Diktatörlükler ve milletin meşru direnme hakkı !
Bilindiği üzere, Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan MİT TIR’ları davası sonuçlanmış ve gazetenin o tarihteki genel yayın yönetmeni olan CHP milletvekili Enis Berberoğlu,
temyiz aşamaları sonuçlanmadığı halde tutuklanarak cezaevine konulmuştur. Bu gelişmeyi takiben CHP yönetimi radikal bir kararla, ülkede adaletin bittiğini, bu nedenle Ankara’dan İstanbul Maltepe Cezaevi önüne kadar “Adalet isteriz” temalı bir yürüyüş başlatmıştır. Bu demokratik hak arayışına destek mahiyetinde Millî Merkez’in 15.06.2017 tarihli Basın Açıklamasında;
“Anamuhalefet partisi CHP’nin Genel Başkanı Sn. Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı “adalet” yürüyüşünü haklı, meşru ve doğru buluyoruz.
Çünkü yürüyen sadece Sn. Kemal Kılıçdaroğlu değil, toplumun adalet isteyen vicdanıdır. Bugün tarafsız olmayan, hukuk devletinden hızla uzaklaşan, anti-demokratik kararlarla siyasallaştırılan yargı Demokrasimize yapılacak en büyük kötülüktür.
Yargının siyasallaştırılması, OHAL’in amacından saptırılarak, tüm muhalif kişi ve kurumlara yönelik bir baskı ve infaz aracına dönüştürülmesi asla kabul edilemez.
Çünkü adalet yoksa, yargıya güven kalmamışsa, o zaman milletin demokrasi ve hukuk kuralları içinde direnme hakkı meşru hale gelir.
Sn. Kemal Kılıçdaroğlu’nun “adalet” yürüyüşünde kalben ve fiilen yanında olduğumuzu ve olacağımızı kamuoyuna saygılarımızla duyururuz. Halkımızı, tüm siyasi parti, sendika, sivil toplum örgütleri ve platformları hukuk ve meşruiyet içinde, kırıp-dökmeden, şiddet ve provokasyona meydan vermeden, bu “adalet” yürüyüşüne ve arayışına katkı vermeye davet ediyoruz.” [[1]]
denerek, geçtiğimiz 16 Nisan 2017 tarihinde, Yüksek Seçim Kurulunun “tam kanunsuzluk” halinde 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri Ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun’unun 98. ve 101. Maddelerindeki seçmen pusulası ve zarfların mühürlü olması hakkındaki açık hükmünü çiğneyerek, referandum sonuçlarını değiştirmesi ile kabul edildiği açıklanan Anayasa değişikliğinin, demokrasinin temel kuralı olan “kuvvetler ayrılığı” ilkesini yok ederek, yasama-yürütme-yargı kuvvetlerinin tek elde toplandığı ve giderek diktatörlüğe dönüşmekte olan bir “tek adam” rejiminin, bağımsız yargı ve adaleti yoketmesi nedeniyle milletin meşru direnme hakkının doğduğunu açık bir şekilde dile getirmiştir.
CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu da en başından bu gerçeği dile getirerek anayasa referandumunu ve bu referandum sonrasında yapılacak idari işlemleri “gayrı meşru” [[2]] saydığını açıklayarak, sadece partililere değil toplumun tüm kesimlerine çağrı yaptı. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası yaşananlar için,
“Biz Türkiye’de kendi topraklarımızda bir DİKTA YÖNETİMİYLE KARŞI KARŞIYAYIZ. Bıçak kemiğe dayandı artık. Yeter diyoruz. Bu ülkeye adalet ya gelecek ya gelecek. Eğer bir bedel ödemek gerekiyorsa o bedeli önce biz ödeyeceğiz. Bu yürüyüşün bir siyasi partiyle ilgisi yok. Adalet, adalet, adalet. Biz dikta istemiyoruz, darbecileri istemiyoruz, 20 TEMMUZ DARBESİNİ YAPANLARI İSTEMİYORUZ. Adaletin olmadığı bir ülkede yaşamak istemiyoruz”
diyerek yürüyüşe başladı. Bu adalet yürüyüşü, Sayın Kılıçdaroğlu’nun ifadesiyle sandıklardaki oyları YSK’daki bir çete tarafından çalınan “hayır” cephesinin tamamı tarafından aynen referandumda olduğu gibi büyük destek görecektir. Hayırsever muhalefet cephesinin birlikteliğini pekiştireceği korkusu ile beklendiği üzere, AKP’nin payandası MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin bu adalet yürüyüşüne siyasi ahlâka uymayan ifadelerle hücum etmiştir. Vatan Partisi ise Hayır cephesinde yeralmışken, Genel Başkanı Doğu Perinçek 16.06.2017 tarihli basın açıklaması sonrasında attığı 15 tweet[[3]] ile bir taraftan, tutuklanan CHP milletvekili Enis Berberoğlu’nun derhal serbest bırakılmasını isterken, 12 ve 13 nolu tweetlerde;
12- CHP, TSK’nın vatan savunması kapsamındaki bütün uygulamalarını “gayri meşru” ilan ederek, ABD ve İsrail’in Kürdistan planını bozacak silahlı kuvvetin elini kolunu bağlamak peşindedir.
13- Devlet organlarının her eyleminin “gayri meşru” sayılması, iç cephede bölünmelere ve çatışmalara yol açacak olayları fitilleyebilecektir.
ifadeleriyle CHP’nin referandumu ve referandum sonrası yapılacak idari işlemleri “gayrı meşru” saydığı açıklamasını, “TSK’nın vatan savunması kapsamındaki bütün uygulamalarını “gayrı meşru” ilan ettiği” gibi varolmayan bir duruma indirgeyerek, CHP’nin adalet istemesini (bunun için tüm hayır bileşenleriyle birlikte yürümesini) “iç cephede bölünmelere ve çatışmalara yol açacak olayları fitilleyebilecektir.” diyerek, yürüyüş karşıtı cephede yerini almıştır.
CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu, 15 Temmuz 2016 Fetöcü ayaklanmasını bir “kontrollü darbe” olarak tanımlamakta ve esas darbenin 20 Temmuz 2016’da yapıldığını ve böylece başlayan sürecin anayasa referandumuyla “tek adam” rejimine geçildiğini, parlamenter rejimin ortan kaldırılarak bir dikta rejimi kurulduğunu ifade etmektedir.
16 Nisan 2017 referandumu ile fiilen yürürlüğe sokulan Anayasa değişikliğinin nereden alındığı konusunda en çarpıcı ipucu Sayın Cumhurbaşkanı tarafından verildi. Kendileri 31 Aralık 2015 akşamı Suudi Arabistan’dan dönüşünde Atatürk Havaalanında gazetecilere yaptığı açıklamalar arasında “Hitler Almanyasında da Başkanlık vardı” dedi.[[4]]
Gerçekte yaşanmakta olan süreci, Hitler Almanyasında faşist diktatörlüğün inşaası süreciyle karşılaştırdığımız zaman ilginç benzerlikler ortaya çıkmaktadır.
Almanya Süreci | Türkiye Süreci |
Avusturya doğumlu Adolf Hitler 1919’da Alman İşçi Partisine (Deutsche Arbeiterpartei-DAP) üye olmuş, parti 1920’de Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisine (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei-NSDAP) dönüşmüş ve Hitler 1921’de parti içinde darbe yaparak başkan olmuştur. | Saadet Partisi üyesi Recep Tayyip Erdoğan, bir kısım üyelerle birlikte Saadet Partis’nden ayrılarak, 14 Ağustos 2001’de AKP’yi kurdular ve RTE parti genel başkanı oldu. |
Hitler’in Şansölye seçilmesi için önündeki engel, 1925’te Avusturya vatandaşlığından çıkan Hitler’in 1932’ye kadar vatansız statüde olmasıydı. dönemin İçişleri Bakanı ve aynı zamanda Thule Cemiyeti’nin üyelerinden olan Dietrich Klagges tarafından 25 Şubat 1932’de Berlin’de bulunan Brunswick temsilciliğine atanarak devlet memuru statüsü kazandı ve Alman vatandaşlığına geçti. | 12 Aralık 1997’de Siirt’te topluluğa yaptığı konuşmada, Türk Ceza Kanunu’nun 312/2 maddesinden “Halkı din ve ırk farkı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek” suçunu işlediği için hüküm giyip hapis yattı. Bu suçu Anayasanın 76. Maddesinde sayılan suçlar kapsamında olduğundan 3 Kasım 2002 seçimlerine katılamadı. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın girişimiyle Recep Tayyip Erdoğan için Anayasa değişikliği yapılarak yenilenen Siirt seçimlerinde Siyasi Partiler Kanununun 25. Maddesine aykırı şekilde aday olup, milletvekili seçilerek, Başbakanlık yolu açıldı. |
Adolf Hitler’in başkanı olduğu Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi 6 Kasım 1932’de yapılan seçimlerde % 33,1 oy alıp, 196 milletvekili kazanarak 1. parti olmuştur. | R. Tayyip Erdoğan’ın başında bulunduğu AKP 3 Kasım 2002’de yapılan seçimlerde % 34,43 oy alarak 365 milletvekili kazanarak 1. Parti olmuştur. |
30 Ocak 1933’te A. Hitler Başbakan olmuştur. | 15 Mart 2003’te R. T. Erdoğan Başbakan oldu. |
27 Şubat 1933’de Alman Meclisi yakılmıştır. | 15 Temmuz 2016’da TBMM bombalandı. |
28 Şubat 1933’de Hükümet Olağanüstü Hal ilan etmiştir. | 20 Temmuz 2016’da Hükümet Olağanüstü Hal ilan etti. |
Olağanüstü Hal Kararnameleriyle devleti düzenlemeye başladı. | Olağanüstü Hal altında Kanun Hükmünde Kararnamelerle devleti düzenlemeye başladı. |
Olağanüstü Hal bahanesiyle, orduda tasfiye yapıp, komünist, sosyalist, sosyal demokrat aydın ve gazetecileri tutuklayarak muhalif sesleri kıstılar. | Olağanüstü Hal bahanesiyle ordu, bürokrasi ve yargıda Fetöcüleri temizlerken, Atatürkçüleri de tasfiye ederek, muhalif aydınları, gazetecileri ve muhalefet milletvekillerini tutuklayarak muhalif sesleri kıstılar. |
Fırsattan yararlanan Hitler, Olağanüstü Hal şartlarında milliyetçi, küçük Alman Ulusal Halk Partisi’nin (DNVP) desteğini alarak ülkeyi seçimlere götürmüş, kendi partisi NSDAP ve DNSP dışındaki partilerin seçim çalışmalarını durdurmuş, 5 Mart 1933 günü yapılan seçimlerde %44 oy almıştır. Hitler seçim kampanyası sırasında pekçok Alman sanayi, banka ve sigorta şirketlerinden mali destek almıştır. | Fırsattan yararlanan R. T. Erdoğan, OHAL şartlarında, küçük Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) desteğini alarak, anayasa değişikliği yapmış ve referandumda devletin bütün imkanlarını kullanarak ve Türk büyük sermayesinin medyasını kesintisiz kullanarak ve YSK’nun tam kanunsuzluk kararıyla onaylatmıştır. |
23 Mart 1933 tarihinde Meclise “Halk ve İmparatorluğun Sıkıntılarını Ortadan Kaldırmaya Yönelik Yasa” (Gesetz zur Behebung der Not von Volk und Reich) isimli bir yetki kanunu tasarısı sundu. | 10 Aralık 2016 tarihinde Meclise başkanlık hedefli Anayasa Değişiklik kanunu teklifi sunuldu. |
24 Mart 1933’te Yetki Kanunu Teklifi 441 evet, 94 hayır oyu ile kabul edilerek, Reichstag’ın (Alman Meclisinin) tüm yetkilerini dört yıl süre ile (1 Nisan 1937’ye kadar) Kabineye, dolayısıyla Başbakan Hitler’e devrediliyor ve Meclisin çalışmalarına bu süre için ara veriliyordu. | 21 Ocak 2017 günü TBMM’nde kabul edilen 6771 sayılı 18 maddelik Anayasa Değişiklik Kanunu ile Meclisin önemli bazı yetkileri Cumhurbaşkanı R.Tayyip Erdoğan’a devredildi. |
Bu beş (5) maddelik Yetki Kanunu ile Anayasa değişikliği yapılmış; | Bu 18 maddelik Anayasa Değişikliği yapılmış; |
1. Maddesi ile Weimar anayasasının 88-2. ve 87. maddelerindeki Parlamentoya ait “Bütçe” yapma yetkisi Hükümete devredilmiştir. | – Anayasanın 162. Maddesi ile Bakanlar Kuruluna verilmiş olan “Bütçe” yapma yetkisi Cumhurbaşkanına devredilmiştir. |
2. Madde ile Hükümetin yayınlayacağı kanunların anayasadan sapsa bile Parlamento kurumlarını etkilemeyeceği, cumhurbaşkanının haklarının saklı olduğu belirtilmiştir. | – Anayasanın 7. Maddesine göre Meclise ait olan yasama yetkisi bölünerek, cumhurbaşkanına Kanun Hükmünde Kararname çıkartma yetkisi verilmiştir. |
3. Madde ile Hükümetin çıkarttığı kanunların resmi gazetede yayınlandığında yürürlüğe gireceği, anayasanın 68-77. maddeleri (yürürlükle ilgili) uygulanmayacaktır. | – Anayasanın 90. Maddesine göre Meclise ait olan Uluslararası Andlaşma yapma yetkisi, cumhurbaşkanına devredilmiştir. |
4. Madde ile Hükümetin yabancı devletlerle yapacağı uluslararası andlaşmalar için Parlamento onayı gerektirmez ve Hükümet bu andlaşmaların uygulanması için gerekli yasal düzenlemeleri yapar. | |
5. Madde ile bu kanun yayım tarihinde yürürlüğe girer, Hükümet başka bir yasa yapınca veya 1 Nisan 1937’de sonlanır. | |
2 Ağustos 1934’te Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg şaibeli şekilde vefat etmiş, bunun üzerine Hitler Cumhurbaşkanlığı makamını da üstlenmiştir. Fiili durumu, hukukileştirmek için yapılan Anayasa Değişikliği Kanunu 19 Ağustos 1934 tarihinde bir referanduma sunularak % 89,93 “evet” oyu ile onaylanarak, Başbakanlık ile Cumhurbaşkanlığı birleştirilip Hitler, FÜHRER ilan edilmiştir. | Cumhurbaşkanı seçildiği günden itibaren, yürütmeye devamlı müdahale eden R. Tayyip Erdoğan’ın durumu için MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli “anayasayı fiili duruma uydurmak gerekir” diyerek, anayasa değişikliği istemiş ve 16 Nisan 2017 referandumu ile Başbakanlık ile Cumhurbaşkanlığı birleştirilip, başkanlık rejimine geçilmiştir. Henüz resmi şekle dönüşmemişse de, Erdoğan için “führer”in benzeri bir unvan olan REİS unvanı yerleştirilmeye çalışılmaktadır. |
Cumhurbaşkanı da olan Hitler Weimar anayasasındaki yetkileri kullanmıştır. | Anayasa değişikliği ile cumhurbaşkanı; |
– 46. maddesi ile verilen, “bütün Üst Kademe Kamu Yöneticileri (Beamte) ve memurların atanması ve azledilmesi” yetkisini kullanarak devlet kadrolarını kendisine biat edenlerle doldurdu. | Bütün Üst Kademe Kamu Yöneticilerini şahsen tayin etmekte ve görevden almaktadır. Yabancı devletlere Türkiye cumhuriyetinin temsilcilerini tayinde zaten son sözü söylemektedir. Devlet kadrolarını kendisine şahsen biat edenlerle doldurmaktadır. |
47. maddeye göre Alman silahlı kuvvetlerinin tam yetkili başkomutanı oldu. | Cumhurbaşkanı, TBMM adına Türk Silahlı Kuvvetlerinin başkomutanlığını temsil edecek, ancak TSK’nin kullanılmasına Türkiye Cumhuriyetinin yerleşmiş kuralı olan TBMM adına başkomutanlık makamını temsil etmesi kuralını değiştirerek, tek başına karar verecektir. |
48. Madde ile devletin yükümlülüklerine yerine getiremediği veya kamu güvenliğinin tehlikeye düştüğü hallerde Silahlı Kuvvetleri kullanma yetkisini fütursuzca ve sonuna kadar kullandı. | Kamu güvenliğinin tehlikeye düştüğü hallerde Olağanüstü Hal ilan edebilecek. |
Hitler, bu anayasal yetkileri kullanarak kamu yönetimini ve orduyu Nazilerle doldurmuş ve son olarak yargıyı Nazi diktatörlüğüne göre şekillendirmiştir. Hakimler 1936 Kasım ayında düzenlenen törenlerde Hitler’e bağlılık (biat) yemini etmeye zorlanmışlardır. Yemin metni şu şekildedir: | – Cumhurbaşkanı tek başına 13 üyeli Hakimler ve Savcılar Kurulunun 6 üyesini (Adalet Bakanı, Müsteşarı ve 4 üye) doğrudan, 7 üyesini ise TBMM’deki üyesi ve başkanı olduğu iktidar partisi çoğunluğu eliyle, yani tamamını kendisi tayin edecektir. |
“Alman İmparatorluğunun Führer’i olan Adolf Hitler’e ve Alman ulusuna gönülden bağlı ve sadık olacağıma, hukuku gözeteceğime, makamımın gereği olan görevimi vicdanımla ifa edeceğime yemin ederim.” | – Cumhurbaşkanı tek başına 15 üyeli Anayasa Mahkemesinin 12 üyesini doğrudan, 3 üyesini ise TBMM’deki üyesi ve başkanı olduğu iktidar partisi çoğunluğu eliyle, yani tamamını kendisi tayin edecektir. |
Kuvvetler Ayrılığı olan Weimar Anayasasının Yasama-Yürütme-Yargı yetkileri Hitler’in elinde toplanmış, Hitler Almanyası yenilip, teslim olana kadar Alman Parlamentosu fiilen işlevsiz kalmıştır. | Kuvvetler Ayrılığı olan Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Yasama-Yürütme-Yargı yetkisi iktidar partisi genel başkanının elinde toplanmıştır. |
Sınırsız yetkileri ele geçiren Adolf Hitler, bütün basın ve yayın kurumlarına el koymuş ve demokratik hak taleplerini susturmak için en ufak muhalif sesi bile kısmak ve yok etmek üzere, kendi ideolojik tercihlerine yakın kişilerden kurduğu gizli polis örgütü Gestapo ve kendine biat etmiş korkak ve ahlaksız yargı mensuplarını kullanarak II. Abdülhamit döneminin jurnal (ihbar) ve istibdat (baskı) döneminden binbeter bir zalim rejim kurmuştur.
Alman bile olmayan, diplomasız bir çavuş eskisi cahil, başkomutanı olduğu Alman ordusunu 1 Eylül 1939’da Polonya’ya saldırtarak, II. Dünya Savaşını başlatmış, insanlık tarihinin gördüğü en büyük savaş felaketinde, 17 milyon Alman ve 65 milyon insanın ölümüne yolaçmıştır.
Zulme karşı meşru direnme hakkı!
Günümüzde insan hakları konusundaki en temel belgeler olan 10 Aralık 1948 tarih ve 217 A(III) sayılı BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve 4.11.1950 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi uluslararası andlaşmalarla garanti altına alınmış olan en temel insan hakları, antidemokratik ve zalim iktidarların yönetimlerde olduğu ülkelerde, insanların ifade ve hak arama özgürlüklerine tecavüz edildiği, ortadan kaldırıldığı durumlarda eğer iktidarı demokratik usullerle değiştirmenin önü tıkanır ve her türlü hak arama yolları tükenirse, zalim iktidarlara karşı “Milletin Meşru Direnme Hakkı” doğar.
Zulme karşı direnme insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanların yaşama, beslenme, üreme gibi en doğal ve doğuştan sahip oldukları haklara sosyal toplumların ortaya çıkmasından itibaren devletsi yapı veya devletlerde iktidar sahiplerince özgürlüklerin yok edilmesi, kölelik, keyfi suçlanma ve cezalandırılma gibi uygulanan baskılara ve zulme karşı “meşru direnme hakkı” uzun ve kanlı mücadeleler sonrasında belgelere ve sözleşmelere bağlanmaya başlamıştır.
1215 Magna Carta Libertatum [[5]]
Meşru Direnme Hakkına ilk atıflar, 28 Mayıs 1215 tarihli İngilizlerin Magna Carta Libertatum Büyük Özgürlük Sözleşmesi’nin 61. Maddesinde yapılmıştır.
“Eğer biz (Kral-M. L. Hasdemir) ya da başyargıcımız veya memurlarımız ya da emrimizdeki herhangi bir kimse, herhangi bir durumda, herhangi birine karşı suç işler, güvenlik ve barış kararlarından herhangi birini ihlal ederse ve eğer bu hareket adı geçen 25 barondan sadece dördü tarafından öğrenilirse, bunlar bize gelerek veya yurtdışında isek başyargıcımıza giderek, işlenen suçu bildirecekler ve bu haksızlığı hiçbir gecikme olmaksızın gidermemizi talep edeceklerdir. Bu hatayı, biz ya da yurtdışında isek başyargıcımız düzeltmezse, dört baron olayı geri kalan 21 baronun önüne götürecek ve bütün ülkeyi de arkalarına alarak, kalelerimizin, topraklarımızın ve mülkümüzün elimizden alınması yoluyla, olay kendi isteklerine uygun bir biçimde yeniden yoluna girene dek, bize uygun bir biçimde baskı yapacaklar, haciz uygulayacaklar ve ellerinden başka ne geliyorsa onu yapacaklardır.”
John Locke ve direnme hakkı [[6]]
Zulme karşı meşru direnme hakkı üzerinde çağdaş manâda en önemli görüşleri ortaya koyan kişi (1632-1704) arasında yaşamış olan İngiliz felsefeci John Locke’dur. Lock’a göre Egemenliğin kaynağı tanrı, kralların kutsal kişiliği veya doğuştan gelen hakları değil; özgür bireylerden oluşan toplumdur. Egemenlik, toplumla yapılan bir sözleşme ile onu temsil edenler tarafından kullanılır. Bireyler doğal hukukta ifadesini bulan mutlak ve devredilemez hak ve özgürlüklere sahiptir. Mülkiyet hakkı da, yaşama ve özgürlük hakkı gibi bireyin temel haklarındandır.
Halk toplumdaki en üstün güç olan yasama gücünü elinde bulunduranların, toplumun kuruluş amaçları olan kamu yararı ve iyiliğini gözetmediklerini, bireylerin hak ve özgürlüklerini korumada başarısız ve keyfi davrandıklarını gördüğü takdirde meşruiyetlerini kaybettiklerinde, kendi irade ve güveniyle vermiş olduğu hakları geri alır.
Locke, insanların sosyal sözleşme (anayasa) ile kurdukları siyasal toplumun ve yönetimin üç durumda yeniden kurulacağını ifade etmiştir. Bu durumlardan ilk ikisi; yönetimin gasp edilmesi ve tiranlık (zorbalık) halleridir. Bunlar iktidarın gayrı meşruluğudur.
İktidarın meşruiyet koşulu iki şarta bağlıdır:
Birincisi iktidarın gasp edilmesi yani başkasının hakkı olan iktidarın kullanılmasıdır. Böyle bir iktidar gayrimeşrudur. Bu kimseler halkın kendilerine itaat etmesini de beklememelidirler.
Gayrimeşru iktidarı belirleyen ikinci kriter ise zorbalıktır.
Zorbalık, iktidarın hiç kimsenin hakkı olmadığı biçimde kullanılmasıdır. Zorba, iktidarı kendi çıkarı doğrultusunda kullanan kişidir. Kanunun bittiği yerde zorbalık (tiranlık) başlar.
Kanun bittiğinde, zorbalık ve zulüm başladığında, insanların böyle bir yönetime karşı gelme, hakkı doğmuş olur. Yasama gücünün kötüye kullanılması ve sınırlarının ortadan kaldırılmasının söz konusu olduğu durumlar, direnme hakkını doğurmaktadır. Bireyler hakları koruyabilmek için siyasal iktidarın kuruluş amacına aykırı davranarak sözleşmeyi (anayasayı) hiçe sayan tiranlık yönetimine karşı isyan etmek hakkına sahiptir.
Direnme hakkının kullanılması sonucunda da yeniden orijinal sözleşmedeki koşullarla yeni bir yönetim kurulacaktır.
Yönetimin yeniden kurulabilmesi bakımından üçüncü durum ise, yönetimin çözülmesidir. Yönetimin çözülme sebeplerini Locke kısaca şu şekilde saymıştır:
– İlk neden, yasama organının değişmesidir. Yasama organı parçalanır ya da [ortadan (M. L. Hasdemir)] kaldırılırsa, ardından çözülme olur. Çünkü yasama organı toplumun özü ve iradesidir.
– İkinci neden, yönetimin bozulması, otorite sahiplerinin iktidarlarını kötüye kullanmalarıdır.
– Üçüncü neden, yasama ya da yürütme güçlerinin, kendilerine verilen yetkilere aykırı hareket etmeleridir.
Bu saydığımız durumların gerçekleşmesi halinde halkın çözülen yönetimin yerine, yeni bir yönetim kurma hakkı doğar.
1776 Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi [[7]]
Onüç İngiliz sömürgesinin 13 bağımsız devlet kurup, Amerika Birleşik Devleti’ni kurduklarını açıkladıkları ve İngiliz sömürgeciliğine karşı bir bağımsızlık savaşı ilanı olan 4 Temmuz 1776 tarihli Bağımsızlık Beyannamesi, meşruiyetini kaybeden hükümetlere karşı direnme ve isyan hakkını açıkça belirtmiştir.
“Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır. Bütün insanlara Yaradan tarafından devir ve ferağ edilemeyen (vazgeçilemeyen) bazı haklar bahşolunmuştur. Bu haklar meyanında hayat, hürriyet ve saadetin aranması vardır. Hükümetler, insanlar tarafından bu hakların teminat altına alınması için tesis olunmuştur ve bu hükümetlerin iktidarlarının meşruiyeti idare olunanların rızalarından doğar. Her ne zaman bir hükümet tarzı bu gayeyi yok edecek bir hal alırsa, halkın bu hükümeti değiştirmeğe veya ıskat etmeğe (düşürmeye) ve kendisine emniyet ve saadeti sağlamağa en uygun görünen prensiplere istinat eden ve bu şekilde teşkilâtlandırılmış olan yeni bir hükümet tesis eylemeğe hakkı vardır.”
1949 Alman Anayasası [[8]]
II. Dünya Savaşından sonra yapılan 23 Mayıs 1949 tarihli Almanya Anayasasının 20. Maddesinin, 24 Haziran 1968’de eklenen 4. Fıkrası meşru direnme hakkı açık olarak ifade edilir.
“Bütün Almanların, başka bir çare kalmadığı takdirde, anayasal düzeni ortadan kaldırmaya kalkışan kişilere karşı direnme hakkı vardır.”
1958 Fransız Anayasası [[9]]
1789 Devrimi’nin ürünü 1791 Fransız Anayasasında “Zulme karşı direnmek insan haklarının bir neticesidir.” “ Yönetim, halkın haklarını zedelerse, ulusun veya onun her parçasının direnmesi, en kutsal hak ve en kaçınılmaz görevdir” denilmektedir. 1946 ve 1958 Fransız Anayasaları da bu hakka gönderme yapmaktadır.[[10]]
Türk Anayasal Metinleri, 1808 Sened-i İttifak [[11]]
Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa başkanlığında bir tarafta âyanlar (ileri gelenler) ve diğer tarafta devletin ileri gelenleri ile 29 Eylül 1808’de toplanan “meşveret-i amme” (genel danışma) toplantısında hazırlanan Sened-i İttifak 7 Ekim 1808’de Padişah II. Mahmut tarafından onaylandı.
Giriş, yedi adet “şart” ve 1 zeylden (ekten) oluşan senedin Beşinci şartında;
Senedi imzalayanlar, “gerek âyan ve gerek vükelâ (vekiller, nazırlar) ve rical (devlet görevlileri) birbirlerinin zatına (şahsına) ve hanedanlarına kefil” olmaları gerekliliğini ortaya koyduktan sonra, birçok taahhütte bulunmaktadırlar. Bir kere, Sened-i İttifak şartlarına aykırı bir hareketi kanıtlanmadıkça, âyanlardan birisine devlet veya devletin taşradaki görevlilerinden “taarruz vukua gelir ise uzak yakın denilmeyip” cümlesinin taarruzu def etmek için çalışacaklarını taahhüt etmektedirler.
1982 Türkiye Cumhuriyeti Anayasası
Anayasada açık ve net bir madde olarak ifade edilmemekle beraber, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Başlangıç bölümünün sonunda;
“FİKİR, İNANÇ VE KARARIYLA anlaşılmak, sözüne ve ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere,
TÜRK MİLLETİ TARAFINDAN, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur”
denilerek, anayasal düzenin korunması Türk vatandaşlarına emanet edilerek, meşru direnme hakkına dolaylı atıfta bulunulmaktadır.
Anayasalar üstün hukuk (jus cogens) kurallarına bağlıdır!
1969 Viyana Andlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’nin jus cogens kurallarının tanımı konusunda düzenleme yapan maddesinde (madde-53) [[12]], “devletlerin uluslararası topluluğunun bütününce aksine hiçbir kuralın konulması olanağı bulunmadığı ve ancak genel uluslararası hukukun aynı nitelikteki yeni bir kuralıyla değiştirilebileceği kabul edilen ve tanınan kural,” olarak tanımlanmıştır. Bu tanıma göre jus cogens kurallar üç özelliğe sahiptir:
1- öncelikli niteliğe sahip genel uluslararası hukuk kuralı olma,
2- devletlerin uluslararası topluluğunun bir bütün olarak kabul etmesi ve kendisinden sapmanın olanaklı olmaması,
3- ancak aynı nitelikteki bir başka kuralca değiştirilebilme.
Uluslararası hukuk sistemi içerisinde de öncelikli kuralların olduğu/olması gerektiği görüşünün hareket noktası, ulusal hukuklarda yer alan “kamu düzeni” olgusudur.
Konuya uluslararası toplum ve uluslararası hukuk sistemi bağlamında baktığımızda, egemen eşitlik ve barış ilkelerine uygun olarak oluşan uluslararası toplum da, bir “toplum” olabilmenin gereklerini yerine getirmek ve varlığını pekiştirerek sürdürmek için kimi temel kurallara (superior rules) gereksinim duymaktadır.
Bununla birlikte, temel sorun bu kurallara uyumun sağlanması yani uyumun gözlenmesi ve uyulmama durumunda gerekli önlemlerin (yaptırım) alınıp uygulanabilmesidir. Bu ise, yargılama yetkisine sahip bir kurumun varlığını gerektirir.
Ulusal hukuk sistemleri bağlamında düşünmek gerekirse, devletin üç temel işlevinden (yasama, yürütme ve yargı) yargının, toplumun varlığının pekiştirilerek sürdürülmesindeki önemi açıktır.[[13]]
Böylece çağdaş demokratik toplumların bulunduğu ulus devletlerin anayasaları, uluslararası kabul görmüş olan Birleşmiş Milletler Ana Sözleşmesi, BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve Avrupa İnsan Hakları Bilgirgesi, BM Soykırımı Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesi gibi “temel insan hak ve özgürlüklerinin” tanımlandığı üstün hukuk (jus cogens) kurallarında zikredilen hususlarına bağlanmıştır.
Dolayısıyla demokratik hukuk devletlerinin en belirleyici özelliği, üst otorite olan devletin yasama ve yürütme erklerini denetleyen ve böylece toplumu oluşturan bireylerin temel hak ve özgürlüklerini koruyan “bağımsız yargı”nın varlığı ve vazgeçilmezliğidir.
Nitakim Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Erdoğan Teziç anayasa hukukunu, iktidar karşısında bireylerin özgürlüklerinin de incelendiği bir disiplin olarak tanımlamaktadır.
“Hukuk, belli bir toplumda, belli bir dönemde, yürürlükte olan ve devlet tarafından yaptırıma bağlanmış toplumsal davranış kurallarının bütünüdür”.[[14]] “Taraflarından biri devlet olan hukuk, kamu hukuku olarak anılır ve biçimsel açıdan iç ve uluslararası kamu hukuku diye ikiye ayrılır. Anayasa hukuku, bir iç kamu hukuku olarak, devletin temel kuruluşunu, işleyişini, iktidarın el değiştirmesini ve iktidar karşısında bireylerin özgürlüklerini inceleyen bir disiplindir. Anayasa Hukuku, öteki hukuk disiplinlerinin kaynağını oluşturan mekanizmaların kuruluşlarını da kapsamına almaktadır. Yasama, yürütme ve yargılama kuruluşlarının kaynağı Anayasa Hukukundadır” [[15]].
Prof. Dr. Muammer AKSOY, 1958 yılında Forum Dergisinin 15 Ağustos 1958 tarihli 106 ve 1 Eylül 1958 tarihli 107. Sayısında iki bölüm olarak yayınlanan makalesinde[[16]]
“Şüphesiz ki, meselenin anahtarı, hukuka tabi devlet (hukuk devleti) görüşünü kabul edip etmeme noktasında yer almaktadır. Siyasi iktidarın hukuka tabi ve bağlı olduğu görüşü ve iktidarların dahi uymakla yükümlü olduğu üstün hukuk kurallarının varlığı kabul edilince, hükümet veya Devlet Şefinin vatandaş hak ve hürriyetlerini sistemli olarak ihlâl etmesi (hukuk dışına çıkması) halinde, ona karşı koymanın uygun bulunması, mantıkî bir zorunluluk ifade eder. İktidarlar hukuka bağlı kalmazlarsa, zulüm etmiş olurlar”
diyerek, 1931’de Nazilare katılıp, 1934’de partiden ayrılıp, Hitler’e karşı mücadeleye başlayıp, İsviçre’ye sığınan ve daha sonra ABD’ye yerleşen muhafazakâr siyasetçi Hermann Rausching’ten
“kuvvet ve keyfilik yoluna sapılması, yalnız bir azınlığın zora başvurarak ihtilalle devlet gücünü ele geçirmesi halinde değil, aynı zamanda meşru biçimde iktidara gelen yasama ve icra (yürütme) kuvvetinin,açık yahut gizli bir darbe ile veya hukuka aykırı kanunların yardımı ile bir zalim haline gelmesi durumunda da bahis konusudur.”
şeklinde önemli bir alıntı nakletmektedir.
Anayasada OHAL ve kısıtlamalar,
Yürürlükteki anayasanın 120. Maddesi Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddî belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddî şekilde bozulması hallerinde olağanüstü ilânını öngörmektedir.
Anayasanın 121. Maddesi ise olağanüstü hallerle iligili düzenlemelere ter verirken, anayasanın 15. Maddesine atıfta bulunarak; 1. Fıkrasında “Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde,milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlâl edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir” denilerek, anayasanın bağlı olduğu üstün hukuk kurallarına (jus cogens) vurgu yapılmaktadır ki bunlar arasında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 15. Maddesi hükümleri imzacı devletler için bağlayıcıdır.
Maddenin 2. Fıkrasında ise “Birinci fıkrada belirlenen durumlarda da, savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler dışında, kişinin yaşama hakkına, maddî ve manevî varlığının bütünlüğüne dokunulamaz; kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz; suç ve cezalar geçmişe yürütülemez; suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz”
denilerek olağanüstü hallerde temel hak özgürlüklere getirilecek kısıtlamaların sınırları belirlenmiştir.
Anayasa değişikliği ile Yargının siyasallaşması ve itiraz yolunun tıkanması
Referandum sonrasında hemen yürürlüğe giren iki maddeden birisi, Hakimler ve Savcılar Kurulu üyelerinin yeniden atanmasıdır. Bilindiği üzere yapılan değişiklikle Cumhurbaşkanı 13 üyeli Hakimler ve Savcılar Kurulunun 6 üyesini tek başına (Adalet Bakanı, Müsteşarı ve 4 üye) doğrudan, 7 üyesini ise TBMM’deki üyesi ve başkanı olduğu iktidar partisi çoğunluğu eliyle, yani tamamını kendisi tayin edecektir. Nitekim tamamlanan atamalar ile 13 üyenin tamamı iktidar partisi ve parti genel başkanı olan Cumhurbaşkanı tarafından atanmıştır. Bu kurul artık bütün yargı organlarında görev alacak hakim ve savcıları belirleyecektir.
OHAL şartlarında Anayasa Mahkemesi üyeleri, yüksek yargı hakimleri de dahil hakim ve savcılar birinci derece mahkemeler tarafından tutuklanır hale gelmiş, adaletin işleyişinde büyük bir kargaşanın yaşanmasına neden olmuştur.
Son zamanlarda hakim açığını kapatmak için yapılan avukatlar arasında yapılan yazılı sınavlarda geçer not alamayanlar bile mülâkatla hakim tayin edilmişler, üstelik atanalar arasında çok sayıda iktidar partisi yöneticilerinin olduğu basına yansımıştır.
Öte yandan, üst mahkemeye itiraz hakkı, yan odadaki Sulh Ceza Hâkimi zincirine bağlandığından, kurulmuş olan Sulh Ceza Hâkimliklerinin, anayasanın 37. Maddesinde güvence altına alınan tabii mahkeme niteliğinde olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Çünkü bu şekilde, seçimle gelen yüksek yargıçlardan oluşan Yargıtay’a başvurunun önü tıkanarak, birinci derece mahkemelerin kararına itiraz, tamamı iktidarca atanmış olan Hakimlar ve Savcılar Kurulu’nun atadığı hakimlerin görev yaptığı bu Sulh Ceza Hakimliklerine bırakılmıştır.
Cumhurbaşkanın tek başına 15 üyeli Anayasa Mahkemesinin 12 üyesini doğrudan ve 3 üyesinin ise TBMM’deki genel başkanı olduğu iktidar partisi çoğunluğu eliyle tayin ettikleri Anayasa Mahkemesi’nin, anamuhalefet partisinin bazı OHAL kararnameleri aleyhine açtığı iptal davalarını reddetmesinde gösterdiği tavır, AYM’nin bağımsızlığı ve tarafsızlığı hakkında yeterli fikir oluşturmuştur.
Adalet için yürüyüş meşrudur !
Hukukun siyasallaşmasına yol açan böyle bir örgütlenme, vatandaşın hak arama özgürlüğünü zedelemekte, mahkemelerin tarafsızlığına olan inancı yoketmekte olduğundan, acil adalet aramaihtiyacını ortaya çıkarmıştır.
ABD iltisaklı, cemaat görünümlü kanlı ve vahşi dinci terör örgütü mensupları ile binlerce güvenlik mensubumuzu, onbinlerce vatandaşımızı katleden, bölücü-Kürtçü PKK ve onunla organik bağı olan militan bir kısım HDP’lilere karşı, hukuk devleti ilkeleri içinde kararlı ve etkin bir biçimde mücadele edilirken, hiçbir şiddet olayına bulaşmamış, demokratik hak ve özgürlüklerini kullandıkları için soruşturma ve kovuşturmaya uğrayan, sahte ihbarlarla kanıtsız gözaltına alınan, haklarında kumpas davalar açılan, iddianame bile hazırlanmadan uzun sürelerle tutuklanarak özgürlükleri ihlal edilen vatandaşların hak arama yollarının kısıtlanması ve giderek benzer baskıların dozunun arttırılması, CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun “adalet arayışı” için başlattığı yürüyüşün haklılığının temelini oluşturmaktadır.
SON SÖZ :
Adalet yürüyüşü, artık bir partiye ait olmayıp, tüm vatandaşların yurttaşlık haklarına dayanan ortak eylemidir. Özellikle de, referandumda “hayır” diyen ama YSK tarafından suç işlenerek sandıkta oyları çalınan çoğunluğun ortak eylemidir. Ama adalet herkes için varolması gerektiğinden, iktidar partisine oy veren; Atatürk ve Cumhuriyetle barışık, milliyetçi, muhafazakar, demokratların da ortak eylemi olmalıdır. Yürüyüşün tahrik edilmemesi, amacı dışında gösterilmemesi için, hiçbir zaman Fetöcü ve bölücü-Kürtçü PKK ile organik bağı olanlarla ortak resim verilmemeli, kitleleri birleştirip, muhalefeti büyütecek olan bu eylemin haklılığına gölge düşürülmemelidir.
Mehmet Lütfü HASDEMİR (Araştırmacı yazar) – 22 Haziran 2017 – Basel / İsviçre
Dipnotlar :
[1] : Millî Merkez Basın Açıklaması, 15.06.2017 tarih ve 2017-06 sayı.
[2] : Meşru ve meşruiyet: Prof. Dr. Meltem Dikmen Caniklioğlu kaynak göstererek “meşruiyet” kavramı konusunda çok ayrıntılı açıklamalar yaptığı Anayasal Devlette Meşruiyet, Yetkin Yayınları, Ankara 2010. Kitabında;
“Meşru’nun batı dillerindeki karşılığı olan ‘legitimus’, ‘legitimitas’ kökleri, eski Roma’da ‘hukuka uygun’, ‘hukuksal’ anlamlarında kullanılmıştır.”, “Ortaçağ’dan günümüze meşruiyet, ‘haksız yere yönetime el koyma (usurpation) kavramının karşıtı olarak kullanılagelmiştir. “, “İktidarın meşruluğu, onun topluluk üyeleri ya da hiç değilse bunların çoğunluğu tarafından bir iktidar olarak tanınması olgusundan başka bir şey değildir. Sayfa 17,
“Birbirinden farklı anlamlar taşıyan ve bu nedenle yapılan siyasal analizlerde kavran kargaşasına ve pek çok yanlış anlamalara yol açan meşruiyet, “meşru” sözcüğünün Arapça “şer” kökünün, “kanuna uygun” anlamını taşımasından hareketle; “kanuna uygunluk” ya da “yasallık” olarak tanımlanmaktadır. Kavramın yasallık ilişkisini kuran, fakat yasallığın üstünde ve dışında anlamı olduğunu vurgulayan bir yaklaşımla yasallığı “meşruluğun dar anlamda kullanımı” olarak ele almak mümkündür. Sayfa 29.
[3] :
[4] :
[5]: Magna Carta Libertatum,
[6]: Arş.Gör.Dr. Müzeyyen Eroğlu, Erciyes Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, “John Locke’un Devlet Teorisi”, AKADEMİK BAKIŞ DERGİSİ, Sayı 21, Temmuz – Ağustos – Eylül – 2010,
[7]: Decleration of Independence, 4 July 1776,
“All men are created equal, that they are endowed by their Creator with certain unalienable Rights, that among these are Life, Liberty and the pursuit of Happiness.–That to secure these rights, Governments are instituted among Men, deriving their just powers from the consent of the governed, –That whenever any Form of Government becomes destructive of these ends, it is the Right of the People to alter or to abolish it, and to institute new Government, laying its foundation on such principles and organizing its powers in such form, as to them shall seem most likely to effect their Safety and Happiness.”
[8]: Alman Anayası, ,
Article 20 (Basic principles of state order, right to resist).
(4) All Germans shall have the right to resist any person seeking to abolish this constitutional order, should no other remedy be possible. (inserted 24 June 1968).
[9] : Emine Ülker Tarhan, “Baskıya ve zulme karşı direnme hakkı”, TEORİ Dergisi, Nisan 2011, sayı 255, sayfa 26.
[10] : 1958 Fransız Anayasası, “Başlangıç: The French people solemnly proclaim their attachment to the Rights of Man and the principles of national sovereignty as defined by the Declaration of 1789, confirmed and complemented by the Preamble to the Constitution of 1946, and to the rights and duties as defined in the Charter for the Environment of 2004.”
[11] : Sened-i İttifak’tan Günümüze Türk Anayasa Metinleri, Prof.Dr. Suna Kili, Prof.Dr. A. Şeref Gözübüyük, Türkiye İş Bankası Yayınları 1985, sayfa 3-7.
[12] : Üstün (emredici) Hukuk (Jus Cogens): Vienna Convention on the Law of Treaties, 1969, Article 53: Treaties conflicting with a peremptory norm of general international law (jus cogens)
Madde 53- Bir milletlerarası emredici hukuk normu ile çatışan andlaşmalar
Bir andlaşma yapılması sırasında milletlerarası genel hukukun emredici bir normu ile çatışıyorsa batıldır. Bu sözleşme bakımından milletlerarası genel hukukun emredici bir normu, bir bütün olarak Devletlerin milletlerarası toplumunun, kendisinden hiçbir surette sapmaya müsaade edilmeyen ve ancak aynı nitelikte olan daha sonraki bir milletlerarası genel hukuk normu ile değiştirilebilecek olan bir norm olarak kabul ettiği ve tanıdığı bir normdur.
[13] : Erdem Denk, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Araştırma Görevlisi, “Uluslararası Antlaşmalar Hukukunda Jus Cogens Kurallar”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi. Sayı 56-2, sayfa 53
[14] : Prof. Dr. Erdoğan Teziç, Anayasa Hukuku (Genel Esaslar), sayfa 2.
[15] : a.g.e. sayfa 4
[16] : Prof. Dr. Muammer Aksoy, “Milletlerin ‘İsyan ve İhtilâl Hakkı’ dair”, Forum Dergisi1958, sayı 106-107
Bir yanıt yazın