Rusya’dan S-400’ler ve NATO
Alaeddin Yalçınkaya
Füze savunma sistemi, günümüz savunma politikalarının ulaştığı ileri bir merhaledir. Sistemin temel ögesi füze olduğu halde bunlar, kendisine yönelen füzeleri havada imha etmek üzere kurulur, saldırı amaçlı değildir. Sistemde füze kadar önemli olan diğer bir unsur ise radar olup saldırgan füzenin ateşlenmesinden hemen sonra ülkesini hedef aldığına dair istikamet bilgisini belirler, belirli bir mesafeye geldiğinde havada imha edecek savunma füzelerini harekete geçirir. Özellikle Suriye’de savaşın çevreyi tehdit aşamasına gelmesiyle Türkiye bunun ihtiyacını hissetmiştir. Geçici olarak patriotlar belirli bölgelere konuşlanmış, ancak bunların hedef şehirleri koruma kapasitesi, maliyeti ve denetimi ciddi sıkıntalara yol açmıştır. Konuyla ilgili bugüne kadar kalıcı bir tedbir alamamıştır.
Bu alanda başta ABD ve önde gelen NATO üyeleri olmak üzere Rusya, Çin gibi ülkeler kendi teknolojileri ile bu sistemi kurmuşlardır. İsrail, Gazze’den gelen füzelere karşı “demirkubbe” diye anlandırdığı mekanizmayı kurmuş, hatta önceki yıllarda Gazze’den gelen füze saldırılarıyla bunu test etmiş ve açıklarını kapatmıştı.
Türkiye, ise NATO üyesi olarak ittifak içinde sorunu çözerek, müttefiklik şartları gereği bedelini de ödeyip bir miktar teknoloji satın alarak, kendi personel ve kaynaklarının da katılabileceği uygun bir sistem kurmak üzere teşebbüse geçmiştir. Ancak bu teknolojiye sahip NATO patronları, daha önce de olduğu gibi maliyette, imalatta, teknoloji paylaşımında, ortak istihdam ve ortak yönetim konusunda Türkiye’ye “parayı öde, gerisine karışma” politikasını uygulamıştır.
Öncelikle farklı teknolojilerin sözkonusu olduğu bu sistemleri kuran ülkeler, Ar-Ge ve üretime kaynak ayırarak bu sonuca ulaşabilmişlerdir. Bu sistemler, aslında birçok farklı alandaki teknolojik birikimin ve sektörün bir bakıma bileşkesi durumundadır. “Biz de kendi füze savunma sistemimizi kuralım” dediğimizde akşamdan sabaha sonuç alınacak bir konu değildir. Bununla beraber Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra Rum lobisinin baskısı ile ABD’nin Türkiye’ye silah ambargosu, ABD-Türkiye ilişkileri tarihinde Türkiye açısından en olumlu aşama olmuş ve Türkiye yeniden kendi savunma sanayiini kurma yolunda teşebbüse geçmiştir. ASELSAN, Havelsan, Roketsan, TAI gibi bugün medar-ı iftiharımız durumundaki kuruluşlar bu süreçte gelişmiştir. Bu kuruluşların kadroları ve tecrübeleri ile Türkiye, kısa vadede olmasa da orta vadede kendi savunma sistemini kuracak aşamaya gelecektir. Ancak “marifet, iltifata tabidir” kuralı gereği kaynak aktarılmadan yapılabilecek birşey yoktur. İşte NATO patronlarının istediği paranın yaklaşık onda birinin kendi Ar-Ge alanlarına ayrılmasıyla bu alanda da harikalar ortaya çıkacaktır. Buna karşın başka ülkelerle bu alanda da işbirliği yapmak, teknoloji paylaşım ve transferi ile daha kısa sürede bu sistemleri kurmak son derece makuldür.
Daha önce Çin ile mutabakat süreci sonuçsuz kalmış, NATO’dan gelen tepkilerin de bunda etkisi olmuştur. 2017 itibariyle başta ABD olmak üzere NATO’daki müttefiklerimizin Türkiye’yi hedef alan bölücü örgütleri desteklemeleri, kollamaları, her fırsatta üzerimize salmaları ittifaklık ilişkilerini de tartışır hale getirmiştir. Belirtmek gerekir ki bu süreçte Türkiye’nin fevri bir kararla NATO’dan ayrılması son derece yanlış olacaktır. Halen dünyanın en güçlü savunma kuruluşu durumundaki bu örgütün, Türkiye aleyhindeki bütün icraatlarına karşın dışında kalmak içinde olmaktan çok daha riskli olacaktır. Dolayısıyla uluslararası sözleşmelerle gerçekleşmiş olan bu ittifak ilişkisini muhafaza etmek son derece önemlidir.
Buna karşın “bir NATO üyesi ancak diğer NATO üyelerinden silah alabilir” diye bir kural hiçbir şekilde sözkonusu değildir. Savunma sistemi bünyesindeki başta iletişim olmak üzere yazılımlar, programlar açısından sorun olabilir. Ancak üye olsa da bir ülkenin ittifaklık ilişkilerine zarar vermeden kendi savunmasını daha ileri bir düzeye çıkarma hakkı her halde saklıdır. NATO Sözleşmesi’nin 8. Maddesine göre “her bir taraf, .. Antlaşma ile çelişen uluslararası sözleşmelere girmemeyi taahhüt eder” hükmünü getirmiş olup buna göre bir tarafın kendi savunması için ittifak dışındakilerle işbirliği yapamayacağı anlamı çıkmaz. Nitekim Yunanistan, Rusya’dan S-300 füzeleri satın almış ve bunları Ege adalarında konuşlandırmıştı. Eski Varşova Paktı üyeleri, Romanya ve Bulgaristan ile Doğu Almanya’nın katıldığı Almanya’da halen bu füzelerin bulunması ayrı bir konudur. Ancak Yunanistan’ın başta füze olmak üzere silah alımında Rusya ile işbirliğinde Türkiye dışında NATO üyelerinden ciddi bir tepki gelmemişti.
Türkiye’nin bu aşamada Rusya veya başka bir ülke ile işbirliği yapması, ittifak ilişkilerindeki güven sorununu gündeme getirecektir. Ancak bu sorun Türkiye açısından on yıllardır sözkonusu olup ittifak şemsiyesi altında ülkemizi işgal girişimleri, düşmanla işbirliği örnekleri defalarca yaşandı. İttifakların oluşumuna yol açan faktörler arasıdan, hedef ülkeleri denetim altında tutmak da sayılır. Ancak böyle bir gerekçe ile müttefik ülkenin toprak bütünlüğünü, güvenliğini tehdit etme, bu ülkede etnik çatışmaların alt yapısını oluşturma, hatta inancını, kültürünü, sosyal yapısını dejenere etmeyi hiçbir ülke kaldıramaz.
Türkiye’nin füze savunma sistemini Rusya ile birlikte kurmasının teknoloji transferi boyutuna değindik. Bunun kadar önemli olan diğer boyut ise bu ülkenin jeopolitik zenginliği ve öneminden kaynaklanan çok boyutlu dış politika imkanlarını “düşman müttefiklere” ispat etmektir. İttifak sözleşmesine halel getirmeden, ülke savunması ve güvenliği için her türlü tedbiri almak, başka ülkelerle işbirliği yapmak, gerektiğinde teknoloji transfer etmek, üretmek, geliştirmek egemen bir ülke olarak Türkiye’nin de hakkıdır. Geçen yüzyılın sömürgecileri durumundaki müttefiklerimizin ittifak ilişkilerini yeni sömürgeci planlarına zemin yapma hatasından da dönmeleri gerekmektedir.
Öncevatan, 02.08.2017
alaeddinyalcinkaya@gmail.com