İsrail, Arap Dünyası ile geliştirdiği ilişkileri İsrail-Filistin meselesinin çözümünde kullanıyor ve iki devletli çözümü öngören kapsamlı bir barış anlaşmasını amaçlıyor.
Bu yüzden güç dengesi çok hızlı değişiyor ve Orta Doğu yeniden inşa oluyor…
*
Bir çok şeyle birlikte Orta Doğu’da kurulmakta olan Sünni ve Şii eksende de;
Artık, dini lider Fethullah Gülen ve siyasi lider Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde Türkiye’den İslam coğrafyasında vizyona konan,
Barışın ve adaletin dini inanışlar üzerinde inşa edilmesine dayanan ve sadece ekonomi değil, siyasal, kültürel ve sosyal boyutlarında bütün etnik yapıları da İslam Birliği potasında algılayan ve İslami Cihad’ı teşvik eden “Siyasal İslamcılığa” asla herhangi bir kredi tanınmıyor…
*
İşte Fethullah Gülen en aşağılık şekilde tasfiye edilmiştir, Recep Tayyip Erdoğan sırasını bekliyor…
*
Çünkü Türkiye mutlaka farklı etnik ve dini kökenlerden gelen insanları bir arada yaşatmak için normalleşecektir.
Bir yanda, “Toplumsal hayat” ta siyaset ve kültürün ancak bir bölümünde tarikatlar, cemaatler ve dini kurumlara serbestlik verilecek,
Farklı ideoloji, görüş ve inançta Kürtlerin demokratikleşme perspektifi esasında siyasal nicelik ve niteliklerini kazanmaları siyaseti özgürleşecektir…
Öte yanda “Devlet” bu toplumu küresel siyasi ve ekonomik kriterler dengesinde tutacak bir doğrultuda gelişirken;
Türkiye yeniden “Küresel İstikrar, Büyüme ve Güvenlik ” bileşkesinin güvenilir bir üyesi olacaktır…
*
Bu noktada Erdoğan; tasfiye edilmenin, uluslararası ceza divanında yargılanmanın, eğitimini belirleyen ve onu hastalıklı raddede önyargılı yapan “La şarkıyye la garbiyye illa İslamiyye illa İslamiyye’ felsefesinin baskısında ağır bir psikolojik travmadadır…
*
Çaresi belki toplumu kendi hakimiyeti altına almak, kendi anlayışı doğrultusunda kültürel değişim yaratmak ve gücünü pekiştirmek üzere giderek totaliterleşmekten geçiyor.
Ama bu sırada hukuk devletine, güçler ayrılığına ve demokratik değerlere zarar veriyor.
Sadece bir siyasi güç meselesi olarak değil ama aynı zamanda insanların zihniyetleri için ideolojik ve çok sert bir iç savaşı yürütüyor.
Yıllar boyunca inşa edilen tüm değerleri hızlı bir şekilde yıkıyor.
Ve sivil toplumun taşıyıcıları bu durumu engelleyemiyor…
*
Erdoğan’ın önyargılarıyla yürütülen Türkiye dış politikası ise artık açık açık uluslararası dengeleri alt üst ediyor…
Batı’dan gelen eleştirilere misliyle mukabele gibi olumsuz bir diplomatik tutum Türkiye dış politikasını belirleyen en önemli unsur olmuştur…
*
Ama Batı, bizzat yaşayarak İslamcılığın ve bu çerçeveye alınmış Türkiye’nin demokrasi ile bir ilgisinin olmadığını görmüştür.
İslamcılığın ülke ekonomilerini rekabetçi baskılara dayanabilecek bir ekonomi varlığı içinde tutmasının olanaksızlığı,
Bu düşünüşte olanların herhangi bir siyasi diyalogla farklılıkları tartışmak ve riskleri azaltmak potansiyeline asla sahip olmadıkları,
İslamcılığın sadece eleştirilere misliyle mukabelede bulunan fikrî ya da eyleme yönelik cihatçılar yetiştirdiği anlaşılmıştır.
*
Nitekim işbu karakteriyle Erdoğan Türkiye’si, AB üyeliği için şart olan Kopenhag ve Maastricht kriterlerini yerine getirmiyor.
Bu durum, Türkiye’nin üyesi olmayı istediği AB ve lider ülkesi Almanya’nın “Enerji Ekonomisi”ni belirlemek üzere;
1-Hazar Havzası bölgesinde etnik ve toprak sorunlarıyla örtüşen, bu yüzden boru enerji hatlarının yönüyle ilişkin sorunlar oluşan; Batı-Doğu (Bakü, Tiflis, Ankara-Washington) ve Kuzey-Güney (Moskova, Yerevan, Tahran) bloklaşmalarında etkin olma mücadelesini olumsuz etkiliyor.
2-Aynı şekilde AB ve Almanya enerji ekonomisi politikasını Güneydoğu Anadolu’da Kürt Hareketi ve Kuzey Irak Kürt Bölgesi Yönetimi üzerinden de şekillendiremiyor.
Sadece bunlar dahi AB zararına yazılıyor…
*
Önce Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Türkiye’yi denetime almıştır.
Ardından Malta/ Valletta Zirvesinde başlayarak AB’nin Türkiye’nin üyelik müzakereleriyle ilgili aldığı kararlarla;
Türkiye ekonomisi ve siyasetindeki zararların AB ülkelerine yansımasını kompanse etmek: Bu sırada Türkiye’nin küresel sistemin santrifüj kuvvetleriyle sarsılması: Yeniden AB’nin istisnaî siyasi ve ekonomik gücünü hissederek kararlılığını pekiştirmesi: Yapısal bir dizi reformlardan geçmesi: Düzene girdikten sonra yeniden küresel ekonomiye entegre edilmesi sürecine girilmiştir…
*
Bu nokta, Türkiye’nin birbiriyle yakın ilişkili bir dış politika uygulamasında AB çevrelerini nasıl çileden çıkardığına ilişkin bir örnek istiyor…
*
Mart 2016’da AB ile Türkiye, Mülteci Zirvesi’nde vizelerin kaldırılmasını da içeren bir çalışma yürütülmesinde mutabık kaldılar.
Türkiye mülteci kriziyle mücadelede işbirliği yapmak için “tüm AB üyesi” devletlerden, Güney Kıbrıs tarafından veto edilen müzakere başlıklarının açılmasına yönelik açık taahhütlerini talep etti.
AB ise vize muafiyeti verilmesi için 2013 yılında kararlaştırılan ama Güney Kıbrıs’ın vetosuna takıldığı için henüz hiçbir ilerleme kaydedilmeyen 5 madde için Türkiye’nin dikkatini çekti…
*
Buna göre AB; Türkiye’den Kopenhag kriterleri doğrultusunda;
1- “Tüm AB ülkeleri” vatandaşlarına ayrımcılık yapmaksızın Türk topraklarına vizesiz giriş hakkını tanımasını,
2- “Terörle Mücadele Yasasının” AB müktesabatına uygulanmasını istedi.
*
Ama ” tüm AB ülkeleri” vurgusu, Türkiye’nin devlet olarak tanımadığı Güney Kıbrıs’a işaret ediyordu.
Mesela vize işlemlerinde Türkiye’nin “Güney Kıbrıs Rum Kesimi” ifadesi yerine “Kıbrıs Cumhuriyeti” ifadesini kullanması gerekiyordu…
“Kıbrıs Cumhuriyeti” ifadesini kullanmak ise hem “Rum egemenliğini kabul etmek” hem de “Kıbrıs sorununun” ortadan kalkması demekti…
*
Bunun hiçbir zaman diplomatik müzakereleri yapılmadı.
Erdoğan anlaşmanın bu püf noktalarından hiç bir zaman Türkiye’yi bilgilendirmedi.
*
İslamcı Türkiye hükümeti, Mülteci Anlaşması ile “kazıklanmışlık” güvensizliğine savruldu.
AB ve Almanya’ya karşı misliye mukabele gibi giderek artan olumsuz bir diplomatik tutuma girdi.
Türkiye’nin bu güvensizlikleri karşısında Batı, işte Malta/ Valetta kararları doğrultusunda ödünsüz bir tavır sergilemeye başladı.
Nitekim bu tavır, İsviçre’nin Crans-Montana kentindeki Kıbrıs müzakerelerine yansıdı ve müzakereler sonuçsuz kapandı…
*
Halbuki Türkiye; Kıbrıs üzerindeki tarihsel haklarını bir yana koymuştu.
Cumhurbaşkanı M. Akıncı’nın teklif ettiği, “Garantör ülkeler Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’den oluşan çok uluslu bir güç oluşturulması planı”nı öngörüyordu…
*
Ama bu plan,
1- Ankara Anlaşmasıyla kazanılan Kıbrıs’ta, Türklerin siyasi eşitliğinden idareye etkin katılımından ve aynı toplumsal statülerle hak ve özgürlüklerinden ve garantörlükten feragat edilmesi, mülkiyet ve toprak gibi konularda zarara uğranması,
2- Lozan Anlaşması çerçevesinde Türk-Yunan dengesinin bozulması,
3- Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin AB’ye “Kıbrıs Adası ” olarak girmesi hâlâ tartışmalı bir konu iken, Türkiye’nin “Kıbrıs’ın karasularındaki ve münhasır ekonomik bölgesindeki egemenlik haklarından” vazgeçmesi anlamına geliyordu…
*
Buna rağmen Dışişleri Bakanı M.Çavuşoğlu, işte o misliye mukabele gibi olumsuz diplomatik tutumuyla, “Türk Milleti’nin hiçbir tehdit ve şantaj karşısında boyun eğmediğini en iyi Almanya bilir. Bu yönde yapılan tehditleri de aynı devlet ciddiyetiyle değerlendirir ve karşılığını da elbette veririz “diyordu ki;
*
Yeniden onarılmaya çalışılan Türk-İsrail ilişkilerinde yeni bir döneme girilmesi anlamında,İstanbul 22. Dünya Petrol Kongresinde;
İsrail’in Doğu Akdeniz’de bulduğu doğalgaz yataklarının Türkiye üzerinden Avrupa ve dünya pazarına açılması projesiyle ilgili,
Taraflar yıl sonundan önce İsrail ve Türkiye arasındaki boru hattının inşa edilmesini sağlayacak hükümetler arası bir çatı anlaşmayı tamamlamak konusunda anlaşmaya vardılar…
*
Kıbrıs’ta siyasi mülkiyet konusunda, Doğu Akdeniz ve Mısır’da bulunan hidrokarbon kaynakları katalizör bir güç olarak devreye girmişti.
O yüzden Türkiye, Crans-Montana Kıbrıs müzakerelerinde Cumhurbaşkanı M. Akıncı’nın teklifi plandan vazgeçti.
Yeniden, adanın birleşmemesi halinde bir kesimin adanın tümünü temsil ediyormuş gibi görülmesinin Avrupa değerlerine aykırı olduğunu savunmaya başladı.
*
İsrail ile boru hattı konusuyla, yeniden Kıbrıs’ta siyasi mülkiyetler konusunda tartışılmaya değer bir çok konu ortaya çıktı.
1-Kıbrıs, ABD ve Rusya’nın Stratejik Silahların Sınırlandırılması Anlaşmalarında karşı karşıya geldikleri bir adadır.
NATO’nun Stratejik Konsept Belgesinin omurgasını oluşturan füze savunma araçlarının Kıbrıs’ta konuşlandırma yerleri, imha araçlarının hızı ve sayısı, konum algılama sistemleri gibi başlıklar küresel ortaklaşmaya yönelik askeri güç dengesinde büyük önem arzediyor…
2- Halbuki hem Türkiye hem mevcut iki devletli haliyle Kıbrıs; Stratejik Konsept Belgesinde “AB üyesi olmayan NATO ülkesi” olarak anılıyor ve bu durum NATO’da sorun teşkil ediyor…
*
Çünkü Türkiye’nin, NATO’nun AB üyesi olmayan bir müttefiki olarak Avrupa güvenliğine katkısı için öncelikle Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasına dahil edilmesi gerekiyor.
Fakat AB üyesi Kıbrıs Rum Yönetimi Türkiye’nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasına girmesini ve bu durumda Türkiye de Kıbrıs’ın NATO’ya girmesini engelliyor…
*
Ne ki, bu yeni bir şey değildir.
Zaten Erdoğan Türkiye’si, AB üyeliği için şart olan Kopenhag ve Maastricht kriterlerini yerine getirmiyor.
Bir öyle bir böyle uygulamalarla oluşan bu karmaşanın ise ancak farklılıklara tahammülü olan olgun bir diplomatik tartışma ile aşılabileceği biliniyor…
Ancak bu takdirde Kıbrıs Türk ve Rum kesimlerinin birleşme şartlarında anlaşmaları ve “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti”nin NATO’ya ve Türkiye’nin de Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasına üye olmasıyla;
İsrail ve Güney Kıbrıs gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya aktarılacağı ve tüm sorunun adil biçimde çözülebileceği öngörülüyor.
*
Ama Batı’nın, Türkiye’den bir olumluluk işareti almadan asla ödün vermeyeceği görülüyor.
Bu noktada İsrail ve tüm Batı, Türkiye’yi baskılıyor.
Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel, “Türkiye’ye çok sabır gösterdik, ilişkilere bu şekilde devam edemeyiz” diyor…
22.7. 2017
Bir yanıt yazın