Bir ödül töreni…
“Cumhurbaşkanlığı Necip Fazıl Kısakürek Ödülleri” dağıtılıyor…
İslamcı yazar Nuri Pakdil de onların arasında.
Yazar bir konuşma yapıyor. RTE onu ayakta dinliyor, ayakta alkışlıyor… Konuşmasında bir tek Türk ve Türkiye Cumhuriyeti sözcüğü geçmiyor… Salondakilere “Yeni bir slogan atacağını, çok yoğun bir alkış istediğini” söylüyor.
Yeni sloganı ise Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene” sloganının yerine kullanılan bir slogan: “Ne mutlu Müslümanım diyene…”
Konuşmasına başlarken de dinleyicileri “Antifiravunist girişle” selamlıyor. Firavunlukla suçladığı kişi ise Mustafa Kemal…
Adam “Ne mutlu Türküm diyene” yerine, “Ne mutlu Müslümanım diyene” sloganını atıyor ve sonra da “Çok yoğun bir alkış” istiyor.
Yani atamızın söylediği “Ne mutlu Türküm Diyene” sloganını ve Türk’ü, Türklüğü bir türlü kabullenemiyor. Hazmedemiyor… Ve biz de bu adamlardan emperyalizmle mücadele bekliyoruz. Onları halka “antiemperyalist güçler” diye tanıtıyoruz…
Yıllarını devrimci mücadeleye vermiş, kendilerini devrimci, Kemalist, Atatürkçü sayan insanlar böyle bir siyasal İslamcı kadro ile, böyle bir ideoloji ve teori ile antiemperyalist bir mücadele verilmeyeceğini bilmezler mi? Bu nasıl bir devrimciliktir, bu nasıl bir Atatürkçülüktür?
Dünyaya kimin penceresinden bakıyor bu insanlar?
Hangi ilkeyi, hangi teoriyi kendilerine kılavuz edinmişler?
Emperyalizmle mücadele çocuk oyuncağı değildir…
Nasıl ki lafla peynir gemisi yürümezse, lafla emperyalist mücadele de yapılmaz.
Bir insan önce milletini ve milliyetini kabul etmeli. Göğsünü gere gere “BEN TÜRK’ÜM” diyebilmeli. Ne mutlu Türküm diyene” sözünü dağa taşa yazmalı, tüm dünyaya haykırmalı…
Sonra emperyalizmle mücadeleye kalkmalı.
Biz kimsenin dinine, Müslümanlığına, Müslümanlığı savunmasına karşı değiliz. Laik bir ülkede herkes istediği dine, görüşe inanabilir.
Ama “Ne mutlu Müslümanım diyene” bir ümmetçilik sloganıdır. Bir şeriatçılık sloganıdır… Türklükten, Türk olmaktan önce söylenmesi, milletin, milliyetin, milliyetçiliğin inkârıdır…
Kul olmaktır…
Tebaa olmaktır…
Cemaatlerin, tarikatların emrine girmek, onlara biat etmektir… Özgür vatandaş olmayı reddetmektir. İnsan haklarını, evrensel ve çağdaş hukuku reddetmek demektir.
Ortaçağa dönmek, kadın haklarını ayaklar altına almak demektir… Bu ideoloji, bu teori ile, bu ilkelerle bu insanlar nasıl emperyalizmle ve sömürü ile mücadele edebilirler?
Bir kişinin antiemperyalist olabilmesi için önce Atatürk’ü kabullenmesi, onu kendisine örnek alması ve kılavuz edinmesi gerekir…
Bir kimsenin antiemperyalist olabilmesi için Atatürk, Lenin, Castro gibi hareket etmesi, davranması gerekir.
Kurtuluş savaşımızı, Küba Devrimini, Çin Devrimini, Kore Devrimi, Vietnam-Laos-Kamboçya devrimlerini örnek alması gerekir…
Bu ise asla lafla olmaz… Yani bir gecede “Hidayete erip”, 10 Kasım sabahı kendisini Atatürkçü ilan etmekle, Atatürkçülük gömleği giymekle, Kurtuluş mücadelesi yürütülemez.
AKP iktidarının ABD’ye kafa tutması, zaman zaman meydan okuması, Atatürkçülük çatısı altına girmesi bir yöntem değişikliği, yeni bir mücadele biçimi gibi gözükse de bu bizce zayıflayan, sarsılan, ekonomik kriz içine giren bir yönetimin iktidarda kalma savaşımından başka bir şey değildir…
AKP politikasını antiemperyalist bir politika olarak kabullenmek, bardağın sadece dolu kısmını gören politik bir anlayıştır.
Halkı yoksullukla, sadaka ekonomisi ve din sömürüsü ile, baskı ve korkuyla inim inim inleten, Atatürk ve İnönü’ye “İki ayyaş”, Lozan’a “Bir hezimet” diyen iktidardan medet ummak demektir…
Askerlerimizin başına çuval geçirildiğinde ABD’ye nota verilmesini isteyen çevrelerle “Ne notası, müzik notası mı?” diye alay eden, ama yolsuzluklar bataklığına saplanmış, ömrü sahtekârlıklarla dolu bir İranlı hapishaneye düştüğünde onun için nota veren, “Onun can güvenliğinden endişe duyan” AKP hükümetinden medet ummak demektir.
Kurtuluş Savaşı boyunca ne Atatürk Sultan Vahdettin’den, ne Castro Batista’dan ne de Lenin Kerensky Hükümetinden yardım ve destek istemişti…
Boş hayaller yayarak, bir yönetimi devrimci, Atatürkçü, antiemperyalist gösterip, halkı yanlış istikametlere yönlendirmek ne Atatürkçülüğe, ne solculuğa ne de devrimciliğe sığar…
Yozlaşmış, çürümüş, din sömürüsünü kendine silah olarak seçmiş, var olma ya da olmama mücadelesi veren bir iktidarın ne kendisine ne de millete bir yararı dokunur…
Ne de antiemperyalist bir savaş verebilir…
Eğer halkımızın ve ülkemizin aydınlık bir geleceğe sahip olmasını istiyorsak, çağdışı iktidarlarla ve Ortaçağ kalıntısı yöneticilerle mücadeleye hız vermeli, halkın iktidarını kurmak için canımız pahasına da olsa yiğitçe bir savaşım vermeliyiz…
Emperyalizmle mücadele çocuk oyuncağı değildir…
Eğer bu girişimin altında bir çıkar ilişkisi yoksa, ne kendimizi ne de halkımız kandıralım ve Atatürk’ümüzün yolundan, onun ilkelerinden şaşmayalım.