Din sömürüsü, din baskısı her zaman halkımızın üzerinde belirleyici ve etkileyici bir unsur olarak ortaya çıktı…
İnsanlar dini kişisel çıkarları için kullandılar… Şirket çıkarları ve siyasal çıkarları için…
Vatandaşları diledikleri gibi yönlendirebilmek amacıyla onların kafalarına bir takım hurafeler, batıl inançlar soktular… Zamanla bu safsatalar yığını, çağ dışı düşüncelere dönüştü, gerçek dinin yerini aldı…
Kültürel, sosyal, politik, teknolojik, askeri ve eğitim kurumları sahte din kuralları ile şekillendirildi.
Din insanla Tanrı arasında bir inanç, bir yakınlaşma, bir arınma olmaktan çıkıp, garibanlarla güçlüler, yoksullarla varsıllar, seçilenlerle seçenler arasında bir yakınlaşma, sömürü aracına dönüştü…
Şeriat, zamanla, insanların beynini kemirdi, aklını ve mantığını yok etti. Yaratıcı zekâyı köreltti. Toplumun uygarlaşmasını önleyen bir felâket oldu…
Azılı bir düşman gibi aydınlanmanın karşısına dikildi. Çağdaş eğitimi, uygarlık hareketlerini engellemeye çalıştı.
Hatta bir profesör, günümüzde, açık açık, gözümüzün içine baka baka, cahilliği, bilgisizliği savundu… “Ben cahil kesime güveniyorum” dedi…
Sebahattin Zaim Üniversitesi Rektör Yardımcılığı görevini yürüttüğü sırada“Ben daha çok cahil ve okumamış tahsilsiz kesimin ferasetine (anlayış-sezgi) güveniyorum bu ülkede. Yani ülkeyi ayakta tutacak olanlar, okumamış, hatta ilkokul bile okumamış, üniversite okumamış cahil halktır. Onlar bu yanlışların hiçbirini yapmazlar. Daha önce Jön Türklerin yaptığı gibi ateşe sürüklüyorlar Türkiye’yi. Türkiye’nin okumuş kesimi, profesörlerden başlayarak geriye doğru en tehlikeli olanlar üniversite mezunları. Olayları en rahat okuyanlar ilkokul mezunları. Çünkü zihinleri berrak. Üniversite ve sonrası durum çok vahim, çünkü gidişatı okuyamıyorlar” açıklamalarıyla gündeme gelen Prof. Dr. Bülent Arı, ödüllendirilerek, YÖK Denetleme Kurulu üyeliğine atandı.
Bunlar karanlığı aydınlığa tercih eden okumuş, tahsil görmüş cahillerdi…
Kadın ve aydın kişiler onların nazarında her zaman aşağılanacak, hor görülecek yaratıklar olarak görülmüşlerdir.
Oysa İslamiyet’ten önce kadın Türklerin yaşamında yüce, onurlu bir yere sahipti. Onlar, erkeklerle birlikte özgür ve eşit haklar içerisinde yan yana yaşarken, şeriatçılık bataklığına saplandıktan sonra, erkeğin hizmetinde, şehvet aracı haline getirildiler…
Geçenlerde, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu, boşanmayla ilgili bir fetva yayınladı. Az kalsın şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım…
Aynen şöyle deniliyordu:
“Bir kimse, yüzüne karşı ‘Seni boşadım, benden boş ol’ gibi boşanmayı ifade eden sözleri şifahi (sözlü) olarak söylemek suretiyle eşini boşayabileceği gibi, bu sözleri telefon, mektup, mesaj, internet ve faks yoluyla bildirerek de boşayabilir…”
Bu sözler 21. Yüzyılda, 2017 senesinde söyleniyor… Peki, bu fetva karşısında kadın haklarını, anayasayı, yasaları nereye koyacağız? Peki, bu fetva karşısında “Medeni Kanun” ne işe yarıyor?
Bu, dün de böyleydi, bugün de böyle.
Bu, Osmanlılar zamanında de böyleydi günümüzde de böyle.
Bu millet, bu vatan ne çektiyse cahillikten, cehaletten çekti…
İşin daha kötü yanı ülkemiz bu cahiller ve cehalet sayesinde her geçen gün daha da karanlığa gömülmekte, uygarlık dünyasından son sürat kopmaktadır…
Diyanet İşleri Başkanlığı, bugün, İmam Hatip okullarında okuyan milyonlarca genci, şeriat buyruklarıyla eğitmektedir. Şimdi soruyorum: Bu tür bir eğitim politikası ile Türkiye uygarlaşabilir mi, aydınlığa çıkabilir mi?
Özellikle Osmanlının Duraklama ve Gerileme dönemlerinde din yenileşme, çağdaşlaşma hareketlerinin karşısında yer almıştı. Durmadan, bilimle, fenle, teknikle çatışıyordu…
- yüzyılın ünlü şeyhülislamlarından Ebussuud Efendi ile Birgili Mehmet Efendi’nin fetvaları ile tıp bilimi gereksiz bilimlerden sayılmış ve medreselerdeki eğitim programlarından çıkartılmıştı.
Hazarfen Ahmet Çelebi, uçma denemesi yapan ilk Türk’tü. Galata kulesine çıkmış ve kanat takıp uçmuştu. Onun bu girişimi dine karşı gelmek olarak değerlendirilmiş ve öldürülmesine karar verilmişti. Sonradan padişah onu Cezayir’e sürgün göndererek canını bağışlamıştı.
Bu gerici anlayışların sonucunda matbaa vatanımıza tam 300 yıl sonra girdi.
Ülkemizde bütün bunlar yaşanırken, Batı dünyası hurafelerden, batıl inançlardan, cinlerden, perilerden koparak bilim, teknoloji ve akıl çağına yöneldi. Sanayi devrimini, Rönesans ve reformları gerçekleştirdi.
Bir tek Gazi Mustafa Kemal Atatürk döneminde din, kişisel çıkar amacı olmaktan kurtarılıp, gönüllere, vicdanlara yerleştirilmişti…
Din Allah’la kul arasında bir inanç olarak kalmış, aracılar aradan çekip çıkarılmıştı. Çünkü laik düzen yürürlükteydi… Laiklik ilkesi Atatürkçü düzenin temel ilkesiydi.
Atatürk, toplum için AKIL REHBERLİĞİNİ seçti. O, bu yoldan kişilere ve topluma, bilimsel eğitim verdi. Bir ulusun nasıl uygarlaşabileceğini gösterdi.
İşte şeriatçılar onu bu nedenle, yani akıl, bilim, mantık yolunu seçtiği için, çıkarlarına engel olduğu için sevmezler.
Ama sevgili İlhan Arsel’in dediği gibi, “Hiç kuşku edilmemelidir ki şeriatçının bu sahte saltanatı sönecek ve şeriatın insan beynini eriten tılsımı sona erecektir. Yüzyıl da geçse, binyıl da geçse ve hatta Türk’ün eceli de gelse insan aklına meydan okuyan şeriat mikrobunun sonu gelecektir. Del Vechio’nun dediği gibi ‘Sınırsız şekilde gelişmeye müsait bir insan beyni olduğu sürece, gericilik daima ezilecektir.”
Bir yanıt yazın