Türkiye’nin önemli tarihçilerinden Ord. Prof. Enver Ziya Karal adına kurulan Tarih Uygulama ve Araştırma Merkezi, 1 Aralık 2017 tarihinde Başkent Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ali Haberal, Başkent Üniversitesi Kurucusu ve Yönetim Üst Kurulu Başkanı Prof. Dr. Mehmet Haberal, Haifa Üniversitesi Tarih Bölümü Emekli Öğretim Prof. Dr. David Kushner, Anayasa Mahkemesi Eski Başkanı Yekta Güngör Özden, Emekli Büyükelçi Dr. Bilal Şimşir ve Ankara Üniversitesi SBF Birinci sınıfta okurken yurtta oda arkadaşım olan Galatasaray Üniversitesi Emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın katılımıyla açılmıştır.
Enver Ziya Karal 1906 yılında Kosova’nın Osmaniye kasabasında doğmuş, Balkan savaşında babası, amcası, dayısı şehit edilmiş, annesi koleradan ölmüştür. Karal, ağabeyi tarafından 1916 yılında İzmir’in Alaçatı kasabasında yetimler için açılan Darüleytam’a kaydedilmiş, daha sonra Bursa’ya gönderilmiş, İstanbul’daki Ortaköy Darüleytam’nı 1922 yılında bitirmiş, Edirne Sultanisi’nden 1928 yılında mezun olmuştur. Ekim 1928’de devlet bursuyla Fransa’ya gönderilmiş, yüksek öğrenimini ve doktorasını Lyon Üniversitesi’nde tamamlamıştır. 1933 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde tarih doçenti olarak göreve başlamış, 1942’de profesör olarak geldiği Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih, Coğrafya Fakültesi’nde Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü’nü kurmuştur.
1960 yılında ordinaryüs profesörlüğe yükseltilmiş, ABD’nin çeşitli üniversitelerinde ve İngiltere’de Manchester Üniversitesi’nde konuk profesör olarak Yakınçağ Osmanlı Tarihi dersleri vermiştir. 1953 yılında eşi tarih öğretmeni Fatma Karal ile birlikte devlet tarafından Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evi müze haline getirmekle görevlendirilmiştir. 1960-1961 yıllarında Kurucu Meclis üyeliği, 1961 Anayasasını hazırlayan komisyonun başkanlığı ile Türk Eğitim Derneği Başkanlığı yapmıştır. UNESCO Milli Komisyonu, Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu üyeliklerinde bulunan Karal, 1972’den 1982 yılındaki vefatına kadar Türk Tarih Kurumu Başkanlığı’nı yürütmüştür. Beş ciltlik Yakınçağ Osmanlı Tarihi başta olmak üzere Atatürk, Türk Devrim Tarihi, Osmanlı Tarihi üzerine çok sayıda eseri vardır.
Başkent Üniversitesi Tarih Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin kurucusu, Karal’ın kızı Prof. Dr. Seçil Karal Akgün açılış konuşmasında, Merkez’in Atatürkçülüğün bir kalesi olan Başkent Üniversitesinde açılmasını sağlayan Prof. Dr. Mehmet Haberal ve Rektör Prof. Dr. Ali Haberal’a teşekkür etmiştir. Daha sonra Prof. Dr. David Kushner, Anayasa Mahkemesi Eski Başkanı Yekta Güngör Özden, Emekli Büyükelçi Dr. Bilal Şimşir birer konuşma yapmışlardır. Özden yaptığı konuşmada tarihin önemine değinerek şu önemli tespitte bulunmuştur: “Tarih, en büyük, en görkemli, en yansız yargıdır. Tarihçi, tarihin kuyumcusudur. Tarihi kılıcıyla yaratandan sonra kalemiyle yazandır, yaşatandır.”
Prof. Akgün babasının Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evi müze yapmakla görevlendirildiğinde annesi Fatma Karal ile evin son düzenlemelerini yaparken girişe konulacak Atatürk büstünü kucağında arabadan indiren Selanik’li işçinin aralarındaki benzerliği fark edip “Baban mı?” dediğini, babasının “Evet, babam!” dediğini belirterek konuşmasına şöyle devam etmiştir: “Bunu en içinden duyarak söylediğine hiç kuşkum yok. Babam Atatürk’le hiç karşılaşmamış, onu görmemiş bile. Ama, tarihe sarılıp onun düşünsel dünyasına girmiş, düşüncelerini çok iyi anlamış. Babasız yetiştiğinden Atatürk’ü babası yapmış. Yaşamını da onun gösterdiği yolda bilime adamıştı. Ailemin dileği bu merkezde babamın öğrenciyken boğazından arttırarak almaya başladığı kitaplarının, çok çeşitli görevlerinden belgelerinin ışığında bilime katkılı çalışmalar yapılmasıdır.
6 yaşından sonra Alaçatı’daki yetimhanede yetişmesi babama ayakları üstünde durmayı öğretmiş, özgüvenini ve yaşamının çeşitli değerlerini kazandırmış. İlk yaşam dersi de Kosova’dan göçerken paketleyip yanına almak istediği çok sevdiği kırmızı kadife kıyafetini yere atan babaannemin onun yerine koltuğuna bir somun ekmek sıkıştırması olmuş. Böylece gerçekçiliği öğrenmiş. Kız kardeşinin öldüğünü bile anlayamayacak kadar küçükmüş.
Yolda sabahladıkları bir evin sahibi babama iki dilim ekmek verip te o kardeşinin uyduğunu söylediğinde küçük kızın yanına giden kadın ‘aaa bu ölmüş, hadi sen git çocuğum’ deyip babamı göç kafilesine itivermiş. Böylece, annesi, babası, palayla kesilen dayısının ölümlerine tanık olduktan sonra kardeşinin de öldüğünü öğrenip yoluna tek başına devam etmek zorunda kalarak acılara yenilmemeyi öğrenmiş. Yüzlerce göçmen çocukla birlikte devletin kendisine sahip çıkması, ona Türkiye Cumhuriyetine güvenmeyi öğretmiş.”
Babasının sevgi dolu olduğunu, kimseye, doğduğu toprakları alanlara bile düşmanlık beslemediğini, ulusu, dini ne olursa olsun insanları, doğayı, çiçekleri, köpekleri, kedileri, kuşları sevdiğini, sevmediği tek şeyin gericik ve yobazlık olduğunu anlatmıştır.
Konuşmasına şöyle devam etmiştir: “Yol gösterecek, onu yönlendirecek kimsesi olmadığından babam okuluna, kitaplarına sığınmış, kendini geliştirirken de Atatürk’e sarılarak gerçek dostun bilim olduğunu öğrenmiş, özgür düşünebilmenin önemini, böylece de laikliğin değerini kavrayıp bunları tüm yaşamına yansıtmış. Bağımsız yetişerek kazandığı bu değerlerin önemini anladıkça onları gençlere öğretmeye çalışmıştı. Ama bunları öğretirken yansız değildi. Taraftı, Atatürkçüydü, Laikti.
Bu nitelikleri babamın yetişkin yaşamının ekseniydi. Gericilikle hep savaş halindeydi. Ama bunu incitmeden, sadece akılı, doğruyu göstermeye çalışarak yapardı. Çocukluğumuzda kardeşimin veya benim başımız, dişimiz ağrıdığında bize dualar okuyarak acımızı dindirmeye çalışan anneanneme ‘Anne be, çocukların başı ağrıdığında dua okuyorsun da niye kendi başın ağrıdığında aspirin içiyorsun?’ diye sorardı. Teknolojinin gelişmelerinden zevkle yararlanan bu yaşlı kadına sık sık takılır, örneğin o ,mutfaklara yeni giren düdüklü tencerenin rahatlığından söz ettikçe babam ‘Anne, bunu icat eden gavur. Pekiyi o cehenneme mi gidecek?’ sorusuyla bizi düşünmeye yönlendirirdi.”
Enver Ziya Karal’ın Türkiye’yi kısa zamanda ileri uygarlığa taşıyan Atatürk ilkelerine her koşulda bağlı kalıp bunları ödünsüz yansıtmaktan geri kalmadığına vurgu yapan Akgün, babasının Papa ile karşılaştığı bir anıyı da paylaşmıştır:
“Bence bunun belki de en güzel bir örneği Merkezi gezerken görebileceğiniz Papa ile olan fotoğrafında yansımakta: 1955 yılında Roma’da toplanan Uluslararası Tarih Kongresi’ne Türk tarihçilerini temsilen katıldığında Kongre’ye gelen dünya üniversitelerinin temsilcileri Papa tarafından konuk edilmişler. San Pietro meydanındaki ünlü Vatikan Sarayı’nın kabul salonun bir ucunda oturan Papa’nın yanına tören protokolü gereği, her ülkenin temsilcisi gidiyor, önündeki kısa tabureye dizini koyup elini öpüyormuş. Ülkeler alfabetik sıraya göre tanıtıldıklarından babamın düşünecek epeyi vakti olmuş.
Kendinden önce herkes aynı ritüeli tekrarlarken kendi sözleriyle ter içinde kalan babam, kararını vermiş, kendi kendine ‘Ben laik, demokrat Türkiye Cumhuriyeti’nin bilim adamıyım, Papanın elini nasıl öperim?’ diye tartışarak salon boyunca yürümüş. Tabure faslını da atlayarak Papa’nın elini öpmeyip sıkıvermiş. O an Papa ve arkasındaki kardinallerin yüz ifadelerindeki şaşkınlığın ve babamın yüzünde doğru olanı yapmış olmanın verdiği rahatlığın yansıdığı fotoğrafı, onun laiklik anlayışından ve bağımsız Türkiye’nin profesörü olmanın kıvancından hiçbir koşulda sapmadığının göstergesi olarak bana kalan en değerli armağanlardandır.”
Prof. Akgün, babasının yaşamı boyunca Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyetini emanet ettiği genç olduğunu, bu emanete layıkıyla sahip çıkabilmek için cumhuriyetin tarihini yazdığını, yurt içinde ve dışında tanıtmaya, öğretmeye çalıştığını söylemiştir. Türkiye’de belgeli, araştırmacı tarihçiliğin de öncülerinden olduğunu belirterek özgün araştırmalarının, Türk tarihini incelemek ve aydınlatmak isteyen Türk ve yabancı bilim insanlarına önemli bir rehber olduğunu açıklamıştır.
Ankara Üniversitesi Rektörü iken Vehbi Koç’un cami yaptırmak istediğini söyleyince babasının, “Beyefendi, öyle bir cami yapın ki sade Cuma günleri değil, her gün, her saat cemaati olsun. İçinde aydınlık kafalar barınsın ve her gün size duacı olsun” diyerek bir öğrenci yurdu yapmasını önerdiğini söylemiştir. Türk devriminden verilen ödünlerin çoğalmaya başladığı o sıralar, bir çok kimse Ankara’ya görkemli bir cami yapılmasını yeğlerken Vehbi Koç’un bu öneriyi derhal benimsediğini ve böylece Türkiye’nin ilk özel öğrenci yurdu olan Ankara’daki Koç Yurdu yapıldığını özellikle vurgulamıştır.
Prof. Akgün babasının düşünürken en üzüldüğü noktanın, ömrünü adadığı Atatürk’ün en güçlü eserlerinden olan ve bağımsız bilim kurumu olması için mal varlığını bıraktığı Tarih Kurumu’nun O’nun vasiyeti göz ardı edilerek bambaşka şekle döndürülmesiyle yaşadığı acı olduğunu şöyle ifade etmiştir: “12 Eylül yönetimi bu kurumları Başbakanlığa bağlamayı kararlaştırınca bilimi kendi eliyle siyasallaşmaya teslim etmemek için Kurum’un başkanlığından ayrılmaya karar verdi. Bize ‘Yarın gidip odamı boşaltayım’ dediği Pazar günü gecesi, harplere, yoksulluğa, yoksunluğa dayanan yüreği, Atatürk’ün özgün özgür bilim anlayışının karartılmasına dayanamadı. Kalp krizi geçirerek öldü.”
Tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı da, Enver Ziya Karal ve Halil İnalcık’ın yolundan giderek Türk gençlerinin tarihi sevmesinde ve öğrenmesinde önemli katkılarda bulunmuştur.
Bir yanıt yazın