Batı, 17. Ve 18. Yüzyılda Aydınlanma devrimiyle Ortaçağa son verdi. Boş inancın, hurafelerin yerine aklı, bilimi öne çıkardı. Toplumun sosyal, ekonomik ve siyasal yapısında köklü değişiklikler yaparak, sanayi düzenine geçti.
Batı’nın bu çağdaş gelişimi karşısında gerileyen, güç yitiren Osmanlı, çözümü, Batı’ya öykünmekte, “Batılılaşma” hareketinde aradı. Avrupa’da gerçekleştirilen bazı yüzeysel yenilikleri ülkemize taşıyarak, uygarlaşacağını sandı.
İlerleme savaşında Avrupalılaşmayı tek hedef haline getirdi. “Batı sevdası” her şeyin önüne geçti. Aydınlar ve devlet adamları “Batılılaşma” hastalığına yakalandılar. “Frengistan” ürünlerini kullanmak, yabancılar gibi giyinmek, yabancılar gibi konuşmak moda oldu. Sarık ve külahı fesle, şalvar ve fistanı setre pantolonla değiştirince uygarlaştıklarını sandılar. Sanayileşme, üretim, devrim onların umurunda bile değildi.
Batıya bağımlılık dönemi Tanzimat’la başladı. Bu dönemle birlikte sömürgeleşme, Batı’nın isteklerine boyun eğme, uyduculuk politikaları ön plana geçti. Politikacılar ve aydınlar giderek ucu Sevr’e uzanan bir mandacı anlayışın savunuculuk görevini üstlendiler. Yabancı devletlerin avukatlığına soyundular. Öyle ki, Keçecizade Fuat Paşa:
“Babıâli’yi (Osmanlı Hükümetini) İngiltere’nin dostluğundan mahrum görmektense, birkaç vilayetimizi elden çıkmış görmek daha iyidir” diyebilecek kadar ihanet bataklığına saplanmıştı.
İstilacı devletlere karşı Kurtuluş Savaşını başlatmak üzere Atatürk’ün 1919 Mayısında Samsun’a çıkması ve Sivas Kongresini gerçekleştirmesi bu ihanet politikasına ve emperyalist devletlere vurulan ilk darbe oldu. Tam bağımsızlık ve ulus devlet anlayışı bu girişimlerle değer kazandı, tarih sahnesine çıktı.
1923 Devrimi, bağımsız Türkiye Cumhuriyetini tüm dünyaya ilan eden ve mazlum ülkelere ışık tutan yüce bir devrimdi. Türk ulusu, Atatürk’ün ölümüne dek emperyalist Batı karşısında ödünsüz, onurlu, başı dik duruşunu asla yitirmedi.
Ama onun ölümünden sonra “tam bağımsızlık” politikası göz ardı edildi. Kurtuluş Savaşında Atatürk’le birlikte hareket eden komutanların bazıları, politikacılar bu kez tercihlerini başka bir emperyalistten, ABD’den yana kullanıp, Atlantik sistemi içerisinde yerlerini aldılar.
12 Mart 1947’de ABD Başkanı Henry Truman sonradan kendi adıyla anılacak “Truman Doktrini”ni açıkladı. Buna göre Türkiye ve Yunanistan’a büyükçe bir askeri yardım yapılacaktı. Amerika, bu devletleri Sovyetlere karşı yanına çekmek, bir ileri karakol gibi kullanmak istiyordu.
O zamanki hükümet bu ABD desteğine balıklama atladı. Arkasından da 4 Temmuz 1948 tarihinde yürürlüğe giren Marshall Planı ile ekonomik yardımlar aldı. Amerika bu yardımlarla Türkiye’ye ilk adımını atmış, Mustafa Kemal Atatürk’ün tam bağımsızlık politikasını yine onun arkadaşlarl ile birlikte delmişti.
Bu işbirliğinin heyecanı ile önce İnönü’nün Bakanı Nihat Erim, daha sonra da DP’nin önderi Celal Bayar Türkiye’yi “Küçük Amerika” yapma hedefini tüm dünyaya ilan etti.
Celal Bayar Taksim’deki bir konuşmasında şöyle diyordu: “Öyle ümit ediyoruz ki otuz sene sonra bu mübarek memleket, 50 milyon nüfusu ile küçük bir Amerika olacaktır.”
Türkiye 1980’lerden sonra yoğun bir şekilde kültür emperyalizminin saldırısına uğradı. Bu bir ABD-İsrail projesiydi… Hedef ulusal değerlerimiz, ulusal kültürümüzdü.
HEDEF TOPRAKLARDAN ÖNCE BEYİNLERİN İŞGAL EDİLMESİYDİ…
Bu tasarıma göre gerçekler gizlenecek, tarih yeniden yazılacaktı. İnsanların atalarına, geçmişine, doğrulara güveni kalmayacaktı. Kişilerin direnme, karşı koyma gücü zayıflatılacak, onların yerine yozlaşmış, kişiliksiz, neoliberal kültür, şeriatçılık ideolojisi dayatılacaktı.
Bu dönem AKP iktidarı ile tamamlandı. 2002’den bu yana, AKP, Amerika ve İsrail’le birlikte, ılımlı İslam kurabilmek için, tam bağımsızlıkçı Kemalist düşünceye karşı ümmetçi ideolojiyi yaygınlaştırmaya çalıştı. Cumhuriyet hukukunun yerini şeriat hukuku aldı.
Şimdi bir de bu dinci ideolojinin yanına Atatürkçülüğü ve emperyalist mücadeleyi koydular. Amaç kendilerine oy vermeyen büyük bir çoğunluğa şirin görünmek, onları yanlarına çekip, iktidarlarını sürdürmek…
Beyin yıkama işi bu kez de Atatürkçülük maskesinin arkasında yürütülmeye başlandı ve kendilerine solcu diyen bir takım insanlar da onları hararetle, yoğun bir istekle destekliyorlar.
Halkın perişan halleri, hayat pahalılığı, sanayinin, tarımın, küçük esnafın bitip tükenmesi, doların tavan yapması, işsizler ordusu onları hiç mi hiç ilgilendirmiyor…
15 yıldan beri Atatürk’e yapılan saldırılar, hakaretler, küfürler, onun kitaplardan silinmesi, ordunun kolunun kadının kırılması, kozmik odalara girilmesi onları hiç mi hiç ilgilendirmiyor.
Onlar şimdi AKP’nin antiemperyalist mücadelesini, Atatürkçülüğünü savunmak için paralanıyorlar… Yırtınıyorlar… Yalanlarla, dolanlarla halkı aldatabilmek için gecelerini gündüzlerine katıyorlar. Konuşmalar yapıyorlar… Sütunlar dolusu yazılar yazıyorlar… Kraldan çok kralcı kesilmişler…
Soruyorum şimdi:
Nedir sizi bu denli heyecanlandıran? Çıkar ilişkisi mi? AKP sofrasından nemalanmak, pay kapmak mı? Yoksa şeriat ve şeriatçı sevgisi (!) mi?
Şeriatla demokrasinin, insan hakları ile yobazlığın bir arada olamayacağını ne zaman anlayacaksınız? Bilimle inancın, akılla fizik ötesinin, ateşle barutun yan yana duramayacağını kimse söylemedi mi size? Çok iyi bildiğinizi, çok okuduğunuzu belirttiğiniz Marksist kitaplardan bu konuda bir şeyler öğrenmediniz mi? Yoksa açıklamak işinize mi gelmiyor, çıkarınızı mı zedeliyor? AKP ile yaptığınız KADER BİRLİĞİNİ mi bozuyor?
Neden bir de utanmadan solcu olduğunuzu ileri sürüyorsunuz? Şu yazdığınız yazılarla gelecekte insanların yüzüne nasıl bakacaksınız?
Günümüzde gericiliğe, Ortaçağa teslimiyet ihanet çizgisine vardırılmıştır. Beyinler işgal edilmeye çalışılmaktadır. İşte bir ulus için en tehlikeli süreç de budur: Yani Beyinlerin emperyalizm ve işbirlikçileri tarafından işgal edilmesi…
Emperyalistler tarafından topraklar ve kurumlar işgal edilebilir, önemli değildir. Kurtuluş Savaşında olduğu gibi geri alırız. Ya beyinler sömürgeleştirilirse…
Gelin bu AKP sevdasından vazgeçin…
Bir yanıt yazın