ATATÜRK’ÜN YILLARI VE YOLLARI
Hüseyin MÜMTAZ
19 Mayıs 1919’da Samsun’dan başlayan yolculuk; 28 Mayıs Havza, 22 Haziran Amasya, 23 Temmuz Erzurum, 4 Eylül Sivas “ara duraklarından” sonra 27 Aralık 1919’da Ankara’da sona erer.
Hepsi 7 aya sığmıştır.
57’inci Alay’ın Çanakkale’de gözünü kırpmadan ölüme gittiği güzergâhta her yıl “kırık buğday çorbası ve sade üzüm hoşafı” tadında yapılan anma yürüyüşü elbette her türlü övgünün üzerindedir.
Peki; 1919’un 100’üncü yılında, yâni 19 Mayıs 2019’da Samsun-Havza-Amasya-Erzurum-Sivas-Ankara “uzun yürüyüşü”, aynı “duraklarda” aynı tarihlere denk getirilerek tekrarlanamaz mı?
Ey üniversiteler, federasyonlar, belediyeler, valilikler… Hani her 19 Mayıs’ta Ankara’ya Samsun’dan bir avuç toprak getirirdik ya, bu sefer yol biraz uzasa da daha anlamlı olmaz mı?
Çünkü Mustafa Kemal ve beraberindekiler o yıllarda yol yoksa bile dağları delip yol açmışlardır.
Samsun’dan Ankara’ya; Sakarya-Afyon-Dumlupınar’dan sonra da İzmir’e öyle varılmıştır.
Mustafa Kemal, Samsun-İzmir arasındaki “ara durak” olan Ankara’ya 27 Aralık 1919’da varır. Seymenler karşılar.
1963’den başlayan Harbiyeli yıllarda; her 27 Aralık’ta işte o günün anısına bütün Öğrenci Alayı tam mevcut, tam teçhizat, çapraz tutuşla Ankara’nın Aralık soğuğunda Harbiye’den başlayarak; Meclis önü, Tarım Bakanlığı, Kızılay, Sıhhiye, Dil Tarih, Kız Teknik Olgunlaşma, Radyo Evi, Opera, Ulus, Eski Meclis, 19 Mayıs Stadı’ndan geçerek Gar’a kadar koşardı.
Günü, günün anlamını bilen ve o sembol koşuyu bekleyerek caddenin iki tarafını dolduran Ankaralıların alkışları arasında…
Kız Teknik önünden geçerken, camlardan sarkarak alkışlayan kızlara yan gözle bile bakılmamaya çalışılırdı ama sanki hiç yorulunmamış gibi omuzlar daha bir dikleşirdi.
Son yıllarda “trafik engelleniyor” gerekçesiyle bu yürüyüş kaldırılmış, sadece Anıtkabir çevresinde karma bir “Garnizon Koşusu” düzenleniyormuş.
Neyse…Lâfı başka yere bağlayacaktık, bakın nerelere geldi…
Duyduk ki memleketin dört bir yanından çeşitli branşlardaki çeşitli liselerden mezun 20 yaşında gençler sınav ve mülakattan sonra 6 aylık eğitime alınıp “subay” naspedileceklermiş.
Eskiden vatan görevi mecburî iken “acemi” eğitimi erler için 4 ay idi. Çavuş Talimgâhlarında ise eğitim süresi ayrıca 3 ay idi.
Bu elektronik çağda, çeşitli bilgisayar teknikleriyle 4 yıllık eğitim elbet 6 aya indirilebilir. Hem umarız bu deneme, sıkıntısı çekilen diğer meslek erbabının yetiştirilmesinde de örnek teşkil eder; 6 ayda mühendis, 5 ayda eczacı, 1 yılda doktor mezun edilebilinir. Ecevit zamanında “mektupla öğretmen” olunmamış mıydı?
Az bir süre kaldı, zannediyorum 4 yılı 6 aya sığdıracak müfredatı hazırlamakta olan çok değerli bilim adamı/uzmanlar sıkıntılı bir telaş içindedirler, işleri hiç kolay değil…
Onlara yardımcı olmak maksadıyla ufak bir önerim olacak, her günün ilk ders saatinin ilk on dakikası için…
Her gün tekrarında büyük fayda görüyorum; hatta her “sabah içtiması”nda ve “akşam tâdâtı”nda ve de yat borusundan önce hoparlörlerden okunması halinde bir anlamda şok tedavi etkisi yaratacağına, 6 aylık süreye büyük katkısı olacağına inanıyorum.
Atatürk’ün; 31 Temmuz 1920 günü, Afyonkarahisar Kolordu Dairesinde subaylara hitaben yaptığı şu konuşmadan bahsediyorum;
“Efendiler!
Eski silâh arkadaşlarımla böyle yakından ve samimî temasta bulunmaktan büyük zevk-i vicdanî hissediyorum. Sizinle oturup uzun hasbihal etmek isterdim. Fakat çoksunuz; müsait yer de yoktur. Bu sebeple hissiyatımı birkaç cümle ile mülâhaza etmekle iktifa edeceğim.
Arkadaşlar! İngilizler ve yardımcıları milletimizin istiklâlini imhaya karar vermişlerdir. Milletler istiklâllerini hiç kimsenin lutf u atıfetine medyun değildir. Hiç kimse kimseye, hiçbir millet diğer millete hürriyet ve istiklâl vermez. Milletlerde tabiaten ve fıtraten mevcut olan bu hak milletlerce kuvvetle, mücadele ile mahfuz bulundurulur. Kuvveti olmayan binaenaleyh mücadele edemeyen bir millet mahkûm ve esir vaziyettedir. Böyle bir milletin istiklâli gasp olunur.
Dünyada hayat için, insanca yaşamak için istiklâl lâzımdır. İstiklâl sahibi olmak için haiz-i kuvvet olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek icabeder.
Kuvvet ordudur. Ordunun menba-ı hayatı ve saadeti, istiklâli takdir eden milletin, kuvvetin lüzumuna olan iman-ı vicdanîsidir.
İngilizler, milletimizi istiklâlden mahrum etmek için pek tabiî olarak evvelâ onu ordudan mahrum etmek çarelerine tevessül ettiler. Mütareke şeraitinin tatbikatı ile silâhlarımızı, cephanelerimizi, bilcümle vesait-i müdafaamızı elimizden almağa çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve zabitlerimize tecavüz ve taarruza başladılar. Askerlik izzetinefsini ifnaya gayret ettiler. Ordumuzu kamilen lağvederek milleti muhafaza-i istiklâli için muhtaç olduğu nokta-i istinattan mahrum etmeğe teşebbüs ettiler. Bir taraftan da müdafaasız, ordusuz bıraktıklarını zannettikleri milletin de izzetinefsine, her türlü hukuk ve mukaddesatına taarruzla milleti zillete, inkıyada alıştırmak plânını takip ettiler ve ediyorlar.
Herhalde ordu, düşmanlarımızın birinci hedef-i taarruzu oldu. Orduyu imha etmek için mutlaka zabitini mahvetmek, zelil etmek lâzımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta mevani ve müşkülât kalmaz.
Bu hakikat karşısında ve içinde bulunduğumuz vaziyete göre zabitan heyetimize teveccüh eden vazifenin mahiyeti, ehemmiyeti ve kıymeti kendiliğinden meydana çıkar.
Milletimiz hür ve müstakil yaşamak lüzumuna tam bir iman ile kani olmuş ve buna azm-i katî ile karar vermiştir. Zaman zaman şurada burada şayan-ı teessür seciyesizliklerin meşhut olması hiçbir vakit milletimizin kanaat-ı umumiyesine, iman-ı hakikiyesine sekte-i îrâs etmemiştir ve edemeyecektir.
Binaenaleyh kuvvetin, ordunun vücudu için lâzım olduğunu söylediğim menba -ki milletin iman-ı vicdanîsidir- mevcuttur. Ordu ise arkadaşlar ancak zabitan heyeti sayesinde vücutpezir olur. Malûm bir hakikat-i askeriye hakikat-i felsefiyedir ‘ordunun ruhu zabitandadır’. O halde zabitanımız düşmanlarımız tarafından yıkılmak istenilen ordumuzu tamir ve ihya edecek ve ordu ve milletimizin istiklâlini muhafaza edecektir.
Millet, istiklâlinin mahfuziyetinden ibaret olan gaye-i hayatiyesinin teminini ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden zabitandan bekler, işte zabitanın âli olan vazifesi budur.
Allah göstermesin milletin istiklâli ihlâl edilirse bunun vebali zabitana ait olacaktır. Zabitan izah ettiğim âli, mukaddes ve umum nokta-i nazardan uhtelerine terettüp eden vazife itibariyle, bütün mevcudiyetleriyle ve bütün dikkat ve ferasetleriyle giriştiğimiz istiklâl mücahedesinde birinci derecede faal ve fedakâr olmak mecburiyetindedirler. Hayat-ı şahsiye ve hususiyeleri itibariyle de zabitler fedakâran sınıflarının en önünde bulunmak mecburiyetindedirler. Çünkü düşmanlarımız herkesten evvel onları öldürürler. Onları tezlil ve tahkir ederler. Hayatında bir an olsa bile zabitlik etmiş, zabitlik izzetinefsini, şerefini duymuş, ölümü istihkar etmiş bir insan hayatta iken düşmanın tasmim ve reva gördüğü bu muamelelere katlanamaz. Onun yaşamak için bir çaresi vardır: şerefini masun bulundurmak! Halbuki düşmanlarımızın da kastettiği o şerefi payimal etmektir.
Binaenaleyh zabit için ‘ya istiklâl, ya ölüm’ vardır. Fakat arkadaşlar ölmeyeceğiz, istiklâlimizi muhafaza ederek yaşayacağız ve milletimizi daima müstakil görmekle bahtiyar olacağız!”
(NOT; Alıntıyı yaptığımız yukarıdaki ‘link’, “TC Başbakanlık, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi”ne aittir.) 11 Ocak 2018
bayhmumtaz@hotmail.com
Bir yanıt yazın