Ünlü tarihçimiz Ord.Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı diyor ki:
“Osmanlı hükümdarları içinde Mekke ve Medine’ye ilk defa Sürre (para kesesi/para çıkını) denilen iane gönderen Yıldırım Bayezid ile oğlu Çelebi Sultan Mehmed’tir. Bundan sonra oğlu İkinci Murad, her yıl Mekke, Medine, Kudüs ve Halil ül rahman’a üç bin beşyüz filoriden (altın lira) mürekkep sürre yollardı. 855.H., 1451 M. senesinde gönderilen sürre miktarı sekizyüz bir kese imiş. Yine aynı hükümdar Ankara’nın Balık Hisarı mıntıkasındaki köylerin hasılatını Mekke’ye vakfettiği gibi, tertip ettirdiği 850 H. Recep ve 1446 M. Eylül sonu tarihli vasiyetnamesinde Mekke ve Medine fıkarasından her birine üçer bin beşer yüz filori tahsis etmişti. Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul fethini müteakip göndermiş olduğu sürreden başka diğer senelerde ne kadar sürre gönderdiğini bilmiyoruz; oğlu İkinci Bayezid’in sürresi yarısı Mekke, yarısı Medine halkına mahsus olmak üzere on dört bin duka altını (Venedik altın akçesi) idi ve her sene kurban bayramında bu sürre Mekke’ye gönderilmiş olurdu.
Yavuz Sultan Selim, babasının sürresini iki misline çıkarmıştı. Bundan başka Yavuz, Mısır’ı aldıktan sonra şeriflere beşer yüz duka yollamış ve ayrıca meşayihe altışar sikke ve Medine âyanına üçer duka ve Mekke’nin dışına çıkarılıp birer birer sayılan fakirlerden her birine de birer duka verdirtmişti. Mecmuu (toplamı) iki yüz bin duka altın olan bu para ile ayrıca yollanan zahire 923 H. 1517 M. de ilk Sürre emini tayin olunan Emîr Muslihuddin ve Mısır’dan gönderilen iki kadı ile Mekke’ye yollanarak her iki şehir halkına dağıtılmıştı. Bundan sonra her sene Osmanlıların sürre yollamaları âdet oldu ve Haremeyn yani Mekke ve Medine ahalisi bu sürreye Sadakat-ı Rumiye adını vermişlerdi…”(1)
Yukarıdaki bilgilerden dikkatimizi çeken, Osmanlı’nın, Hicaz’a olan ilgisinin ve yardım göndermeye başlamasının, bu bölgenin Osmanlı’ya bağlanmasından yaklaşık bir asır öncesine kadar gidiyor olmasıdır. Hicaz 1517’den sonra Osmanlı idaresine geçtiğine ve Yıldırım Bayezit’in iktidarı 1402’de sona erdiğine göre, ortaya böyle bir sonuç çıkmaktadır.
Falih Rıfkı Atay, Birinci Cihan Harbi sırasında yedek subay olarak görevli olduğu Suriye Filistin cephesindeki anılarını anlatırken derk ki; “Arabistan ve Irak çöllerinde yarı bağımsız şeyhlikler ve emirlikler olduğunu bilirsiniz. Bunlar, oturulan toprakla deniz arasındaki boşlukta hüküm süren devlet taslaklarıdır. Şeyh ve emirlere denizden İngiliz altını ve karadan Osmanlı altını gider…”(2)
Cemal Kutay ise şöyle der bu konuda: “Mısır, bütün Arap Yarım Adasını bir anda aleyhimize ayağa kaldıracak İngiliz tahriklerinin merkezi olmuştu. Su gibi İngiliz altını akıyordu…”(3)
Gördüğünüz gibi, Anadolu köylüsü, çoğu kere açlıktan kırılırken, kıçı donsuz, ayağı çarıksız bir şekilde, o günkü siyasilerin dünyalık hırsları uğruna, o cepheden bu cepheye savrulurken, devlet nelerle meşgul olmuş. Size bir şey diyeyim mi? Ortadoğu’daki Arap topraklarının elimizden çıkmasının en mühim sebeplerinden birisi de İngiliz altınının Osmanlı altınına galebe çalmasıdır. Yani hazinede Araplara gönderecek altın kalmamasıdır!
Evet, Osmanlı, Türk’ün sancağını üç kıtada dalgalandırarak Türklüğün ve İslam’ın şanını pek yüceltmiştir. Ancak Osmanlı, aynı zamanda neredeyse Türk’ün soyunu da kurutma noktasına getirmiştir. Cumhuriyet ise 13.7 milyon olan Anadolu Türk’ünün sayısını, bugün itibarıyla 80 milyona çıkarmıştır. Bu bile, birilerinin yıkmaya azmetmiş gözüktüğü laik cumhuriyetin bir başarısı olarak kabul edilmelidir.
Arapların 600 yılı aşkın süredir devam eden Türkiye sömürüsü, siyasi iktidarların tercihlerine bağlı olarak halen devam etmektedir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile birlikte bu sömürü nispeten kesilmiş ise de son yıllarda yine başladığı görülmektedir. 3.5 milyon Suriyeli Arap’ın yıllardır bakılmasına ve iddiaya göre 2 milyon Suriyelinin daha gelecek olması(4) sanırım bu sömürünün boyutunu gözler önüne sermeye yetecektir.
9 vatandaşımızın ölümü pahasına Gazze Araplarına Mavi Marmara isimli gemiyle yardım gönderilmesi bir yana, geçtiğimiz sene Türkiye’nin Katar’a karşılıksız yiyecek ve ihtiyaç maddesi yardımı yapmasını hâlâ anlayabilmiş değilim ben. Zira Türkiye’nin alayıvala ile kargo uçaklarıyla ve gemilerle Katar’a yardım yapmasının(5) üzerinden sadece 6 ay geçtikten sonra Katar, ABD’den 1.1 milyar dolarlık silah alımı yapmıştır(6). 2014 yılında ise aynı ülkeden tam 11 milyar dolarlık silah alımı yapmıştır Katar(7). Peki böyle bir ülkeye neden karşılıksız yardım yapıyoruz biz? Sadece “Veren el alan elden üstündür” hadisi yeter mi bu soruyu açıklamak için? Ya da “Bütün müminler kardeştir” ayeti? Peki petrol ve doğalgaz zengini olan Arap ülkeleri, neden bize daha ucuza petrol ve doğalgaz vermezler ki? Peki biz bu Arapların mümin kardeşleri değil miyiz?
11.01.2018/Ömer Sağlam
___________________
1- bkz. Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Mekke-i Mükerreme Emirleri, 2. Baskı, TTK Yayını, Ankara, 2013, s, 13-14. (Parantezler tarafımızca konulmuştur. ö.s)
2- Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, Pozitif Yayınları, İstanbul, 2012, s,103.
3- Cemal Kutay, Birinci Dünya Harbinde Teşkilat-ı Mahsusa ve Hayber’de Türk Cengi, Tarih Yayınları Müessesesi, İstanbul, 1962, s. 137.
4-http://www.sozcu.com.tr/2015/gundem/turkiyeye-2-milyon-suriyeli-daha-geliyor-950739/
5- & & ,
6-https://www.ntv.com.tr/dunya/abdden-katara-1-1-milyar-dolarlik-askeri-satis,Wu53l2wJ9U6bGYkvHMtRfg,
7-https://tr.sputniknews.com/turkish.ruvr.ru/news/2014_07_15/ABDden-Katara-11-milyar-dolarlik-silah-satishi/
Bir yanıt yazın