Birkaç gün boyunca Ruanda’lı bir konuğum oldu. İngiltere’de, Brighton’da yaşayan yakın arkadaşım, “yeşil militan” Ümit Öztürk’ün selamıyla geldiği evimde tam bir Afrika havası estirdi Vivien. Kuzenim Haluk ağabey, Mert, ben gezdirdik zaman buldukça. Pek sevdi İstanbul’u.
Ümit gibi Brighton’da yaşayan, ülkesi Ruanda ile sıkı bağları olan genç bir kadın Viv. İstanbul’a geliş nedeni de Ruanda’da hayata geçirilmesine çalıştığı bir sosyal sorumluluk projesi zaten. Projenin hedefi kadınlara yönelik, kadınların işlettiği küçük konfeksiyon atölyeleri açarak onların iş sahibi olmalarını sağlamak. Bankalardan uygun ödeme koşullarıyla alınacak kredilerle gerçekleştirilebilecek bir proje bu. Viv’in örrnek aldığı kişi geliştirdiği kredi sistemi ile binlerce Bangladeşli kadını kendi işinin sahibi yapan ekonomist Muhammed Yunus. Viv’in elinden kitabını düşürmediği Yunus bu çalışması nedeniyle Nobel Ödülü’ne layık görülmüştü.
Kimi zorlukları var tabii ama Viv projenin başarıyla hayata geçeceğinden emin. Bu çerçevede görüşmeler yapmak üzere gelmiş İstanbul’a. Ben de ona destek olmaya söz verdim, ne becerebilirsem artık.
Konuk Ruandalı olunca sormadan edemedim tabii. Konuşmaktan hoşlanmayacağını düşünerek temkinli bir biçimde soykırım sonrası durumun ne olduğunu sordum Viv’e. Ruanda’dan elbette büsbütün habersiz biri değilim, nerede hakkında haber, makale görsem okurum. Küçük çaplı bir arşivim de vardır ülkeyle ilgili. Ama ilk kez bir Ruandalı ile karşılaşıyordum, bir de ondan dinlemek gerekti olanı biteni, hatırladığı ne kadarsa artık.
“Küçüktüm” diyor Viv soykırım sırasında. Babasını, kardeşini kimi yakınlarını kırımda kaybetmiş biri olmasına rağmen ülkesinde çoğunluğu oluşturan Hutu’lara kin besliyor değil. “İnanmayacaksın ama o travmayı atlattık biz ülke olarak” diyor. Ekliyor: “Şimdi birbirimize o kadar bağlıyız ki hiçbir Tutsi ya da Hutu birbirinden ayrılmaz.” Viv, “Gazetecisin araştır, göreceksin, ekonomik olarak da çok iyi durumdayız. Afrika’nın İsviçresi diyorlar bize” demeyi de ihmal etmiyor.
Bunu biliyorum elbette. 11 milyonluk bu doğa harikası güzel ülkenin başkentinde “araçlara kapalı sokaklar” oluşturulmuş, bazı kentlerinde klakson yasağı getirilmişti. Bu, soykırım sonrası hızla normale dönüşün işaretiydi de, çevre sorunları konusunda aldığı mesafeyi gösterdiği kadar. “Tutsi ya da Hutu olarak farkınız nedir?” diye sordum. Yanıtı, “ne farkı?” oldu. “Bir fark yok ki. Hiçbir zaman da olmadı” dedi. “Peki bu olan bitenler” diyemeden “bizim etnik, din, dil açısından birbirimizden farkımız yok. Akraba kabileleriz biz. Ama Batılıların, özellikle Belçika’nın yarattığı sözde ‘tarihi bir fark’ var. Uydurma, yapay, sahte, nasıl adlandırırsan işte, öyle bir fark’ bu”sözleri döküldü ağzıdan.
Belçika emperyalizmi Tutsilerin fiziksel olarak Hutulardan daha ince, uzun boylu oluşlarını, onların farklı bir “etnisiteye” ait olduklarının gerekçesi yaparak toplumu böldü. Viv’in söyledikleri bildiklerimize uyuşuyor elbette. Tutsiler ülkenin en eğitimli kesimini oluşturuyor bu arada. Belçika önce azınlıktaki Tutsileri desteklemiş hep, bir anlamda şımartmış da. Ama daha sonra aynı Belçika tutum değiştirerek Hutuların yanında olmuş. İki kabile arasında çatışmalar, ölümler 50’lerden beri var aslında. 1959’da Hutular Belçika’nın desteğiyle 20 bine yakın Tutsiyi katletmişlerdi.
Tabii 1994’de yaşanan, Fransız emperyalizminin de parmağı olan olaylar bir soykırıma yol açtı. Tam bir milyon Tutsi ile ılımlı Hutu, ırkçı Hutular tarafından katledildi. Tam 3 ay 10 gün süren soykırımda yarım milyon kadına tecavüz edildi. Tecavüz sonucu doğan çocukların sayısının 20 bin olduğu söylenir.
Viv anlattı, ben de bildiklerimi söyledim, bir geceyi böyle tamamladık. “Şimdi nasıl durum?” dediğimde “şimdi her şey mükemmel” yanıtını hiç beklemiyordum. “Çok ders aldık. Korkunç bir vahşet sonrası hiç kimsenin beklemediği bir kaynaşma yaşadık” diyor Viv. Bakın neler olmuş: İlk olarak nüfus cüzdanlarında kişinin kabilesinin adı hanesi kaldırılmış. Herkes Ruandalı olarak kaydediliyor kimliğe. Ülkenin her kesimin özelliklerini yansıtan yeni bir bayrağı var. Eski milli marş da değişmiş. Tüm bunlar tek bir “ulus” olma yolunda önemli bir adım Viv’e göre.
Asıl çarpıcı olan ise kitaplı dinlerin yanı sıra yerel dinlerden de uzaklaşılmış olması. Viv, çok iddialı, “ülke nüfusunun hemen hemen tamamı artık dinsiz” diyor. “Neden?” diyorum, “ayrıma yol açacak tek bir şey istemiyoruz da ondan. Dinler bölücü” oluyor yanıtı. “Ayrıca” diyor “İsa da, totem de yardıma gelmedi düşüncesi çok yaygın ülkede”. Soykırım sırasında, kim hangi dine inanıyorsa, işe yaramadığını görmüşler Viv’e göre. “Müslümanlar ne durumda?” dediğimde “ülkede Müslüman yok denecek kadar az” oluyor yanıtı.
Devlet Başkanlarını çok seviyorlarmış Ruandalılar. Yaptığı herhangi bir işte asla ama asla herhangi bir dini kurumu işin içine karıştırmıyormuş çünkü. Viv’in en çok övündüğü de Ruanda’yı adeta kadınların yönetiyor oluşu. Her kurumda, her devlet dairesinde, politikada, eğitimde kadınların egemenliği var diyor Viv.
Çok çarpıcı buldum anlattıklarını. “Daha yakından izleyeceğim Viv” diyorum. “Daha yakından izlemenin yolu gelip görmen” diyor gülerek.
Çağırdı. Gideceğim tabii.