CIA DOSYASI /// Dr. Merve Seren : ‘Karanlık Prens’ ve ABD istihb aratının örtülü faaliyetleri

ABD istihbaratının yurt dışında düzenlediği birçok önemli operasyonun mimarı olduğu söylenen 'Karanlık Prens' lakaplı D’Andrea'nın CIA'in İran masasının başına getirilmesi, farklı boyutlarıyla tartışılmaya devam ediyor. - image003 12

ABD istihbaratının yurt dışında düzenlediği birçok önemli operasyonun mimarı olduğu söylenen ‘Karanlık Prens’ lakaplı D’Andrea’nın CIA’in İran masasının başına getirilmesi, farklı boyutlarıyla tartışılmaya devam ediyor.

Başkan Donald Trump ve yönetiminin, Michael D’Andrea’yı CIA’in İran masasının başına ataması, Hollywood filmlerine konu olmuş bu şahsı uluslararası ve yerel medyada yeniden önemli bir gündem maddesi haline getirdi. Tam da Katar’a karşı girişilen operasyon ve İran’da DEAŞ tarafından gerçekleştirilen terör saldırıları esnasında ilan edilen bu görevlendirme, hararetin zaten yüksek olduğu Ortadoğu’nun güvenliğine yönelik endişeleri arttırdı.

Dolayısıyla bütün gözler bir anda CIA’in gelmiş geçmiş en etkili ve gizemli ajanlarından birisi kabul edilen Michael D’Andrea’ya çevrildi. Bu şahsın filmlere ilham kaynağı olan CIA’deki kariyer hikayesi ve ‘başarıları’, köşe yazılarını ve medya sütunlarını süsledi. En çok öne çıkarılan özellikleri ise 2011 yılında, El-Kaide lideri Üsame bin Ladin’in öldürüldüğü operasyondaki rolü, 2008’de Lübnan Hizbullah lideri İmad Muğniye’te Şam’da düzenlenen suikastı planlaması, teşkilatta ‘Karanlık Prens’, ‘Ayetullah Mike’ ve ‘cenaze levazımatçısı’ olarak anılması, dinlenirken dahi çalışan birisi olması, sigara bağımlılığı ve belki de en ilginci ve de paradoksal olanı, gizemli bir aşk hikayesiyle Ortadoğulu Müslüman bir kadınla evlenmesi neticesinde İslam dinine geçmesiydi.

CIA’in en hassas operasyonlarını yürüten esrarlı bir figür üzerine inşa edilen ve magazin unsurlarının bolca kullanıldığı bu anlatının sinema sektörü ve medya açısından iştah kabartıcı olmasına mukabil, konunun mevcut siyasi koşullar bağlamında ele alınması gereken bir boyutu da var. Nitekim görevlendirmedeki D’Andrea tercihi üzerinden ABD’nin önümüzdeki dönemde İran’a yönelik, iki ülkeyi nihayetinde sıcak bir savaşa kadar götürebilecek sert politikalarının izleri sürülmeye çalışıldı.

D’Andrea’nın bu göreve atanması sonrası yaşanan gelişmeler, istihbarat faaliyetlerinde insan faktörünün önemi konusunun yeniden ele alınmasını gerektiriyor.

Teknik istihbarat ve geleneksel yöntemler

Jimmy Carter döneminin CIA başkanlarından Amiral Stansfield Turner, teknik istihbaratın geleneksel ve insan odaklı istihbarat toplama yöntemlerini gölgede bıraktığını söylemişti.[1] 1990’da başlayan Körfez Savaşı’nın ardından, o günlerde örtülü bir biçimde egemen olmaya başlayan ‘ABD’nin eski tarz casusluk/istihbarat yöntemlerine bağımlı olmaması gerektiği’ anlayışına da Turner destek çıkmıştı. Hızla gelişme kaydeden teknolojik imkanların istihbarat dünyasına sağladığı katkılar ve neden olduğu dönüşüm tartışılmaz olmakla birlikte, insan faktörünün önemi ve önceliğine vurgu yapan argümanlar o dönemde de ileri sürülüyordu.

Turner, insan istihbaratının (HUMINT) teknolojik istihbarata üstünlüğünü savunmak için ileri sürülen ‘rakip/düşmanlarımızın zihinlerine girmenin ve niyetlerini sezinlemenin tek yolunun insan unsuruyla/istihbarat ajanlarıyla olabileceği’ tezini, ‘aşina olduğumuz fakat gerçekçi olmayan bir terane’ olarak nitelendirmişti. Zira ona göre, istihbarat ajanlarının önyargıları ve insani yanılma payları olduğu gibi, başkaları için çalışma riskleri de mevcuttu.[2]

11 Eylül saldırıları ve küresel terörizm

11 Eylül 2001 saldırıları sonrası küresel terörizm mefhumunun ve yeni hibrid savaş/çatışma modellerinin ortaya çıkması, devasa teknolojik gelişmelerin istihbarat alanına sağladığı avantajlar yadsınmaksızın, insan istihbaratı faktörünün de yeniden gündeme gelmesine neden oldu. O zamana kadar, sinema ve casus romanlarının da yarattığı algılar çerçevesinde insan istihbaratının ancak devletlere karşı kullanılan bir araç olduğu algısı söz konusuydu. Öyle ki istihbarat dünyasında duayen kabul edilen bazı kimseler, insan istihbaratının artık ‘ölmekte olan bir sanat’ olduğunu, teknik/teknolojik istihbarat yöntemleriyle kıyaslandığında, tamamen vazgeçilmez olmasa da ikincil bir hal aldığını dile getirmeye başlamışlardı. Onları bu hükme sevk eden gelişmelerin başında, insan istihbaratının teröristler ve canlı bombalara karşı işe yaramadığı düşüncesiydi.[3]

Sonuçta casusluk ve istihbarat faaliyetlerinin dünyadaki gelişme ve değişen şartlara göre farklılaşan talepleri, bu alanın farklı nesillerde profesyonellerini yarattı. Bu anlamda istihbarat dünyasında Soğuk Savaş’ın sona erdiği 1989 ve sonrasında en büyük değişim yaşanmaya başladı. İstihbarat örgütlerinin artık öncelikli hedefi, birbirleri yani devletler değil başta terör örgütleri olmak üzere farklı yapılanma ve ‘modus operandi’leri olan devlet-dışı aktörler olmaya başladı.

11 Eylül 2001 saldırılarıyla daha da belirginleşen bu durum, yeni şartlara göre örgütlenme modelleri, teknoloji, personel, strateji ve taktik uygulamaları gerektiriyordu. Örneğin 2000’li yıllardan itibaren CIA ve İngiliz gizli servisinin Afganistan’daki merkezlerinin birçok farklı fonksiyonu bir arada icra etmeye başladıkları gözlenmiştir.

ABD’de teknik ve insan istihbaratının birbirlerine karşı avantaj ve üstünlükleri konusundaki tartışmalar yıllarca sürdü gitti. Genelde yapılmaya çalışılan bu ikisi arasında doğru bir denge oluşturma çabası olsa da insan istihbaratının üstünlük ve önceliğini savunanlar diğerleri karşısında daha az destek bulmaya başladılar.

1994 yılında eski Ulusal Güvenlik danışmanlarından Brent Scowcroft, insan istihbaratının öncelenmesi gerektiğini savunan düşünceler öne sürdü. Ona göre, Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD, aslında çok iyi bir seviyede olduğu teknik istihbarat yöntemlerine daha az yönelen farklı nitelikte yeni bir istihbarat türüne ihtiyaç duymaktaydı. Bu duruma çözüm olarak da çok iyi yapılamadığını ileri sürdüğü insan istihbaratına geri dönüşü önerdi.[4] Scowcroft’un bu önerisi, teknik yöntemlerin daha az riskle daha hızlı sonuçlar verdiğini düşünenlerin ağır basmasıyla rağbet görmedi.

Aslında burada temel sorun, bu iki yaklaşım arasındaki hassas dengenin nasıl bulunacağıydı. Bu denge, özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra ayrı bir anlam kazanmaya başladı. Bu tarihten sonra CIA’e katılan T. J. Waters isimli bir ajana eğitmeninin söyledikleri özellikle anlamlıydı: ″11 Eylül’den hiçbir şey öğrenmediyseniz, en azından şunu bilin! Uydular, telefon dinlemeleri ve gizli vericiler vs. hepsi güzel ve yararlı şeyler. Fakat bunların hiçbiri, bir kimsenin ne düşündüğünü veya insanların kafalarında ne planladıklarını bilmenin yerine ikame edilemiyor. İleri teknolojiye milyonlarca dolar harcadık, fakat kimse 11 Eylül hakkında birşey bilmiyordu.″[5]

Örtülü faaliyetler ve operasyonlar

İnsan istihbaratının, geçmişten günümüze kadar gelen misyon ya da fonksiyonlarının önemli bir kısmını bilgi toplama ve eleman devşirme gibi faaliyetler teşkil etmiştir. Fakat en az bu ikisi kadar önemli olan bir diğer görev alanı ise, ‘örtülü faaliyetler/operasyonlar – covert actions/operations’ icra etmek suretiyle nüfuz alanı oluşturmaktır.

Bu görev alanının, istihbarat dünyasında özellikle son zamanlarda küresel terörizm ve yeni hibrid tehditlerle birlikte daha da önem kazandığını gözlemliyoruz. İstihbarat literatürü ve terminolojisinde ‘örtülü faaliyet/operasyon’ konsepti, faaliyetin kendisinin bizzat gizli olduğu ‘gizli faaliyet/operasyon – clandestine action/operation’ kavramından biraz farklı olarak, belirli hedeflere ulaşmak maksadıyla ajanlar marifetiyle bir takım olayları tahrik ve manipüle etmektir. Burada olayları tetikleyen ve yönlendiren ajan ya da unsurlar gizli kalırlar ve böylece gelişmelerdeki sorumluluklarını inkar etme imkanına sahip olurlar. Günümüzde örtülü faaliyetlerin harekat alanı, paramiliter ya da gerilla tarzı yapıların örgütlenmesi, desteklenmesi ve sevk idaresinden askeri darbelerin düzenlenmesine, siyasi krizlerin tezgahlanması ve ekonomik nitelikli yıkıcı operasyonlara kadar oldukça genişlemiştir.

11 Eylül saldırılarının hemen ardından istihbarat örgütleri terörizme ve uluslararası terör örgütlerine odaklanmaya başladılar. ABD’nin uluslararası terörizmle mücadele politikasının temel araçlarının başında ‘örtülü faaliyetler ve operasyonlar’ geliyordu. Bu durum, yani yeni dönemde istihbarat örgütlerinin misyonlarına eklemlenen örtülü operasyonlar, istihbarat örgütlerinin Soğuk Savaş döneminden alışkın oldukları casuslar savaşından belki farklı bir olaydı. Yeni süreç, istihbarat örgütlerine espiyonaj faaliyetlerinden farklılık gösteren daha polisiye, birbirleriyle yakın işbirliği gerektiren ve özellikle de yakalanan teröristlerin örtülü operasyonlara angaje edilmesi gibi yeni rol ve misyonlar getirmişti.

Suikast programı

Böylece bu yeni süreçle birlikte istihbarat servisleri, gerçekte birer casusluk örgütünden ziyade küresel gizli polis haline gelmeye başladılar. Özellikle CIA, 2000’li yıllardan itibaren ‘örtülü operasyonlar’ bağlamında özel programlar oluşturmaya başladı. Bu programların bir parçasını, Guantanamo gibi ülke sınırları dışında kurulan hapishanelerde tutuklular üzerindeki sorgulama, ikna, kimlik çözme vs türünden çalışmalar oluşturdu. Temel sütunlarını ‘yabancı gizli servislerle özel irtibatlar’, ‘örtülü diplomasi’ ve ‘militanları sorgulama’nın oluşturduğu bu türden faaliyetler, ‘insan istihbaratı’ anlayışına da yeni bir ivme ve anlam kazandırdı.

2008’de Barack Obama’nın başkan seçilmesinin ardından Amerikan örtülü faaliyetler programına üçüncü bir sacayağı daha eklendi: Suikast programı. Bu program, tüm örtülü operasyonlar programının en önemli taktik uygulaması haline geldi. Uygulamanın esası, hedeflerin drone/İHA’lardan atılan füze veya bombalarla bir biçimde elimine edilmesine dayanıyordu. Burada yapılması gereken, özellikle insan istihbaratı yoluyla hedefleri tespit etmek ve bilahare teknik istihbarat desteğiyle operayonu tamamlamaktı.

CIA’in ideal istihbaratçı profiline uygun

İşte Michael D’Andrea da Afganistan, Pakistan ve Yemen’de gerçekleştirdiği, yüzlerce sivilin de ölümüne yol açan bu tür örtülü operayonlardaki rolü ve CIA’in gizli üslerinde yaptığı sorgulamalarıyla ün salmış ve CIA’deki kariyerinde basamakları hızla tırmanmıştı. Örtülü operasyonlardaki uzmanlığına ilaveten, 2006’da başına getirildiği CIA’in Terörle Mücadele Departmanı’nda edindiği tecrübe, yeni dönemde D’Andrea’nın CIA için ideal istihbaratçı profiline uygun olmasını sağlıyor.

Bu nitelikte bir şahsın CIA’in İran operasyonlarıyla ilgili departmanının başına getirilmiş olması, CIA Başkanı Mike Pompeo döneminde ‘örtülü faaliyetler’ kapsamındaki uygulamaların artan bir şekilde devam edeceğinin açık göstergesi.

[1] James Adams, New Spies: Exploring the Frontiers of Espionage (London, Pimlico, 1995), p. 149.

[2] Stansfield Turner, ‘Intelligence for a New World Order’, Foreign Affairs, Vol. 70, No. 4, Fall 1991.

[3] Stephen Grey, The New Spymasters: Inside the Modern World of Espionage From the Cold War to Global Terror, Macmillan, 2015, USA, p. 15.

[4] Walter Pincus, ‘White House Labors to Redefine Role of Intelligence Community’, Washington Post, 13 June 1994.

[5] T. J. Waters, Class 11: My Story Inside the CIA’s First Post-9/11 Spy Class (New York, Dutton, 2006), pp. 63–4.

[Uluslararası Güvenlik ve Terörizm alanında doktorasını tamamlayan Merve Seren, SETA Güvenlik Araştırmacısı olarak hava ve füze savunma sistemleri, İHA teknolojisi, siber güvenlik ve askeri/savunma harcamaları konularında çalışmalarını sürdürmektedir. Seren, aynı zamanda "Stratejik İstihbarat ve Ulusal Güvenlik" isimli kitabın yazarıdır.]

ABD istihbaratının yurt dışında düzenlediği birçok önemli operasyonun mimarı olduğu söylenen 'Karanlık Prens' lakaplı D’Andrea'nın CIA'in İran masasının başına getirilmesi, farklı boyutlarıyla tartışılmaya devam ediyor. - image003 12

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir