse Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan adaletsiz vergi uygulamaları, özellikle de hayvan ve toprak mahsulleri vergileri, insanları kendi mallarını çalmaya kadar götürmüştür. Hani şimdilerde vergiden kaçınmak veya vergi kaçırmak için kayıt dışı ticari işlemler yapılıyor ve gelirler eksik beyan ediliyor ya; aynı şeyler geçmişte de yaşanmıştır bu ülkede.
Hani günümüz iktidarları döneminde bazı bakanların yolsuzluk ve usulsüzlük yaptıkları söylenir ya; aynı şeyleri geçmişte yapan devlet adamları da vardır. Umum tarihçiler der ki; devlet yönetimine rüşveti ve yolsuzluğu bulaştıran kişi, Kanuni Sultan Süleyman’ın damadı ve sadrazamı olan Rüstem Paşa’dır. Ondan sonra devlet yönetiminde rüşvet ve yolsuzluk büyüyerek devam etmiştir. Herhangi bir kaynakta rastlamadım ancak üniversite hocalarımızdan birisi derste anlatmıştı vaktiyle; İsmet Paşa döneminde de devlet adamları çeşitli yolsuzluklar yapmışlardır. Hatta ülkede şeker sıkıntısı çekildiği ve şekerin kara borsaya düştüğü günlerde dönemin başbakanı Refik Saydam’ın (muhtemelen ölümünden sonra) evinde çuvallar dolusu şeker bulunmuştur. Yani dönemin başbakanı bile şeker üzerinden kendisine haksız kazanç sağlamaya çalışmıştır o günlerde…
03.03.2018/Ömer Sağlam
________________
1-Ayşe Hür, “1942 Varlık vergisi kanunu” başlıklı makalesi,
2- bkz. Feridun Emecen, “Ağnam Resmi (Vergisi)” başlıklı yazısı, . Arapça “Ağnam” kelimesi “Koyunlar” anlamında çoğul bir kelimedir. Tekili “Ganem”dir.
3- Ayrıntılı bilgi için bkz. Berrin Şentürk; “Türkiye’de canlı hayvanlardan alınan vergi uygulamalarının sosyoekonomik analizi” başlıklı yazısı, .
4-Berrin Şentürk, agm.
5-Berrin Şentürk, agm.
6- Ayrıntılı bilgi için bkz. Nuray Özdemir, ” Cumhuriyet Döneminde Türkiye’de Yol Vergisi” başlıklı yazısı, ,
7-Ayşe Hür, agm.
8-
9- Bu alıntı için kaynak olarak; Fahir Giritlioğlu’nun “Türk siyasi tarihinde CHP’nin mevkii” isimli kitabı gösterilmiş.
10- Bu alıntı için kaynak olarak; Burhan Bozgeyik’in ” İşte Zulmün Belgesi” isimli kitabı gösterilmiş
Bir yanıt yazın