ESTAĞFURULLAH!
Hüseyin MÜMTAZ
Siz şaşırıyor musunuz Trump’ın yaptıklarına?
Gelişi, gidişi ayrı dert, oturuşu, kalkışı, duruşu ayrı.
Yürüyüşü, konuşması, alkışlaması, saçı, tavırları, kızları İvanka, Tiffany; eş(ler)i İvania, Marla, İvana ve damadı.
Babası, dedesi, aile şeceresi…
Ben hiç şaşırmıyorum.
Truman zamanında doğduğuma göre 13 Başkan eskitmişim, ama böylesini görmemiştim.
“Madem Amerikan Başkanıyım” diyor, “Dünyaya nizam veririm” diyor, “Madem başkanım, dünyada gündemi ben belirlerim, herkes de beni konuşur” diyor. Herkese, her fırsatta, her tarafa ayar veriyor.
Her hafta değil, her gün değil, her saat konuşuyor; ilgili ilgisiz her konuda konuşuyor.
Her çorbaya maydanoz.
Seçildiği günden beri dedikodular bitmiyor, imzaladığı her yasa olay oluyor, kendi atadıklarını bile bir süre sonra rahatlıkla görevden alıyor.
Burnunu her yere sokuyor, Kuzey Kore ile nükleer savaşın eşiğine geliyor; terör örgütleriyle işbirliği yapıp Irak’a, Suriye’ye yerleşiyor. Katar’a karışıyor, Yemen’e karışıyor.
Ve nihayet içeride çok sıkıştığı için el bombasının pimini çekip Kudüs’e bırakıyor, Yahudi lobisine yaslanıyor.
1984 yılından bu yana Müslümanların mukaddes mekânı Kabe’de imamlık görevini ve Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi İşleri Genel Başkanlığını yapan Abdurrahman es-Sudeysi, New York’ta katıldığı bir konferans sonrası Suudi Arabistan kanalına yaptığı açıklamada Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdülaziz ve ABD Başkanı Donald Trump’a dua ediyor.
Sudeysi, Suudi Arabistan ve ABD’nin dünyadaki güvenlik ve istikrarın merkezi olmasına öncelik ettiğini savunarak, “Bugün Suudi Arabistan ve ABD, dünyanın iki kutbudur. Allah’a hamdolsun dünyaya birlikte liderlik ediyorlar” deyip Kral Selman ve ABD Başkanı Trump için; “Allah’tan başarılı olmalarını” diliyorum” diye dua ediyor.
Trump, Salman ve Sisi Arabistan’da ışıklandırılmış yer küreye el basıp dünyaya düzen veriyorlar.
Katar’a ambargo, Yemen’e savaş, Suudi prenslere hapis ve idam, Kudüs’e ise başşehir madalyası.
Suudi Arabistan’da Kral artık “brüt” olarak Selman bin Abdülaziz ama “net” olarak prens Muhammed bin Selman.
Senaryo Amerika’da yazılıyor, rejisör koltuğunda Netanyahu var, sahneye koyan ise ABD Başkanı’nın Yahudi damadı Kushner.
Damat Kushner, yaşıtı Muhammed Bin Selman ile öylesine sıkı fıkı ki, Riyad’la, ABD Dışişleri Bakanlığı bilgisi dışında “mekik diplomasisi” bile yapıyor.
Ve kimin, nereye kadar kontrolünde olduğu şüpheli; kimliği, dini, dili, mezhebi, bayrağı farklı yüzlerce “örgüt”.
Ortadoğuda resmen herkesin eli bir başkasının cebinde…
Amerika Riyad’ın yanında İran’a cephe alıyor ama karşılığında Riyad’dan da Kudüs çıkışına ses etmemelerini istiyor.
Suudiler çok sıkışık… Kushner’e, Trump’a, Yahudi lobisine ve son tahlilde “yolsuzlukla suçlanan” Netanyahu’ya “muhtaç”. Terörist, işgalci İsrail Devleti’nin başbakanı Netanyahu’ya…
Zor bir yıl geçirdiler Suriye ve Irak’ta kaybettiler. İhvancı Katar’a abluka girişimleri ters tepti. Lübnan Başbakanı’nı istifa ettirme hamleleri Beyrut’tan döndü. Nihayet Mart 2015’ten beri enkaza çevirdikleri Yemen’de de Husilere takıldılar.
El Arabi el Cadeed gazetesi, Suudi Arabistan hükümetinin; ülkede bulunan TV, radyo ve gazete yöneticilerine Trump’ın Kudüs kararı hakkında çok fazla yayın yapmamaları konusunda uyarıda bulunduğunu ve televizyon kanallarına Trump’ın kararına ilişkin haberlere, haber programlarında çok fazla yer vermemesine ilişkin bildiri öne sürüyor.
Trump’ın damadı Yahudi Kushner’in ortağı Suudi Prens Muhammed bin Selman, Filistin lideri Mahmud Abbas’a; “Sabırlı ol Ebu Mazen” mesajı gönderiyor.
Yâni Türkiye’nin son derece haklı Kudüs çıkışı Arap dünyasında bile yeterince taraftar bulmuyor.
İsrail Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Emmanuel Nahshon; “Osmanlı İmparatorluğu günleri çoktan sona erdi” diyor.
Bu lâfı bir yerlerden hatırlıyor musunuz?
Sadece 4 ay önce, 29 Temmuz’da şöyle yazmışız;
“İsrail Dışişleri Bakanlığı; ‘Osmanlı imparatorluğu günleri geride kalmıştır. Kudüs geçmişte de Yahudi halkının başkenti olmuştur, hali hazırda Başkentidir ve gelecekte de öyle olacaktır. İsrail Hükümeti geçmişe nazaran güvenliğe, özgürlüğe, inanç serbestisine ve bütün azınlık haklarına saygılıdır’.”
Bahse konu yazıda şu da vardı;
“Suudi Arabistan’ın BM nezdindeki büyükelçisi Abdullah El Muallimi; ‘Türk kardeşlerimiz Arap dünyasına sızma ve istenmeyen müdahaleler döneminin çoktan sona erdiğini anlamalıdır. Türkiye yapıcı bir rol oynamak isterse bu memnuniyetle karşılanır. Ama askeri üsler ya da askeri müdahale yoluyla rol oynamaya çalışmak yapıcı olmaz ve Türkiye’nin Arap dünyasındaki itibarına zarar verir’ dedi…”
Sadece 4 ay önce…
Suudi Arabistan’ın BM nezdindeki büyükelçisi Abdullah El Muallimi bu çıkışıyla bize “Mekke Emiri Hüseyin Bin Ali”yi hatırlatmıştı…
Yüz yıl önce Mekke Emiri, 4 ay önce Suudi BM Büyükelçisi, şimdi de Kâbe İmamı.
Duygu, düşünce ve ideal birlikteliği içindeler.
Demek ki tarihi görmek istediğimiz gibi değil, göründüğü gibi okumamız lâzım.
Öyle okursak bakın neler çıkıyor.
Dost sohbetlerinde arkadaşlar lâf arasında sık sık Falih Rıfkı Atay’ın “Zeytindağı” adlı eserine gönderme yaptığımı söylerler.
Nasıl yapmayayım?
“Çıplak İsa, Nâsıra’da marangoz çırağı idi; Zeytindağı’nın üstünden geçtiği zaman altında kendi malı bir eşeği vardı. Biz Kudüs’te kirada oturuyoruz. Halep’ten bu tarafa geçmiyen şey, yalnız Türk kâğıdı değil, ne Türkçe, ne de Türk geçiyor. Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz.” (S.39)
“Kamame kilisesinin Hristiyan milletler arasında bölünmüş olduğunu bilirsiniz. İçerisinin her parçası ve kilisenin her hizmeti bir başka cemaatindir. Bu cemaatler yalnız anahtarı pay edememişlerdir. Anahtar bir hocada durur. Bütün bu kıtalarda biz işte bu hocanın görevini yapıyoruz. Ticaret, kültür, çiftlik, endüstri, binalar her şey Arapların veya başka devletlerin.. Yalnız jandarma bizim idi; jandarma bile değil, jandarmanın esvabı.” (Aynı sayfa)
“Osmanlı saltanatı som bürokrat iken, bürokrasi bile tam Arap-yahut yarı Arap’tır. Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk’e az rastgeliyordum”. (Aynı sayfa)
“Suriye, Filistin, Hicaz’da -Türk müsünüz? Sorusunun birçok defalar cevabı: -Estağfurullah! İdi. Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık. Osmanlı İmparatorluğu buralarda ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi”. (S.40)
“Eğer medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu yukarılarına kadar gireceğine şüphe yoktu.” (S. 40)
“İmparatorluğun sanatı sömürge ve milliyeti işlemektir. Osmanlı İmparatorluğu, Trakya’dan Erzurum’a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memelerini sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi.” (S. 41)
“Halep’ten Aden’e kadar süren o koca memlekette bir Arap meselesi vardı zannetmeyiniz. Arap meselesi denen şey Türk düşmanlığı hissi idi. Bu hissi ortadan kaldırınız: Suriye ve Arabistan meselesi, Arapsaçına döner, karmakarışıklığın içinden çıkamazsınız”. (S. 42)
Yazımızın başlığı işte tam da bu noktadaki “Estağfurullah”tan alıntılanmıştır.
“Suriye, Filistin, Hicaz’da -Türk müsünüz? Sorusunun birçok defalar cevabı: -Estağfurullah! İdi”.
Demek “Estağfurullah”, öyle mi?
Benim bıraktığım yerden Yılmaz Özdil devam ediyor;
“Kudüs’ü kaybetmemize en çok Araplar sevinmişti. İngiliz casus Lawrence tarafından organize edilen Araplar, Türkler gittiği için, İngilizler geldiği için dua ediyordu. * The Daily Telegraph gazetesi adına Kudüs’te bulunan İngiliz gazeteci W.T. Massey hazin bir örnek veriyordu: ‘Türk ordusunda görevli Arap subay Kızılhaç Hastanesi’ne getirilmişti, Yaşasın İngiltere diye bağırıyordu!’ * Araplar kendi kendilerine bir kehanet uydurmuştu, bu kehanete göre ‘bir peygamber Nil’in suyunu Filistin’e getirdiği zaman, Türkler Kudüs’ten sürülecek’ti… Bu palavradan kehanet çerçevesinde, general Allenby’e ‘Allah Nebi’ diyorlardı. Türkleri Kudüs’ten çıkaran İngiliz generale ‘peygamber’ muamelesi yapıyorlardı! * Allenby, Kudüs’e girdi. Çok kısa konuştu. ‘Halk sevinçle karşıladı, Haçlı Seferleri sona erdi’ dedi! * Mustafa Kemal o sırada Filistin’deydi, Şeria Nehri’nin kıyısında vuruşuyordu. İstanbul’daki arkadaşlarına gönderdiği mektupta, dramatik gözlemlerini anlatıyordu: ‘Bu topraklar şayan-ı merhamet (acınası) hale gelmiştir, vali yok, kumandan yok, İngiliz propagandası çok, İngiliz teşkilat-ı hafiyesi her tarafta faaliyette, yerel ahali bizim hükümetten tiksiniyor, İngilizlerin yolunu gözlüyor, hergün tayyareleriyle bombadan ziyade beyannameler atıyorlar, düşman kıtaatça, vesaitçe kuvvetli, biz onun karşısında pamuk ipliği’ diyordu”.
Trump’ın Kudüs zamanlamasının, tam da Allenby’nin girip (9 Aralık 1917) “Haçlı seferleri sona erdi” deyişinin 100’üncü yılına denk gelmesine “tesadüf” mü diyorsunuz?
Türkiye’nin “müttefiki” Falkenhayn; “düşmanı” İngiliz Allenby ile Hristiyan dayanışması sergilemişti tam 100 yıl önce.
100 yıl sonra aynı yerde, aynı şiddette bir Müslüman dayanışması hissedebiliyor musunuz?
Müslüman Mısır’ın Cemal Abdünnasır’ı ile Müslüman Filistin’in Yaser Arafat’ının; EOKA katliamları döneminde Müslüman Kıbrıs Türklerini değil de Hristiyan Ortodoks Kıbrıs Rumlarını desteklemesi; silah-para-malzeme-cephane-teçhizat ve eğitim yardımı yapması da herhalde tarihten gelen “basit bir alışkanlık”…
İslâmiyet; elbette Türkleri, Kürtleri, Pomak ve Romanları birleştiren, birleştirebilen bir çimentodur…
…ama 1000 yıllık bu coğrafyada Araplarla Arapları ve Türklerle Arapları neden bir türlü birleştiremiyor?
Yoksa asıl gerçek; Ahmet Hakan’ın dediği gibi “Ümmet Kudüs Yorgunu”mu?
100 yıl ne kadar çabuk geçmiş! 10 Aralık 2017