AKP iktidarının ilk günleriydi.İkiz Kulelere yapılan saldırıyı bahane eden ABD, teröre destek verdiği ve kimyasal silah bulundurduğu gerekçesiyle Irak’ı işgal etmeye hazırlanıyordu. Türkiye’den de İskenderun körfezinden başlayarak bütün Güney Doğu’yu ABD askerlerine açmasını istedi. ABD’nin istekleri arasında İskenderun,İzmir,Samsun ve Trabzon limanlarıyla birlikte, başta İncirlik olmak üzere, Sabiha Gökçen de dahil, toplam 14 havaalanı ve üs bölgesi vardı.
Bunun kabul edilmesi Türkiye’nin büyük bir bölümünün, özellikle en hassas bölgesi olan Güney Doğusunun ABD askeri tarafından işgal edilmesi anlamına geliyordu. Bu yüzden halk karşı çıktı, aydınlar karşı çıktı. Türkiye’nin her yanı gösteri alanına dönmüştü.
Fakat AKP iktidarı farklı bir yaklaşım gösteriyordu. Tüm itirazlara rağmen ABD’nin isteklerini kabul etmeye hazırdı.Bu amaçla 1 Mart teskeresi olarak bilinen ihanet belgesini meclis gündemine getirdi. Bir yandan da ABD yöneticileriyle para pazarlığı yapıyordu. AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, ülke güvenliğinin pazarlık konusu yapılamayacağını söyleyenlere “Ülkemin kasasına ne girer ona bakıyoruz. Tabi ki, onun da pazarlığını yapıyoruz” demişti.
Türkiye adına görüşmeleri Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış ile Devlet Bakanı Ali Babacan yapacaktı. Zamanın ABD Dışişleri Bakanı olan Colin Powel, yıllar sonra anılarını yazdığı kitapta onları şöyle anlatır;
“O gece evimde pijamalarımı giymiş gazete okuyordum. Sitenin güvenlik görevlileri telefonla arayarak iki kişinin benimle görüşmek istediğini söylediler. Konu çok önemliymiş. Aşağıya indiğimde gözlerime inanamadım. Birisi Türkiye’nin Dış İşleri Bakanı, diğeri de Devlet Bakanı olduğunu söylüyordu.. Müzakere için gelmişler.”
Müzakereye 138 Milyar dolardan başlamışlardı. Fakat ABD yönetimi oralı olmayınca 26 Milyar dolara kadar düştüler.Doğrusu iyi pazarlık yapıyor, ABD’liler kabul etmedikçe onar onar iniyorlardı. Öyle ki ABD Başkanı W.Bush bile bu görüşmeleri “ At pazarlığına” benzetmiş, Hazine Bakanı Yardımcısı da Türk müzakereciler için “ at tacirleri “ tabirini kullanmıştı.
En son 6 milyar dolara kadar düşmelerine rağmen başaramadılar. Zaten TBMM ‘de büyüklüğünü göstermiş bu ihanet belgesini reddetmişti. O gün hepimiz bu işin artık bittiğini düşünüyorduk. Oysa bitmemişti.
Arkasını sağlama almak ve Kuzey Irak’ta kurmayı planladığı Kürt devletini korumak amacıyla ABD yönetimi yeniden AKP hükümetiyle görüşmelere başlamıştı. Üstelik bu sefer görüşmeler gizliydi. 1 Mart teskeresinin reddedilmesinden tam yedi ay sonra Türkiye’nin güvenliği 8.5 Milyar dolarlık kredi karşılığında ABD’ye teslim edilmişti.
22 Eylül 2003 tarihinde Dubai’de Devlet Bakanı Ali Babacan tarafından imzalanan bu anlaşmanın metninde şunlar yazılıydı.
“Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri Türkiye’ye 8,5 Milyar ABD dolarına kadar kredi sağlayacak finansman anlaşmasını bugün (22 Eylül 2003) imzalamışlardır…
Kredi yaklaşık 18 aylık süre içinde,dört eşit dilimde kullanılacaktır…
Finansman anlaşması çerçevesinde her bir kredi çekişi Türkiye’nin ABD’nin ilgili yasasında belirlenen koşulları karşılamasına bağlıdır. Söz konusu iki koşul (1) Türkiye’nin güçlü ekonomik politikalar yürütüyor olması (2) Türkiye’nin Irak konusunda ABD hükümeti ile işbirliği içerisinde olmasıdır.
Türkiye’nin Irak konusundaki işbirliği değerlendirilirken,Türk birliklerinin Irak’taki barışın korunması ve istikrar harekatına katkıda bulunması gerekli bir koşul değildir…
Son iki kredi dilimi eğer Türkiye isterse hibeye dönüştürülebilecektir.”
Diplomatik dili bir kenara bırakırsak, bu anlaşma ile Türkiye, Kuzey Irak’a askeri harekat yapmama karşılığında ABD ile 8,5 milyar dolarlık anlaşma yapmıştır. Sözünde durursa son iki dilim hibe edilecektir.
Bu anlaşmanın ortaya çıkması üzerine her ne kadar Tayyip Erdoğan “kesinlikle yalandır, iftiradır “ dese de, anlaşmanın ABD Temsilciler Meclisi internet sitesinde yayınlanmış olması karşısında fazla direnememiş, bu seferde “ama almadık ki” demiştir.
Gerçekten de yoğun tepkiler üzerine bu anlaşma yürürlüğe girememiştir. Ancak önemli olan bu değildir. Önemli olan ülkenin güvenliğinin para karşılığında yabancı devletlere pazarlanmış olmasıdır. Hiç kuşkusuz bu bir ihanet ve af edilemeyecek Anayasal bir suçtur. Ne yazık ki, aradan geçen on beş yıla rağmen bu hususta çalışma yapacak bir savcı bulamadık.
Gelelim bu günlere;
Çok değil, bundan dört- beş yıl öncesinde Başbakan Tayyip Erdoğan ile Suudi kralı arasındaki sıkı fıkı ilişkiler, karşılıklı gidip gelmeler bir hayli dikkat çekiyordu.
2016 Yılının Şubat ayında başbakan Davutoğlu da Suudi Arabistan’a gitti.Fakat teamüllere aykırı olarak yanında Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar da vardı.Hulusi Akar kamuflaj elbisesiyle birlikte Suudi kralının yanına oturup poz verdi. Bu durum eleştiri ve merak konusu olunca Davutoğlu bir açıklama yapmak gereğini duydu. Dedi ki;
“Bu doğal kabul edilmesi gereken bir husus. Cumhurbaşkanımızın son ziyaretinde, Suudi arabistan ile yüksek düzeyli stratejik işbirliği konseyi mekanizması kurulmasına karar verildi. Yoğun bir savunma sanayi işbirliği var… O nedenle Genelkurmay Başkanımızın olmasını istedim. Daha önce bu kararı aldık. Kasım ayı gibiydi. Bunu olağanüstü bir gelişme olarak görmemek lazım”
Davutoğlu bilerek ya da bilmeden Türkiye’nin 2014 yılı Kasım ayında kurulan “Teröre Karşı İslam İttifakı “ içinde yer aldığını söylemiş oldu. Bu ittifakın içinde, Suudi Arabistan, Türkiye, Mısır, Pakistan, Ürdün, Tunus, Katar, Libya, Mali, Fas, Somali, Sierra Leone, Sudan, Komor Adaları, Moritanya, Nijer, Nijerya, Yemen, Gabon, Somali, Maldivler, Gine, Filistin, Çad, Togo, Cibuti, Senegal, Malezya, BAE, Bahreyn, Bangladeş, Benin, Lübnan ve Kuveyt yer alıyordu.
Dikkat edilirse bunların tamamı Sunni ağırlıklı ülkelerdi. Buna karşılık her yanı terör ateşi ile yanan Suriye ve Irak aralarında yoktu. İran yoktu. Çünkü onlar Sii ağırlıklı ülkelerdi. Böylece kurulan ittifakın Suriye, Irak ve İran’a karşı kurulmuş bir ittifak olduğu anlaşılıyordu.
İttifakın hangi amaçla kurulduğu ise 4 Şubat 2015 tarihinde Washington merkezli Dış İlişkiler Konseyi (CFR) deki bir toplantıda konuşulmuştu.Biri 35 yıldır Suudi Arabistan Silahlı Kuvvetleri’nde görev yapıp general seviyesine ulaşmış, eski Washington Büyükelçisi Enver Macid Eşki. Diğeri İsrail Halkla İlişkiler Kudüs Merkezi’nin Başkanı Büyükelçi Dore Gold. Bu ikili o gün Suudi Arabistan ile İsrail’in 2014 yılından itibaren sürekli görüşme halinde olduklarını ve bundan sonraki süreçte de birlikte hareket edeceklerini, bu amaçla 7 maddelik bir anlaşma yaptıklarını açıkladılar.
Bu anlaşmaya göre;
– İran’daki siyasi sistem değiştirilecek
– Büyük Kürdistan için İran, Türkiye ve Irak’ın emelleri zayıflatılacak ve bu üç ülke Kürdistan lehine parçalanacak
– Körfez ülkelerinin yanı sıra Arap ülkelerini korumak için Amerikalı ve Avrupalı bereketiyle bir arap gücü oluşturulacak
İnanılır gibi değildi. Demek ki,Türkiye İran’la savaşmak ve kendi kendini parçalayarak, topraklarında Büyük Kürdistan’ın kurulması amacıyla kurulmuş bir ittifaka katılmıştı.
İşte size bir ihanet ve bir Anayasal suç daha!
Ama durun! Daha bitmedi.
2016 Yılının Şubat ayı sonlarında Suudi Arabistan’ın Kuzeyinde, “Teröre Karşı İslam İttifakı” adıyla bir araya gelen Suni ittifakın oluşturduğu “İslam Ordusu” tarafından Ortadoğu’nun en büyük askeri tatbikatı yapıldı.200 bin asker, 100 uçak ve yüzlerce askeri aracın katıldığı bu tatbikatın adının “Kuzey’in Gök Gürültüsü” olması anlamlıydı.
Dahası da var.
Tatbikattan sonra düzenlenen geçit töreninde Suudi krallığının bayrağı en önde yürürken, Türk bayrağı onun birkaç metre gerisinde diğer ülke bayraklarının arasında yürüyordu. Tören geçişini selamlayanlar arasında Milli Savunma Bakanımız İsmet Yılmaz da vardı.
“Sunni ittifak” ordusu, aslında ABD’nin Ortadoğu için öngördüğü yeni bir NATO’ydu. Donald Trump kendisinden önce planlanmış olan bu projeyi destekliyordu. Bu yılın Mayıs ayında Suudi Arabistan’a 110 Milyar dolarlık silah satışına onay vermesi de bunu doğruluyordu.
Türkiye’nin böyle bir askeri ittifaka katılmasına dair herhangi bir meclis kararı yoktu. Ancak Davutoğlu’nun açıklamasına göre katılmıştı. Hem de Erdoğan’ın tüm ABD karşıtı söylemlerine rağmen!
Kurulan ittifak ordusunun geçit töreninde Türk Bayrağının yer alması da Türkiye’nin meclis kararı olmadan bu ittifaka katılmış olduğunun bir başka kanıtıdır.
Hiç kuşkusuz, İttifakın amacının “İran’la savaşmak ve Türkiye’yi parçalayarak Büyük Kürdistan’ı kurmak” olması başlı başına bir ihanettir.
Üstelik bütün bunlar 17-24 Aralık sürecinden sonra olduğundan “ Bizi FETÖ kandırdı” da diyemezler.
Yani; Suç sabit ve ortada.
Ama hala bir savcı bulamadık!
YÜKSEL SARI
Bir yanıt yazın