Sinema tarihinde yağlı boya tekniğiyle yapılan ilk animasyon filmi olma özelliğiyle şimdiden tüm dünyada ses getiren ve yapım ekibinin on yıllık bir süreye yayılan emeklerinin başarısını aldığı ödüllerle perçinleyen Vincent’i Sevmek (Loving Vincent) bu haftadan itibaren sinemalarda gösterime giriyor.
Sahip olduğu resim bilgisini akademik bir ortamda geliştirdikten sonra film endüstrisinde yetkinliklerine animasyon ve grafik tasarımı gibi uzmanlıkları da ekleyen ve 29 yaşında kalp rahatsızlığı geçiren Dorota Kobiela için bir hayata dönüş projesi de olan Loving Vincent tam manasıyla tutku ve aşk ile yapılmış bir film. Başlarda bir kısa film projesi olarak düşünülen fakat Van Gogh hayranlarının daha fazla detay görmek isteyeceklerine ve bunu da hak ettiklerine inanan ekibin resim tutkusuyla film tutkusunu birleştirip bunlardan bir kombinasyon sağlayarak geliştirdiği film nihayetinde Dorota Kobiela ve Hugh Welchman’ın yönetmenliğinde 95 dakikalık uzun metrajlı bir animasyona dönüşmüş. Sonuç olarak iki farklı sanat formunun zarif karışımıyla ve tekniğiyle hayranlık uyandıran bir şaheser ortaya çıkmış.
125 Ressamın Elinden Çıkan Muhteşem Bir Van Gogh Filmi
Film, Hollandalı ressam Vincent Van Gogh’un gizemli ölümü üzerine kurgulanan ilgi çekici hayat hikayesini onun tablolarını bir araya getirerek anlatıyor. Yapım aşamasında 20 farklı ülkeden gelen Van Gogh tarzını benimsemiş 125 ressamın çalıştığı özel bir stüdyoda ünlü ressamın 77 eserinden esinlenerek yağlı boya tekniğiyle yapılan 65.000 kare resmin birleşimiyle ortaya çıkan film Van Gogh’un etkileyici resimleri kadar tutkulu ve talihsiz hayat hikayesi ile de gizemli ölümüne dair düşündüren bir izleme olanağı sağlıyor.
Bu seyir hali, sanki tüm gün Van Gogh müzesinde gezip yorgunluktan bir yerde uyuya kalmış da gün boyunca bilinçaltına yerleşen tablolardaki yerlerin ve karakterlerin rüyada hayat bulması gibi masalsı bir şey: Asnieres’de Sen Nehri üzerindeki köprülerin birinden bir tren geçiyor. Montmartre’de yel değirmenlerinin arkasında kalan tereyağ sarısı bir güneş mandalina renkli bir arsanın üzerinde ağır ağır batıyor. Ekinciler arsalarda hasatla uğraşırken buğday tarlalarında kargalar gökyüzüne doğru uçuyor. Yıldızlı bir gecede mavi bulutlar çalkantılı ve akışkan bir şekilde bir köyün üstünde dönmeye başlıyor. Kırmızı ve yeşil tonlarının ağır bastığı gece kafesinde altın sarısı bir ışık halka halka etrafı aydınlatıyor. Ve bunların hepsi bir fırça darbesinin dokusunu koruyarak görsel olarak canlanıyor.
Bu filmin üretim teknikleri belki de anlattığı hikayeden daha çarpıcı. Animasyon sürecinde sıra dışı bir yol izleyerek gerçek oyuncularla çekim yapan ekip bu çalışmalar için genellikle green screen kullanmış. Nasıl ki Vincent portreleri çizerken önünde gerçek insanlar varsa, ekip de kendi çizimlerinde önlerindeki gerçek insanların canlılıklarını yaratmayı hedeflemiş. Bunun için önce Van Gogh’un tabloları referans alınarak Live-Action çekimler yapılmış. Sonrasında her bir ressam ayrıştırılmış olan kare ya da çekimler üzerinde çalışarak resmin canlanmış ve harekete geçmiş halini Royal Talens’ın Van Gogh için oluşturduğu özel bir boya serisiyle impasto ve renklendirme usulüyle yeniden yorumlanmış.
Gerçeğin Peşinde
Özetlemek gerekirse film; Van Gogh’un hayatının son zamanlarında neler oldu, hayatında anlam veremediği şeyler mi vardı, onun intihara meylinin temelinde yatan şeyler nelerdi ya da gerçekten intihara meyilli miydi gibi sorulara cevap arayan bir olay örgüsüne sahip.
Bu anlamda, ünlü ressamın bugünkü popülerliğinden uzak bir zamanda kardeşine yazdığı mektuplarda değindiği gibi genellikle derin bir ıstırap içinde, yalnızlığa boğulmuş bir hayat, bütün dünyanın gizemini çözmeye çalıştığı kesik bir kulak, kendi kusursuz düzeninde sükunet ve ahenkle inançta ve doğada aranan teselli, alıcı bulunamayan tablolar ve delilik şüphesi altında kalmış bir deha olan Van Gogh’un ölümünden önceki son dönemine odaklanan film için onun başına neler gelmiş olabileceğine dair Douglas Booth’un hayat verdiği Armand Roulin’in rehberliğinde ilerleyen kriminal bir araştırmanın öyküsü diyebiliriz.
Vincent’ın en yakın arkadaşı olan ve tanışıklıkları Vincent’ın Güney Fransa’da yaşadığı dönemlere dayanan yerel posta görevlisi Joseph Roulin’in eline bir mektup geçer. Yakın zamanda kaybettiği dostu Vincent’a ait olan kardeşi Theo’ya yazdığı bu mektubu gitmesi gereken yere ulaştırması için oğlu Armand’ı görevlendirir. Bu görev aynı zamanda Vincent’ın başına neler gelmiş olabileceğinin öğrenilmesi adına uzun bir yolculuğu da başlatır.
Armand Roulin’in kolay gibi görünen bir görevi vardır. Vincent Van Gogh’un ölmeden önce kardeşi Theo’ya yazdığı son mektup elindedir ve bunu kendisine teslim edebilmesi için doğrudan Paris’e gitmesi gerekecektir. Fakat oraya vardığında Vincent’ı hayatta olduğu süre boyunca maddi ve manevi olarak desteklemiş olan Theo’nun da kardeşinin ölümünden altı ay sonra vefat ettiğini öğrenir. Ayrıca Vincent’ın ölüm sebebine dair bazı bilgiler de edinir. Akabinde son haftalarında Vincent ile ilgilenmiş olan Doktor Mazery ile buluşur. Ondan aldığı bilgiler kafasını iyice karıştırır. Van Gogh’un intihar etmediği aksine kendisine sürekli rahatsızlık veren Rene Secretan isimli genç bir çocuk tarafından vurulmuş olabileceğine dikkat çeken doktorun bu şüphesi Armand’ı daha da meraklandırır.
Tüm bunlar üzerine gerçeğin peşinde iz sürebilmek için olayların geçtiği kasabaya gittiğinde Vincent’ın nasıl biri olduğuna dair herkesten farklı şeyler duyar. Anlatılanlara göre Vincent önce kulağını kesmiş sonrasında ise odasında ölü bulunmuştu. Peki, ama tüm bu olanlar nasıl gerçekleşmişti?
Doctor Gachet, Van Gogh’un doktoru olmaktan öte onun için bir yol gösterici gibi görünüyordu. Onun sanatını anlıyor, ona imreniyordu. Fakat Vincent yaşarken onu kıskandığına dair söylentiler de vardı. Ayrıca Vincent’ın kızı Marguerite ile olan ilişkisinden de hoşlanmıyordu. Bu kıskançlık ve hoşnutsuzluğun getirdiği anlık bir gaflet ile Vincent’ı öldürmüş olabilir miydi? İçine kapanık bir kadın olan Marguerite Gachet, Vincent’ı gerçekten mutlu eden nadir insanlardandı. Beraber kayıkla denize açılırken akıllarından kim bilir neler geçmişti? Aralarında ne olduğu daima bir sır olarak mı kalacaktı? Gachet’lerin evinde çalışan Louise Chevalier isimli hizmetçi Vincent’a neden öfke duyuyor ve onu sevmiyordu? Vincent’ın sepetine yılan koyacak kadar cüretkar olan Rene, Vincent’ın katili olabilir miydi? Van Gogh, arkadaşlarıyla sahil kenarında vakit geçirmeyi severdi. Kayıkçı da sık sık muhabbetlerine dahil olur ve onun enteresan kişiliğine şahit olurdu. Acaba Kayıkçı’dan bir şeyler öğrenebilir miydi? Adeline Ravoux’un şahit olduğu şeyler bu belirsizliği çözümlemede yardımcı olabilir miydi? Van Gogh’un yeteneğini anlayan nadir insanlardan biri olan ve Vincent’ın yeterince takdir edilmediğini ve anlaşılmadığını düşünen galerici Pere Tanguy acaba ona işe yarar bir şeyler anlatır mıydı?
Tüm bu sorulara cevap arayan Armand gibi filmi seyrederken ben de kendimi Vincent Van Gogh’un ölümü hakkında tüm bildiklerimi bir kenara bırakıp kendi cevaplarımı ararken buldum. Van Gogh’un sadece sanatını değil, nasıl bir insan olduğunun anlaşılmasına da olanak sağlayan bu eşsiz sinema deneyimi tamamen zihnimi açtı. Film için yaratılan o dünya tam manasıyla gözlerimi kamaştırdı. Bu tüketim zihniyetiyle bu filmi çoğumuz seyrettikten kısa bir süre sonra belki unutacağız. Ya da söylediğim gibi sanatçının ölümüne dair var olan spekülasyonlar üzerine kurgulanan hikaye tatmin edici bir gerçeklik taşımıyor olabilir. Ancak bu benim için gerçekten önemli değil. Bu benzersiz filmin dünyasında, renk ve çizgilerinde kaybolmak ve bu filmi yapanların hayal ettikleri şeyin gerçekleşmiş olmasını görmek benim için başlı başına bir zevkti.
Mehmet Erduğan
info.mehmetsfilms@gmail.com