Muğla Gazetesi’nin Av. Fuat Turgut ile yaptığı (5-10 Nisan 2006) Röportaj metni
AV.FUAT TURGUT KİMDİR? (e-posta: f.turgut.tr, fuatturgut )
İzmir Barosu avukatlarından Diyarbakır, Hakkari ve Van’da 6 yıl süren “Yüksekova Çetesi” davalarında yargılanan sanıkların vekilliğini yaptı. Bu davalardaki savunmaları sırasında yaptığı açıklamalarından dolayı biri 5, diğeri 7 ay olmak üzere iki kez hapis cezası aldı. Bu cezaları ertelendi.
İmralı davasına şehit aileleri ve Türk Dünyası İnsan Hakları Derneği adına müdahil olarak katıldı. Apo’ya yönelttiği sorular aylarca basının gündemine oturdu. 1979’dan bu yana çeşitli gazete ve dergilerde edebi, fikri konularda yazılar da yazan Fuat Turgut hakkında en geniş bilgileri Arslan Tekin’in “SON İSYAN” (Elips Yayınevi – 0312 – 447 93 20) adlı kitabında bulabilirsiniz.
Söyleşi: Hüseyin ATILGAN
Sevgili Muğla Gazetesi okurları, hepinizin bildiği gibi öldürülen eli kanlı terör örgütü pkk militanlarının cenaze törenlerinden sonra terör örgütünün yayın organı olan Roj Tv tahrikleri ile Türkiye’de başlatılan kalkışma provaları, Türkiye’nin dünyadaki güçlü görüntüsünü zedeledi. Aslında bu olaylar yıllardır hazırlanan senaryoyu da gündeme getirdi. Türkiye’yi Genişletilmiş Ortadoğu ve hatta Yeşil Kuşak Projeleri çerçevesinde bölmek.
Arkasında yabancı güçler var
Hiç şüphe yoktur ki, dünya denilen satranç tahtası üzerinde ABD, İsrail ve AB devamlı olarak hamlelerini yapmakta ve bu hamlelerin tam merkezinde de hem Türkiye yer almaktadır. Eğer Türkiye güçlü ve birlik olmazsa mat olacaktır. Bütün bu senaryoların ve özellikle Türkiye içinde cereyan eden olayların arkasında da bu güçler yer almaktadır. Daha derinlerdeki özlemleri ise Türkleri Küçük Asya’dan atmaktır. İşte pkk da bu senaryoların bir sayfasıdır. Bu senaryoda bu eli kanlı terör örgütünün işi bitince atılacaktır. Türkleri Anadolu’dan atmak sonra, da Türkiye’yi bölüp aynı ideali gerçekleştirmek istiyorlar. Pkk’ya maddi destek sağlayan ve onları finanse eden, uyuşturucu kanalıyla onların isyan ve silah masraflarına göz yuman onlar. Roj Tv ile kışkırtmayı sağlayan da aynı güçler. Pkk’nın elindeki patlayıcı ve silahların adresi de ABD ve AB.
Artık bunu anlamak için dahi olmaya hacet yok. Bu konularla ilgili parantezleri röportaj süresince açacağız. Şimdi ana başlıklar halinde de olsa biraz geriye gideceğiz ve şehit ailelerinin gönüllü avukatlarından Fuat Turgut ile söyleşeceğiz.
Sn. Turgut! Siz 1996 /2002 yılları arasında Diyarbakır, Van ve Hakkari’de yargılamaları süren Yüksekova Çetesi” davalarında sanıklar vekiliydiniz. Halen de zaman zaman gündeme gelen bu davaların aslı neydi, sonuçları ne oldu? Kısaca hatırlatır mısınız?
Sevgili Hüseyin bey! 1983 yılında Eruh baskını ile başlatılan bölücü terör, zamanın birtakım kiralık, yağcı, satılık kalemlerin yazıp söylediklerinin aksine kaygısız biri olan Turgut Özal’ın dediği gibi “birkaç çapulcu”yla yola çıkarılmış basit bir oluşum değildi.
Tam aksine Pkk hareketi, Türkiye’yi Türklere çok gören Batı emperyalizminin ve arkasına “gizlenmiş” siyonizmin hedefledikleri sonuçları almaya kilitlenmiş tam teçhizli büyük organizasyonudur. Pkk terör örgütü; gerek küresel bazda en büyük siyasi ve lojistik desteğe sahip olması ve gerekse 1915-1922 yılları arasında 548.000 insanımızı doğrayan Hınçak / Taşnak /Asala Ermeni örgütlerininkiyle aynileşen; hatta onları da geride bırakan katliam yöntemleriyle dünya tarihinde bir ilktir, bir benzeri daha yoktur! Bu denli büyük bir oluşumun doğal olarak psikolojik savaş tekniklerini de kullandığı tartışmasızdır. İtiraf edelim ki, Pkk, çok büyük olmasa bile yöreden de destek bulabilmektedir.
Pkk’nın uluslar arası boyutlu desteğini göz önüne aldığımızda görürüz ki, Türk devleti sadece bir terör örgütüyle değil, bu örgütün şahsında ezeli ve ebedi düşmanımız Batı emperyalizmi ve arkasına gizlenmiş siyonizmle, kısacası haçlı ordularıyla savaşmıştır ve halen de bu savaşımımız düşük yoğunlukta devam etmektedir. İşte bu savaşın bir yöntemi olarak kurulup faaliyete geçirilen “Özel Hareket” ve “Koruculuk” müesseseleri terör örgütünün hareket kabiliyetini ciddi şekilde zora sokmuştur.(Sevgili okur hatırlarsınız, bir dönem, terör örgütünün korkulu rüyası özel hareketçilerimiz önce tartışmaya açılmış, yıpratılmış ve arkasından da mücadeledeki görevleri lağvedilmişti)
Örgütte bu iki oluşumumuzla baş edemeyince bu kez propaganda eksenine oturtulmaya psikolojik savaş yöntemini devreye sokmuştur. İşte “Yüksekova Çetesi” (!) davaları bu savaşın bir parçası olarak PKK ve bürokraside, basında cirit atan destekçilerinin işbirliğiyle uydurulmuş, özel olarak imal edilmiş davalar idi.
Nasıl uydurulur, nasıl imal edilir?
Pkk terör örgütünün eğitim birimlerinde “sahte itirafçı” yetiştirme birimi de vardır. Bu sahte itirafçılar uzmanlaştırıldıktan sonra bir şekilde güvenlik güçlerine teslim olurlar. Sorgulamaları sırasında özellikle bilinçli olarak samimi devlet yanlısı olan halk üzerinde tesirli kişileri sanki örgüt yanlısı, örgüte yardım yataklık etmiş gibi gösterirler. Öyle isimler verirler ki, bunlar Pkk’nın yanına çekmek isteyip te çekemedikleridir.
Böyle bir suçlama yüzünden sorguya alınmış olmayı, bu suçlamayla damgalanmayı onur meselesi yapıp devletten soğutulurlar. Bu noktada da örgütün propaganda kolu devreye girer ve sahte itirafçısı aracılığıyla devlet güçlerine “sorgulattığı” önemli kişileri yanlarına çekerler. Pkk bu yöntemi kitlesel desteğini artırmak maksadıyla sıkça kullanmıştır ve ne yazık ki çok zaman başarılı da olmuştur.
Sahte itirafçıların bir diğer görevi de güvenlik güçlerinin itimadını kazanıp “içli dışlı” olduktan sonra onları kamuoyuna yasa dışı eylemlere katılan, çete kurgucusu kişiler olarak göstermektedir. Bunun en tipik örneği de “Yüksekova Çetesi” davalarıdır. Sahte itirafçı Kahraman Bilgiç ve iki kardeşi dağda çatışmada öldürülmüş örgüt milisi Necip Baskın’ın iftira ve ithamlarıyla çok sayıda subay, özel hareketçi, korucu senelerce tutuklu yargılanmıştır. Öyle ki, bu yargılamaların sonucunda beraat etmelerine rağmen ödedikleri bedeller çok ağır olmuştur. Hayatlarının seyri değişmiştir. her şeyden önemlisi onların ülkemiz a adına savaşan kişiler olmaları hasabiyle ufukları karartılmıştır. Hiçbirisi de devlete küsmemişlerdir, ama devletin bekâsı adına ülküleri darbelenmiştir.
Mesela kimlerdi bunlar?
Hangisini sayayım! Askerinin başında en önde çatışmalara girmesiyle bilinen Binbaşı Mehmet Emin Yurdakul, çok geceleri kız ve erkek kardeşleriyle birlikte siperlerde sabahlayan dağlarda savaşmakla geçen evlerinin dışı duvarları bile örgütün ateşleriyle delik deşik, Ali İhsan Zeydan, Çolak Hasan, Kemal Ölmez, İsmet Ölmez, Özel Hareketçi Fatih Özhan… İlk aklıma gelenler. Hepsine de yazık oldu. Bu davaları sürecinde sevinen Pkk ve yandaşları olmuştur. İşin en ilginci de bu davaların açılmasına zamanın DGM Başsavcısı Nihat Çakar ve başka bir çok bürokrat da alet olmuştur.
Ne demek istiyorsunuz biraz açar mısınız?
Bu kendileriyle Allah arasındadır.
Ancak, Pkk’nın korkulu rüyası özel hareket ve koruculuk müesseselerinin önce kamuoyunun gözünden düşürülmesi, sonra da lağvedilmesi amacı bu davalarda Kahraman Bilgiç’in ve Necip Baskın’ın “özel rolleri” ni görememek için “katarakt” olmak lazımdır. Örnek olarak söylüyorum, Diyarbakır 4. DGM’de görülen davanın iddianamesi Kahraman Bilgiç’in tespiti mümkün olmayan çelişkili ifadelerinden başka hiçbir belgeye dayanmıyordu ve bu iddianame Başsavcı Nihat Çakar tarafından hazırlanmıştı. (1996 yılı) Ki, ilk tutuklamalara esas teşkil eden iddianameydi bu. Birden aklıma geldi. Hüseyin Bey; Van Savcısı Ferhat Sarıkaya da, dayanaksız iddianame hazırlama konusunda Savcı Nihat Çakar’dan ders almış olabilir mi diye?!
-Ben hukukçu değilim. Gazeteciyim. Bunu en iyi bilecek durumda olan sizsiniz. Bu cümlenizle sözü benim sormak istediğime getirdiniz. Nedir bu Şemdinli olayları ve devamındaki gelişmeler?
Pkk, Apo’nun yakalanmasıyla en büyük darbeyi yedi ve destekçileri bazında da psikolojik olarak çöktü. Fakat devletimizin idaresindeki Atatürk’ün ülküsünden habersiz, ufuksuz, çapsız yöneticiler bölücülük hareketinin bu çöküşünü değerlendiremediler.
Ben Elazığlıyım. Doğu ve Güneydoğumuzu ilçe ve köyleriyle de tanırım. Devlet, terör örgütünü ciddiyetle ezse, yöre halkı inansa ki, terör örgütü kendisine dokunamayacak, kesinlikle devletin yanında yer alır. Ama durum böyle değil ki! Pkk silahlı, silahsız güçleriyle bölgede cirit atabiliyor. Bürokraside istedikleri her işi yapabiliyorlar. Size bir örnek daha vereyim; Mardin’in Derik ilçesinde ailesinden ve aşiretinden 40’tan fazla şehit vermiş kendisi de gazi olan Şerif Temelli adında bir candaşımız var. Hani şu Apo’nun “Zanagiller şürekâsı”nı ifadeleriyle mahkum ettiren gazimiz?! Ben biliyorum, Derik Ziraat Bankasından diyelim ki 10.000 YTL kredi istese; ya verilmez ya da elli dereden su getirilip sonra verilir. Ancaaaaak… Aynı Derik’li, kumarbazlığı ile de ünlü Kasr-ı Kanco adlı malikhanesini terörist yuvası olarak kullandıran pkklı DTP başkanı Ahmet Türk nam bir şahıs aynı bankadan istediği miktarlarda krediyi telefonla ayağına kadar getirtebiliyor. Yine Mardin’in Dargeçit ilçesinden bir gazimiz olan M.Tevfik Vural var. Hamile eşi ve çocukları katledilip kendisi de vücuduna aldığı 16 kurşuna rağmen tesadüfen yaşayan kardeşimiz. Yıllardır açlık sınırında yaşıyor. Gazilik maaşından başka hiçbir geliri yok. Borçla harçla yaşıyor. Ama yanı ilçeden birçok Pkk’lı parayla oynuyor. Devlet ihalelerinin çoğunu sabıkasız yandaşlarının kullanarak Pkk’lı müteahhitler alıyor. Pkk’ya yardım yataklıktan hapis de yatmış Midyat’lı bir müteahhit var. Hastane, okul ve diğer devlet ihaleleriyle trilyonlar kazanıyor.
Şimdi sormak lazım; bölgede devlet yanlıları aç sefil bırakılır; Pkk yanlıları, finansörleri palazlandırılır, maddi güç sahibi yapılırsa, vatandaş kimden yana olur? Bu şartlarda vatandaşın devlete güveni kalır mı?
… Ve böyle bir ortamın oluşturulmasına göz yumulursa Pkk ne kadar darbelenirse darbelensin tekrar dirilmez mi? Dahası ve en tehlikelisi Pkk’ya hoş görünmek isteyen politikacı sayısındaki enflasyondur. Federasyoncu Turgut Özal değil miydi kuryeleri Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar aracılığıyla “Apo’ya selam söyleyin, her yaptığı yanlış değildir!” diye haber gönderen?! Kuzey Irak’ın kıytırık dansözleri Talabani ve Barzaniyi kullanmak isterken devletimizi onlara kullandıran Turgut Özal değil miydi?
N. Erbakan değil miydi Bingöl’deki; “Onlar (Türkler)’ Ne Mutlu Türk’üm diyorsa, siz de ‘Ne Mutlu Kürt’üm’ demelisiniz” diye bağıran?!
Pkk’nın Apo’nun yakalanmasından sonraki psikolojik çöküşüne, belki de tamamen bitişine, “AB’nin yolu Diyarbakırdan geçer” işaretiyle son veren, bir anlamda Pkk’yı yeniden dirilten Mesut Yılmaz değil midir?”!
Türkiye’li Başbakan RTE’nin bir Büyük İsrail Projesi olduğu apaçık, gerçekleşmesi halinde kutlu vatanımızı 5 parçaya bölecek olan “Büyük Ortadoğu Projesi”ni suret-i haktan göstermek adına “Bu proje gerçekleşecek ve merkezi de Diyarbakır olacak “ demesinin anlamı nedir?
Urfa’nın, Mardin’in, Hatay’ın parça parça yabancılara özellikle İsrail’lilere satılmasına AB’ye giriş şartlarından, olarak izin verilmesinin, mayınlı sınır bölgemizin İsrail şirketlerine kiralanması için bütün şartların oluşturulmasının yakın gelecekteki getirisinin kuşatılmışlıktan da öte işgal edilmişliğimiz olacağını göremeyenlerin Pkk’dan daha az tehlikeli olduklarını kim söyleyebilir?
Şemdinli olaylarını sormuştum?
Ona cevap vermek için önden bunları anlattım Hüseyin bey. Bölgede bugüne dek olup bitenler, Türk düşmanı haçlıların bölgede dans / vals yapmalarına göz yumulması Pkk’yı bütünüyle bölücüleri, son aşamaya geldiklerine, artık başkaldırabileceklerine inandırmıştır. Bu emperyalizm oyuncaklarının hayallerindeki son aşamasının “Kürdistan” olduğunu söylememe lüzum yok. Ama şunu söylemeyi elzem görüyorum: Bölücüler ve onlara destek verenler, çok iyi bilmeli veya onlara anlatılmalı ki Doğu ve Güneydoğu Türkiye’den koparılabilirse eğer, oraların “Kürdistan” olmayacaktır, İsrail ve Ermenistan arasında paylaşılacaktır. Bu bölgelerimizde yaşayan gerçekte özü özümüz olan (fakat ne yazık ki, bir kısmı “mankurt” laştırılmış) insanlarımız emperyalist haçlılarca süpürülecektir.
Katledileceklerini mi söylemek istiyorsunuz?
Evet aynen bunu kastediyorum.
Kendi aralarındaki mezhep savaşlarında bile birbirlerini en acımasız yöntemlerle katletmeleriyle bilinen; Endülüst’te, Anadolu’da, Balkanlar’da, Filistin’de, Irak’ta…defalarca Müslüman Türk katliamları yapmış emperyalist haçlıların yeni bir Müslüman Türk soykırımı yapmayacaklarını kim garanti edebilir? G.W. Bush komutasındaki Evanjelist barbarların, Siyonist yamyamların halen Irak’ta yaptıklarından daha büyük soykırımları Anadolu’da da yapabileceklerinin yeterli belgesi sayılmaz mı?
Cehennemi bir dehşetten bahsediyorsunuz gibi?
Adına ne derseniz deyin kardeşim…
Ben sadece bir öngörüde bulunuyorum. Pkk / bölücülük hareketi göründüğü kadar basit değildir, arka planları vardır. Bu arka planlar İsrail ve Batı emperyalizminin Anadolu’muzun parçalara ayırıp yutma sürecinin aşamalarını içermektedir. İstedikleri artık Sevr’in de ötesidir. Yani olmayan Türkiye veya “Türkiye’siz dünya”dır. “Türkiye’siz dünya”da, Türklüğün yokedilmesinin önünde hiçbir engel kalmamış olacaktır.
Şemdinli’den nerelere açıldık?
Şemdinli’deki olaylar Batı ve İsrail istihbarat teşkilatlarının düzenlediklerinin açık kanıtları var. Pkk bölge sorumlusu bir profesyonel terörist olan (… Ki, geçmişte vâki Şemdinli baskınına öncülük etmekten 12 yıl hapiste kalmıştır) Seferi Yılmaz’ın, o zaman içinde bir tek kitabın bulunmadığı “kitapçı dükkanı(!) gerçekte bir Pkk karargahıdır ve Batılı istihbarat ajanlarının da yerli işbirlikçileriyle buluşma yeridir. Olaylarda ilk hedef jandarma ve polis merkezlerini yakıp yıkmak, güvenlik güçlerini linç etmekti. Bunu başarabilselerdi devamında aynısını Yüksekova’da da (ertesi gün denediler) gerçekleştirip devletin büyük çaplı operasyona girişmesini sağlayacak, sonra da “T.C. Kürt soykırımına başladı!” diyeceklerdi.
Mesela o gün Yüksekova’da üç ölü vardı. İkisi PKK’lıydı, ama “Mengeş” soyadı taşıyan terörist değildi. Aksine Pkk’nın hedefi bir ailenin çocuğuydu. Kendileri öldürdüler, ertesi gün de Pkk çaputlarına sarıp cenazesini kaldırdılar. … Ve tabii nazarlarınızdan kaçmamıştır.
Şemdinli’deki başkaldırının başlamasından sadece 2 dakika sonra Pkk’nın Roj TV’si Danimarka’dan canlı yayına geçmiştir. Bir TV’nin teknik ve fiziki olarak 2 dakikada canlı yayına geçirilmesi mümkün olmadığına göre, olayların Batı ve İsrail istihbaratlarının Pkk işbirliğiyle, yani yine Pkk’yı kullanarak gerçekleştirdikleri bir eylem olduğu apaçık ortadadır. Gariptir ki, bu organizasyonun baş maşası Seferi Yılmaz nam terörist suçlanmamış; eşini ve çocuğunu kendisini linçten kurtarmaya çalışan güvenlik görevlileri suçlanıp tutuklanmıştır!… …. Ve derhal ezici kısmı Türk’ün elinde olmayan, merhum Attila İlhan’ın deyimiyle “Türk olmayan” medya PKK ağzıyla baykuş gibi öttürülmüştür. Yok “derin devletin işiymiş” yok “yeni bir Yüksekova çetesiymiş” yok “Susurluk” muş… Demediklerini bırakmadılar ve hala aynı mavalları okuyorlar! İşin garibi, ülkemizin seçim sisteminin azizliğiyle seçilmiş Başbakanı RTE ve hükümetinin, bu denli vahamet arzeden olaylar karşısındaki vurdumduymaz bir tavırla bu olayların, varlığımızın teminatı, tek ve son güvencemiz olan ordumuz aleyhine kullanılmasına alabildiğine müsamahakar davranmasıdır. Neymiş efendim; meclis ve yargı yıpratılmamalıydım! Meclis’in yerine konulacak başka meclis yokmuş! İyi de kardeşim, bu ordu olmasa bu meclisin esamisi okunur mu? Bu ordu olmasa bu devlet, bu ülke yine var olabilir mi? Sen, ben var kalabilir miyiz?
Ortada, Van Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın kafa karıştırıcı bir dizi olaylardan söz eden iddianamesi var. Bunu nasıl yorumlayacaksınız?
Van Savcısı F. Sarıkaya’nın iddianamesindeki özellikle başta Kara Kuvvetleri Komutanımız Sayın Yaşar Büyükanıt olmak üzere ordu mensuplarımıza yönelik suçlamalarında hukuki boyut arayanlar hukukbilmezlikten kaynaklanan ve duyumlarla yetinen bir saflığa sahip değillerse eğer, küresel evanjelist emperyalizmin papağanı konumundadırlar. Savcı Sarıkaya yakın bir zamanda devlet memurluğundan istifa edip serbest avukatlığa başlarsa, kimse şaşırmamalıdır. Böyle bir karar verir ve bürosunu da Van, Diyarbakır, Ankara ve İstanbul illerimizden birinde açarsa, müvekkil listesinin özellikle Pkk yandaşları ve finansörlerinden ve eroincilerden oluşacağından kimsenin şüphesi olmasın! Çünkü, tam bir garabetleri bütünü olan iddianamesiyle bölücü teröre ve destekçisi devletlere arayıp da bulamadıkları kadar bol malzeme vermiştir. Onların karanlık odalardaki kurgularına (kimbilir belki de bilmeyerek?!) hizmet etmiştir.
-Nasıl yani?
Batı emperyalizminin önce susturmayı, sonra da nifak sokup yıkmayı hedeflediği en önemli kurumumuz ordumuzdur. Bunu başarabilmek için de, Yahudi Soros destekli, ABD ve Vatikan casusu “hocaefendi” namıyla maruf bir “sarıklı kardinal”ın öncülüğündeki siyasal dincilerle, sabatayistlerin ittifakı devreye sokulmuştur. Maske “AB kriterlerine uyum” safsatasıdır. Haçlıların, Türk ordusunun ve kuvvet komutanlarının başlarında kendilerince uydurdukları tabirle “AB medeniyet projesi”ne ve açılımı “Büyük İsrail”den başka bir şey olmayan BOP (Büyük Ortadoğu Projesi)’a uyumlu “dilsiz ve dişsiz” generaller görmek istiyorlar. “AB’ye girmek için egemenliğimizin bir kısmından feragat etmek Atatürkçülüğe aykırı olmaz” gibisinden nutuklar çığıran generalden istiyorlar.
Bu anlamda siyasal dinci / sabatayist ittifakının Sayın Yaşar Büyükanıt’ı hedef alması asla “tesadüfi” değildir. Ordumuzun hiyerarşisinde gedik açmak istemektedirler. Devamında da her Ağustos ayında gerçekleşen komutan atamalarına müdahaleye yelteneceklerdir.
-Van Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın iddialarına dayanak gösterdiği Mehmet Ali Altındağ kimdir ve orduyu, devleti pervasızca suçlamaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Mehmet Ali Altındağ’ı en iyi tanıyanlardan olduğumu söyleyebilirim. “Yüksekova Çetesi” davalarının iki dosyası Diyarbakır DGM’de görülüyordu ve ben de sanıkların çoğunun gönüllü vekiliydim. Dava, niteliği ve niceliği itibariyle yerel ve ulusal basının ilgi odağıydı. Mehmet Ali Altındağ’ın sahibi olduğu Söz Gazetesi ve Söz TV de davanın içeriğine ve bu çerçevede benim demeçlerime yer veriyordu. Karşı tarafı Pkk olan bu davalardaki savunmalarım hakkında bilgi edinmiş. Benimle tanışıp avukatlığını yapmamı istiyormuş. Diyarbakır Havaalanı’na indiğim bir gün yanıma gelip kendini tanıttı. O da Ankara’ya uçuyormuş. “Benimle uzunca görüşmek istediğini, iki gün sonra döneceğini, kendisi gelene kadar “Diyarbakır’dan ayrılmamamı” rica etti. Ben de kendisi hakkında “devlet yanlısı” olmaklığı ve gazetesinde, televizyonunda (Söz Gzt / TV) kendisini “Araştırmacı gazeteci yazar M. Ali Altındağ” olarak tanıtmasıyla sınırlı bilgi sahibiydim. M.A. Altındağ’ın benimle tanışmak, beni avukatı tayin etmek istemesinde normal olmayan bir şey yoktu. Zira o da nihayetinde devlet yanlısı olarak bilinen, öyle tanıtılan birisiydi.
Dediği günde Diyarbakır’a döndü ve korumalarını gönderip beni kalmakta olduğum polisevinden aldırdı. Sade olduğu kadar iyi malzemelerle döşenmiş bir yazıhanesi vardı. İlk dikkatimi çeken şey 10-15 tane yaldızlı ciltli dini kitap ve duvarda asılı büyücek bir Said-i Nursî fotoğrafıydı. Karşılıklı çaylarımızı yudumlarken ona şunları söylediğimi hatırlıyorum:
“Mehmet Ali Bey! Ben sizi devlet yanlısı olarak duydum. İnanıyorum ki, öylesinizdir.
Nitekim devlet de size en büyük ihaleleri vererek desteğinizin karşılığını fazlasıyla vermiş. Ama görüyorum ki, siz yazıhanenize kazandığımız katrilyonları dahil her şeyinizi borçlu olduğunuz Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ün değil, bu kutlu cumhuriyete bakış açısı tartışmak Said-i Nursi’nin resmini asmışsınız. Ne zaman ki işyerlerinize Atatürk resimleri asarsanız, o zaman sizin avukatlığınızı üstlenirim”.
Biraz şaşırmıştı. Benim kendisini savunmamı istediği davalarında, “karşı tarafın pkk olduğunu, bu davalarına özellikle benim girmemi istediğini” söyledi ve yazıhanesi de dahil olmak üzere bütün işyerlerine Atatürk resmi asacağına dair söz verdi.
O bu konuda sözünü tuttu, ben de vekilliğini kabul ettim. Gazetesi “Söz”de kendi adıyla çıkan yazıları kesinlikle başkası yazıyordu. Zaten bir makale yazabilecek bilgi ve kültüre sahip biri değildi. Sık sık bir araya gelip “derin” sohbetlerde bulunurduk. Devletin istihbarat birimleri de kendisini sıkça ziyaret ederdi. Buna birkaç kez şahit oldum. Kendisi hakkındaki en önemli tesbitim şudur: M. Ali Altındağ; dostluğu, arkadaşlığı, siyasi çizgisi iş ve özellikle ihale ilişkileriyle paralellik gösteren, bir gün ak dediğini ertesi gün karalamakta beis görmeyen kendisinden başka “bilgin” tanımayan, kendisine engel olmaya, çıkarlarına dokunmaya kalkan herkesi, velev ki en yakın bile olsa ezmekten çekinmeyecek karakterde birisidir.
Sohbetlerimizde konu açıldığında Hizbullah örgütü hakkındaki “pkk’dan farkları yok” şeklindeki açıklamalarıma sessiz kalırdı. Hizbullah aleyhine konuşmamaya özen gösterirdi. Mesela Diyarbakır’da devlet yanlısı bir üniversite hocası belediye başkanıydı ve O’nu gazetesinde, TV’sinde sık sık överdi. İyi dost idiler. Seçimler yaklaştığında adamı hedef edindi. Hadep’ten Av. Feridun Çelik seçimi kazanınca kendisiyle yakınlaşabilmenin yollarını aramaya başladı. Şaşkına dönüyordum. Bir seferinde vali yardımcılarından biriyle dalaşmıştı. Gidip o bürokratımızla bizzat görüştüm.
“Mehmet Ali Altındağ’ın kendisinden yasal olmayan isteklerde bulunduğunu, yapılmayınca da kendilerini karalama yoluna gittiğini” örnekler vererek anlattı. Yani, M. Ali Altındağ’ı her geçen gün biraz daha tanıyordum.
-Oğullarının devlet tarafından öldürülmüş olabileceği iddialarına ne diyeceksiniz?
Oğullarından ikisiyle tanıştım Lice yolunda trafik kazasında ölen Emin çok aklı başında biriydi. Babasının Gazete ve TV’sini oyuncak silah gibi kullanmasından ciddi rahatsızlık duyuyordu. “Bizi devletin her kademesiyle kavga ettiriyor. Bir çok bürokratın yüzüne bakamaz olduk” dediydi bir keresinde. Sonradan öğrendim, babasına TV ve Gazete’ye (Söz Gzt / TV) girmeyi yayın politikasına karışmayı yasak etmişti. Bu durumu TV çalışanları da doğruladılar. Bunun onları artık iyi tanıdığım M. Ali Altındağ için “sudan çıkmış balığa dönmek” ti.
Diğer oğlunu Abant’ta satın aldığı otelin başına göndermişti. O da trafik kazası geçirip öldü. Telefon açıp taziye verdim.
Ankara’daki yazıhanesinin başındaki oğluyla bir kez telefonla da görüşmüştüm. O da babasının bir çok bürokratla kavgalara girişmesinden şikayetçiydi. İlk ölen oğlu Emin için kendisine başsağlığı ziyaretinde bulundum. Oğlunu “devletin öldürdüğünü” ima eden söylemlerde bulundu. Şiddetle karşı çıktım. Onun bu mesnetsiz iddiasından duyduğum rahatsızlıkla aklıma ilk gelen soru şu olmuştur: “Kendisini Söz Gzt / TV’ye sokmadığı, yayın politikasından da el çektirdiği” dolayısıyla M. Ali Altındağ’ın “yaşama sebebi”ni elinden alıp sudan çıkmış balığa döndürdüğü için oğlu Emin’i kendisi öldürtmüş olabilir miydi?”.
Evet, Altındağ’ın “oğullarını devletin öldürttüğü” iddiasını “ihtimal dahilinde (!)” görenler, bu ihtimali de yabana atmamalıdırlar.
-Oğullarının pkk’ya yardım /yataklık ettikleri iddiasıyla gözaltına alınmaları konusunda bilginiz var mı?
Oğullarının pkk’ya yardım/yataklıktan gözaltına alınmaları tamamen (bir sahte itirafçıyı kullanarak) zamanın DGM Başsavcısı Nihat Çakar’ın bir girişimiydi. Ama tutmadı. Nitekim kısa sürede serbest kaldılar. Sonra o itirafçı M. Ali Altındağ’ın yazıhanesine gelip çok şeyler anlatmıştı. Yanlış hatırlamıyorsam M. Ali Altındağ o itirafçının sesini banda almış veya bu konuda nasıl kullanıldığını el yazısıyla anlatmıştı?! O da itirafçıdan elde ettiği bilgileri Başsavcı Nihat Çakar aleyhine kullanma gayretindeydi?! O günlerde ben avukatlığını bıraktım. Sonuç ne oldu bilmiyorum.
-Avukatlığını neden bıraktınız?
Kendisi benim şartlarıma uymadı. Mesela hiçbir şekilde benim savunma tarzıma karışmayacaktı; öyle anlaşmıştık. Ancak, her duruşmada veya durumdan sonra işime müdahaleye kalkışıyordu. Ben, iş makinalarını yakan teröristleri mahkum ettirmeye çalışırken, o bu eylemin azmettiricisi olarak Ali İhsan Kaya adlı bir müteahhidi göstermemi istiyordu. Mahkemede bu iddiayı ileri sürebilmek için belge lazım. Belgesi nerde? Yok! Sonra öğrendim ki, ihale yarışına girdiği biriymiş Ali İhsan Kaya. Bu yüzden kavgalılarmış. İşin garibi akrabalarmış… Bu hadiseden sonra “avukatlığını yapamayacağımı” söyledim ve kendisine Ankara Barosu’ndan Levent adlı emekli binbaşı bir avukatı tavsiye ettim. Halen de avukatımıdır bilmiyorum, ama Levent Bey bana “Ankara’daki oğluyla muhatap olduğum için sorun çıkmıyor” demişti.
-Mehmet Ali Altındağ’ın daha büyük bir iddiası var. “Gaffar Okkan’ı, askerler öldürdü” diyor?!. Sizce elinde bir kanıt varda mı konuşuyor?
Mehmet Ali Altındağ’ın konuşması için elinde bir kanıt olması gerekmez. O, aklına ve işine geleni konuşabilecek biridir. Gaffar Okkan Diyarbakır’a atandığında ben oradaydım. Ondan önce Sayın Yavuz Elbirler, Emn. Md. İdi. Kendisi ile Muğla Emn. Müdürlüğü zamanında tanışmıştık. “Adam gibi adam”dı ve mükemmel bir müdürdü. Bölücülere nefes aldırmıyordu. Gittiklerimde polisevinde kalırdım ve benim güvenliğime özel hassasiyet gösterirdi. Niçin görevden alındığına, neden hala “kızak” ta tutulduğuna bir anlam verememişimdir. Tabii çok başarılı olduğu için “kızağa” alındığına dair kanaatimi kendime saklamam lazım; çünkü, buna kimseyi inandıramam!
En son Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü görevini fevkalade bir başarıyla yürütürken, pkk’lı Belediye Başkanı Osman Baydemir’in ve O.Baydemir’in çok iyi anlaştığı”AB’ci demokrat” dostu Diyarbakır Valisi Efgan Ala’nın husumetlerine, hışımlarına maruz kalması üzerine Çanakkale’ye atanan mükemmel insan Orhan Okur Bey’in nelerle karşı karşıya kaldığını, halen hakkını nasıl mahkemelerde aradığını örnek versem… O da olmaz! Yine kimseyi inandıramam. En iyisi biz konumuza dönelim.
Evet! Gaffar Okkan Diyarbakır’a atandığı “Yüksekova Çetesi” oldukları iddiasıyla tutuklu yargılanan üç özel hareket polisinin de avukatı idim ve polisevinde kalıyordum. Konu ile ilgili bilgi edinmiş. İlk karşılaşmamız Emniyet Müdürlüğü girişinde oldu. Yanında yardımcıları ve İstihbarat Müdürü Ahmet Özban vardı. Aramızdaki bu ilk diyalog aynen şöyleydi:
-Bizim çocukların avukatı sen misin?
Evet benim! Yeni görevimiz hayırlı olsun.
-Durumları nasıl? Bir şeye ihtiyaçları var mı?
Durumları çok kötü Müdür Bey! Suçsuz tutuklulukları bir yana, ailelerinin maddi gücü SIFIR noktasında. Birinin ailesi Adana’dan birinin ki Edirne’den, diğerininki Erzurum’dan gelip gidiyorlar.
-Bizim Polis Yardım Derneği’nin iyi geliri var, sana para verelim onlara götür?!
Bana para vermenize gerek yok. Gaffar Bey! İşte size ailelerinin adres ve telefonları ve çocukların koğuş numaraları. Para vereceksiniz bizzat kendilerine gönderin…
-Peki?!
Teşekkürler…
Gaffar Okkan’ın bu söylemleri etrafındakilere gösteriden ibaret kaldı. Bir iki kez daha hatırlatmama rağmen ne cezaevindeki polislere ne de maddi güçleri tükenik ailelerine 5 kuruş yardım yapmadığı gibi, arada bir polisevinde kalan bu mağdur ailelerden yatak / yemek ücreti de aldırdı.
Gaffar Okkan Diyarbakır’a gelir gelmez GAP TV’de ve yerel TV’lerde soruları önceden ellerine verilmiş sunucularla (dolayısıyla cevaplarını baştan hazırladığı) bolca programlara çıkıp adeta “şov” yapıyordu. Diyarbakırspor’a da el atınca artık “özel imalat röportaj”lar yapmasına da gerek kalmamıştı. Yardımcıları boş masalarda oturuyordu; çünkü imza yetkilerini bile ellerinden almıştı. Dokunamadığı, kontrolüne alamadığı tek kişi istihbarat Şb. Md. Ahmet Özban’dı. Ama sonunda O’nu da bıktırmış olmalı ki, tayinini istemek zorunda kalmış ve Ankara’ya tayin edilmiş. Yani Gaffar Okkan kısa sürede Diyarbakır’ın siyasi atmosferine hakim Hadep taraftarı kitlelerin “Baba Gaffar”ı olmuştu.
Hele bir de “misafir futbol takımlarını ve hakemleri tehdit ederek Diyarbakırspor’a maçlar kazandırdığı (?!)” ve “zanlılara iyi davranmadığı” iddia edilen her polisini açığa aldığı” halk arasında adeta bir “inanç” olarak yerleşince Gaffar Okkan artık “Ben Gaffar Okkan / Var mı bana yan bakan!” havalarına girmişti. Hem, bazı sahte itirafçılara ve pkk yanlısı bazı avukatlara itibar etmesi, hem de devlet güçlerinin ve şehit ailelerinin vekili olduğum halde bana husumet beslemesi (niyeyse?) ile bilinen DGM Başsavcısı Nihat Çakar’la aralarından su sızmıyordu. Aynı Gaffar Okkan’ın Nihat Çakar’la sürekli dalaşan Mehmet Ali Altındağ’la da çok iyi ilişkileri vardı.
Okkan’ın M. Ali Altındağ’a tek kızgınlığı benim yüzümden vaki olmuştu. O da, Gaffar’ın beni gecenin saat 23.00’ünde (can güvenliğim olmadığını bile bile) beni polisevinden attırması, bununla da kalmayıp ayrı bir binadaki Asayiş Şb.nin toplantı salonunda 1500 polise hitaben; “O uzun saçlı avukata selam vereni bile açığa alırım” demiş olmasına rağmen M. Ali Altındağ’ın korumalarını gönderip beni tesislerine getirtmesi otelinde misafir etmesi idi. Gaffar Okkan, Altındağ’ın Söz Gazetesi’ne 4-5 Başyazı yazmandan da ciddi rahatsız olmuş. İşin ilgi çekici yanı, ilki Atamızın “Ne mutlu Türk’üm diyene” özdeyişiyle biten bu toplam 4-5 makaleden ibaret yazılarımdan pkk ve Hizbullah terör örgütleri şiddetle rahatsız olmuş ve M. Ali Altındağ’ın bana yaptığı “örtülü” açıklamaya göre kendisini tehdit etmişlerdi.
(Yazılarımın terör örgütlerini ve yandaşlarını” delilendirmesi normal bir gelişmeydi. Zira, Kürtler’in Türk soylu olduğunu, aynı Ata’nın (Oğuzhan) çocukları olduğumuzu anlatmıştım yazılarımın birinde. Terör örgütleri Kürtler’in uyanmasını tabii ki istemez! Kürtler, Türk Çınarı’nın dallarından biri olduklarını öğrenirlerse bu emperyalizm uşakları bir anda “tabansız” kalırlar. Biterler… Eh! Şirketlerinden birinin ismi pkk’nın Diyarbakır’a verdiği “Amed” adını taşıdığı için değil belki, ama en azından tehditlerin devamının geleceğinden korktuğu için Mehmet Ali Altındağ’ın da rahatsızlık duymasında bir acayiplik arayamam. İyi de benim “Diyarbakır Söz’e yazmam Gaffar Okkan’ı niçin “delilendiriyor” du?
Beni polisevinden atmasından sonra Valiliğe “Güvenliğimin sağlanması için” dilekçe verdim. Emniyet Müdürlüğüne havale edildi. Gaffar Okkan cevap bile vermedi. Bana karşı takındığı bu tavrın sebebini Vali’ye sordum. OHAL Valisi Merhum Aydın Aslan’a sordum. İkisi de kendisini telefonla aradılar. “Ben Emniyet Müdürüyüm, istediğimi yaparım; hesap da vermem” demiş. Rahmetli Aydın Aslan, Gaffar’ın bu cevabı karşısında çok sinirlenmiş, “Gaffar Bey! Ben de OHAL Valisiyim, ama her keyfim istediğini yapma hakkına sahip değilim!” cevabını vermişti. Bu hadiseden sonra merhum Aydın Aslan’ın Gaffar Okkan’la hep soğuk kaldığını OHAL Bölge Valiliği Sekreteri Hamdi Er Beyefendi bana bizzat söylemişti.
Söz açılmışken Okkan’la ilgili iki ilginç(!) anım daha var onları da anlatmak isterim.
-Peki dinleyelim o zaman. Ben de merak etmeye başladım?
Diyarbakır kadrosundan bir müdür, Ercincan İl. Emn. Md. Olarak tayin edilmişti. Ankara’ya aynı uçakta uçuyorduk. Tam önümdeki sıradaydı. Eşi hanımefendi de yanındaydı. Sevinçlilerdi tabii ki. Uçak havalandıktan hemen sonra kendisine; “Müdür bey il müdürlüğünüz hayırlı olsun. Sevinmek hakkınız. Ancak ben Gaffar Okkan’dan kurtulduğunuz için mi, il müdürlüğüne atandığınız için mi daha çok sevindiğinizi öğrenmek istiyorum?!”
Kendisi de, eşi hanımefendi de benim nüktemi (“moda” deyimiyle “espri”mi) tebessümle karşıladılar, ama yanımda oturan kişi aniden köpürdü. Benim bu sorum “Gaffar Okkan’a hakaret” miş! Önce cevap vermek istemedim. Fakat “herif” resmen sataşıyor. “Sana ne oluyor kardeşim; ben seninle muhatap değilim” dediysem de laf anlatamadım. Adam sataştıkça sataşıyor. Sinirlendim; “Sen Gaffar Okkan’ın akrabası mısın, avukatı mısın?” dedim. Adam ne cevap verse beğenirsiniz?! “Ben Hadep Diyarbakır il 2. başkanıyım! Biz müdürümüze laf söyletmeyiz!” Adını dahi sormadığımı bu kendini bilmez, Esenboğa havaalanı salonuna girene kadar bana sataşmaya devam etti. Gayesi fiziki kavga çıkartmaktı ama ben oyununa gelmedim.
Dahası, çok dahası var. Esas şimdi anlatacaklarıma hayret edeceksiniz. Diyarbakır polis kadrosu (Gaffar Okkan ve Kars’tan getirdiği vefedarları hariç) bana hep sevgiyle, saygıyla yaklaşıyordu. Amiri, müdürü, memuru…hepsi bana ikramlarda bulunmak için adeta yarışıyorlardı. Bir gün müdür yardımcılarından birinin odasına girdim. Yanında 60-65 yaşlarında biri vardı. Bana da yer gösterdi, çay söyledi. Sohbetin koyulaştığı bir anda; “Nedir bu bölücülerin yaptığı? Kimi kimden ayıracaklar? Hem bu Kürtlerin kökeni özbeöz Türk’tür. 24 Oğuz boyundan biri de Kürtlerdir.” Dediydim. O “alicenap” görünümlü zengin giyimli zat birden öfkelendi, yüksek sesle adeta bağırarak; “ Kürtler Türk değildir. Ayrı kökleri, ayrı dilleri, ayrı kültürleri vardır! Bu uydurma iddiaları söyleyemezsiniz!” Sükunetle dinledim. Sözünü bitirince ismini sordum. Yine bağırarak, “Ben A.R.C’yim!” Bu A.R.C’yi sima olarak ilk kez görüyordum, ama gıyabında iyi tanıyordum. Kardeşi İran sınırında bir ilçemizde büyük bir barajın müteahhidiydi. Karun misali zengin ve Ermeni asıllıydı. Pkk’ya maddi yardım yaptıkları ısrarla söylenirdi.
Cevabını gecikmeden yapıştırdım: “A.R bey! Ben ce boşuna sinirleniyorsunuz. Çünki, ben, ‘Ermeniler Türk soyludur’ demedim, ‘Kürtler Türk soyludur’ dedim!”
Odada hava soğumuştu, müdür yardımcısı kardeşimizle el sıkışıp ayrıldım.
Şimdi denilebilir ki, “Ne var bunda? Adam fikrini söylemiş!” İyi de, terör örgütünün tezlerinin ateşli savunucusu bu A.R.C Polis Koruma/Yardım Derneği Başkanı idi ve Gaffar Okkan’ın en iyi dostlarındandı. Nitekim A.R.C’ye cevabımın mükafatını (!) çok gecikmeden aldım(!) Bir sonraki Diyarbakır’a gelişimde polisevi idaresine Gaffar Okkan tarafından verilen emir bana tebliğ edildi: “Avukat Fuat Turgut polisevinde kalamaz, polisevine giremez!”
Şimdi sıra geldi en dehşet verici olanına.
Terör ve istihbarat şube elemanları bir pkk ayakçısını (yardım, yatakçı) takibe alıyorlar. Bu ayak takımından ayakçı “ciğerci” diye bilinen kişidir. Dört görevli polis takiplerinin seyri içerisinde ciğerci ile ahbaplık kurarlar. Canları istemese de güya ciğer yemeye gitmektir bahaneleri!
…Ve nihayet bu adamı gözaltına alma zamanı gelir çatar. Oturup dört porsiyon ciğer söylerler. Aralarından biri diğer arkadaşlarına, “İlçelerden birine atanmak için dilekçe vermiştim ama hala bir cevap alamadım” der. Bunu o anda bir servis yapan pkk ayakçısı ciğerci duyar. “Abe, sen ilçeye mi getmağ istiyorsun?” diye sorar. “Evet” cevabını alınca hemen cep telefonuna sarılır; “Gaffar baba…yaka/sicil numaralı polis gardaşımız ilçeye atanmağ içun dilekçe vermiş. Daha cevap vermemişsin. Bu eyi çocuğdur baba, yolla getsin!”
…………….???
Ciğerci polise döner ve der ki; “Gardaş get bir saat sonra tayin yazını al…”
Polisler hayretle birbirlerine bakarlar ve içlerinden biri; “Arkadaşlar bu adamı alsak ki ne olur. Ben yarın ilk iş olarak emeklilik dilekçemi vereceğim.
Pkk ayakçısı benim başmüdürüme cep telefonundan ulaşıp polis tayini yaptırıyorsa bu iş burada artık yapılmaz!”
Evet Hüseyin Bey, o polis bu hadisenin ertesi günü emekliliğini ister ve 1999 genel seçimlerinde MHP’den Diyarbakır milletvekili adayı olur. Kendisini en son Pamukkale’de bir turizm tesisinin güvenlik amiri iken görmüştüm.
Anlattıklarınız beni hayretler içerisinde bırakıyor Sayın Turgut?!
Ben olanı söylüyorum. Anlattıklarım ayniyle vakidir. Diyarbakır’da terör örgütü pkk’nın yasal kılıflı uzantısı bir partinin yüzde 50’nin üzerinde oy aldığının ve özellikle bu kesimin Okkan’ı çok sevdiğini birlikte düşünelim.
………………………………………….?!
Bence Kars ve Diyarbakır emniyet müdürlüğü dönemleri iyi araştırılmalıdır. Kızını ABD’de burssuz okutan Okkan’ın şimdi çocuklarının sahibi oldukları menkul ve gayrimenkul miktarı da açıklanmalıdır. Arkasından yapılan spekülasyonların ortadan kalkması için de buna gerek olduğu kanaatindeyim.
En önemlisi de bir sosyolog ortaya çıkıp mahiyetinde çalışan polisler, amirler ve il müdürü olarak görev yaptığı şehirlerdeki halk arasında ayrı bir araştırma yapmalıdır. Ancak o zaman Mehmet Ali Altındağ, ermeni asıllı A.R.C ve pkknın yasal uzantısı Hadepliler tarafından aynı anda niçin çok sevildiği, ama emrindeki personel, daha doğrusu meslektaşlarının ezici çoğunluğu tarafından niçin hiç sevilmediği anlaşılabilir.
Diyarbakır’da, Batman’da, Van’da meydana gelen son olaylara bakışınızı öğrenebilir miyiz?
Şemdinli olaylarının doğal uzantısıdır bu olaylar. Daha büyüklerine de hazır olmalıyız. ABD, AB, Mossad, kuklası, bunlardan maaşlı “aydın” yaftalı “Türkiyeli” soytarıların “derin devlet, Susurluk, Yüksekova çetesi…vb” mavallar okuyarak güvenlik güçlerimizi “ürkekleştirip hareketsizleştirme” operasyonudur. Ve bundan hareketle devamını da getirecekleri başkaldırı idmanlarıdır!
Terörle Mücadele yasalarını AB emriyle yetersizleştirenler utansın! Şehirlerimiz, ilçelerimiz teröristlerce işgal ediliyor, yakılıp yıkılıyor; Batman ve Diyarbakırımızın belediye başkanlığı makamlarındaki pkk papağanı baştahrikçiler hala görevlerinden alınamıyorlar.
Devlete “terörist cenazesi levazımatcılığı” yaptırırsanız sonuç bu olur. İtlaf edilen teröristler bir lağım çukuruna atılmak yerine neden ailelerine teslim edilirler ki?
“Demokrasiymiş, insan haklarıymış!” Onlar demokrasi için, insan hakları için mi dağa çıktılar; yoksa ülkemizi bölmek için mi?
Biraz önce Osman Baydemir’i ve Batman belediye başkanı Hüseyin Kalkan’ı kastederek ‘görevlerinden alınamıyorlar’ dediniz.
Evet.
Alamıyorlar mı, almıyorlar mı?
Alamıyorlartabii ki! Bir dakika bile durmadan istifa etmesi gereken İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu, Osman Baydemir’i görevinden alamaz. Kendisi Diyarbakırlıdır ve her kesimle, özellikle de Mehmet Ali Altındağ ve Osman Baydemir gibi şehrin “en güçlüleri”yle çok özel dostlukları vardır. Bu yüzden Bakan Aksu, buna cesaret edemez. Ola ki böyle bir “delilik” yaparsa pkklılar onu da Sayın Hikmet Çetin’i olduğu gibi “kürt düşmanı hain” ilan ederler. Şunu da söylemeden geçemeyeceğim; Başbakan RTE de Bakan Aksu’yu görevden alamaz. Çünki Bakan Aksu o zaman koltuğunun altında tuttuğu yolsuzluk dosyalarının, dilinin altında sakladığı çok özel bilgileri kamu oyuna açıklar. Bu da RTE ve danışmanları, sırdaşları Cüneyt Zapsu, Mir Mehmet Dengir Fırat vb. nin işine gelmez.
Bunları nereden biliyorsunuz, veya şöyle sorayım bundan nasıl emin olabilirsiniz?
Ankara kulislerine ve onlar hakkında yazılıp çizilenlerin “satır araları”na dikkat kesilirseniz bunları siz de öğrenebilirsiniz.
Bu kadar kolay mı bunları öğrenebilmek, bu bilgileri alabilmek?
Çok da zor değil.
Çok ilginç! Dönelim. Peki polisevinden atılınca size kimler sahip çıktı?
Polisler Gaffar Okkan’ın bu yöndeki emrinden dolayı “açığa alınma” korkusuyla benden uzak duruyorlardı. O günlerde, Gaffar Okkan’ın emrine rağmen, “Sen bize sahip çıkan istisna bir avukatsın. Gaffar istemiyor diye seni yalnız bırakacak değiliz” deyip bana odasında çay ısmarladığı ve beni VIP’ten geçirdiği için Havaalanı Emn. Amiri Yıldırım Bey’i derhal pasaport Şb. ‘ye atamıştı.
Orda da bırakmamış başka şb.lere sürmüş. Bunun üzerine o da tayin isteyip Gaffar Okkan’dan, afedersiniz Diyarbakır’dan “kaçmış!” Emn. Md. Olarak Didim’e atanmış. Oradan da emekli olmuş… Avukatlığını bıraktığım halde M. Ali Altındağ bana hep “yakın” durdu. O’nun tesislerinde kalıyordum, duruşmalara gittiklerimde.
Hiç unutmam,bir gidişimde beni havaalanında dört subay karşıladı. Jandarma istihbarattanlarmış. Bundan böyle her gelişimde beni koruyacaklarını söylediler. Sebebini sordum, cevap alamadım. “pkk veya Hizbullah’ın bana karşı bir eylem planımı var?” şeklindeki soruma da “Hayır!” demekle yetindiler. Beni adliye içinde, dışında, kalmakta olduğum Altındağ Tesislerinde çok sıkı korudular.
Komutanları Yüzbaşı Z. İle sık sık görüşürdük. Devlet / millet aşkıyla her çileyi çekmiş, Kuzey Irak, Yüksekova, Hakkari dahil yıllarca dağ taş gezip Diyarbakır’a gelmiş. Eski bir arabasından başka bir mal varlığı olmadığını söylediydi. “Yüksekova’da, Hakkari’de, Van’da çok iğrenç rüşvet teklifleriyle karşılaştım. Bu türden teklifleri yapmaya cüret edenlerin hepsini pişman ettim. Allah’ın beni paraya imtihanından yüzüm ak, alnım açık çıktım çok şükür…” dediğinde samimiyetini, safiyetini ve duyduğu gururu yüzünden okuyabiliyordum. Sonra Ankara Güvercinlik’e atanıp binbaşı rütbesiyle emekli olmuş bu “kellesi koltuğunda” yiğit komutan Z. Şimdi rastlayası olsak beni o denli sıkı korumalarının sebebini söyler mi bilmiyorum. Z’nin mesai arkadaşı “Binbaşı” ile İmralı’da karşılaştık. Daha doğrusu o beni tanıdı. Rütbesiz er kıyafetliydi. Aynı şeyi O’na da sordum, ama o da ketum davrandı.
-Anlatmanızdan anladığım kadarıyla kime karşı sıkı korunduğunuz konusunda en azından bir tahmininiz, hatta bilginiz, var gibi…?
Ayrıntı bilmiyorum. Ancak, bana suikast yapmayı planladığından şüphe ettiğim “adres” doğruysa eğer, hesabını Yüce Allah’a verecektir. Ben Yüce Allah’a havale ettim. Zaten artık böyle bir emri bir daha verebilecek “konum”da değil…
-Devletin yönetimine sızmış devlet düşmanları mı var demek istiyorsunuz?
Bundan kimsenin şüphesi olmasın.
Ülkemizin içine itildiği ağır sorunların düğüm noktası da buradadır. Dünyada 200 civarında devlet var. Herhalde bu devletlerden hiçbirisi kuruluş ve işleyiş yasalarına, kendisini var kılan asli unsura düşman olduğu besbelli kişilere yönetimde yer vermez! Muhtemelen kendi düşmanlarına bütün kademelerinde idari görev veren tek devlet Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir…
Ermeni Terör örgütü katiller güruhu pkk’nın başı Apo’yla kuryeleri aracılığıyla “sıcak temas” kuran bu acımasız katile ve Kuzey Irak’ın Türk düşmanı iki dağ eşkiyası Yahudi asıllı Barzani ve Sorani / Fars asıllı Talabani’ye hoş görünmek adına ülkemizi Federasyona geriletmek (Yugoslavya örneğini düşünün) isteyen bir kişinin Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı makamlarını işgal etmesine sabır gösteren bir devletin Türkiye Cumhuriyeti!..
Turgut Özal’dan mı söz ediyorsunuz?
Tabii ki Turgut Özal’ı kastediyorum. Sadece bu mu? “AB’nin yolunun Diyarbakır’dan geçtiğini” sözüm ona bir “fikir (!) olarak irat edip gerçekte pkk’yı dirilten “işaret”i veren şimdilik “Yüce Divan”lık (bence “İstiklal Mahkemelik” olmalı!) Sonya torunu Mesut Yılmaz’ı Kültür Bakanı, Dışişleri Bakanı, Başbakan olarak kabullenen bir devlettir bizim devletimiz!..
PKK sürülerine sempatizanlarına “dokundu” diye polisini “ezen/ezdiren”; pkk milisi “ciğerci” ye polislerden kesilen paralarla ciğerci dükkanı / lokantası açtıran; Apo’nun övgüsüne mahzar olmuş, Hadep’lilerin “derin bir aşkla” sevdikleri, onların “Baba”lığını yapar olmuş birini Emniyet Müdürlüğü makamına getiren Türkiye Cumhuriyeti bunları yapmakla, bunlara seyirci kalmakla kendi kuyusunu kazmış olmuyor mu? Daha yüzlerce örnek verebilirim bunlar gibi…
İşte!
Türkiye Cumhuriyeti’nin Yüce Başbuğ’u Atatürk’ümüze ve O’nun ilke ve devrimlerine her fırsatta ağzına geleni söylemişlerden oldukları halde her nasılsa “seçilip” başımıza geçmediler mi? “Türk olmaktan Allah’a sığınırım…”, “Benim babam Kürt, annem Arap; ben neyim?”, “Türk’üz demiyelim, Türkiyeliyiz diyelim…” “Türkler de bu ülkedeki etnik guruplardan sadece birisidir!”. “Türkiye’nin Türkler’e ait olduğunu” söylemek yanlıştır!” vb. söylemleriyle beynimizi patlatmaya, milli bilincimizi “iğdiş” etmeye kalkışan; kendilerini düşünce ve bilinç açısından “Ne Mutlu Türk’üm!” zeminine oturtamamış kişiler halen bakanlık, başbakanlık makamlarında değil mi?
Düşünün; “Ben Fransız değilim, FRANSALIYIM!” “Ben Alman değilim, ALMANYALIYIM!” diyen birini Fransız, Alman devletleri “üst düzey yönetici” yapar mı?
Almanya’yı Fransa’yı böleceklerini bas bas bağıranları Belediye Başkanı, bakan… olarak tutar mı Alman ve Fransız devletleri?
Bizim devletimiz Osman Baydemir vb. pkk borazanlarına güç yetiremez olmuşsa, hangi sorunu çözebilecektir?
-Mehmet Ali Altındağ’ın Gaffar Okkan’ı askerlerin öldürdüğüne dair iddiasına cevap vermediniz?
Mehmet Ali Altındağ’a bu dehşet iddiasını ispat hakkı verilmelidir. Cumhuriyeti korumakla görevli savcılarımız ondan bu hakkı esirgememelidir!
Mehmet Ali Altındağ; devlet yanlısı görünerek milyarlarca dolarlık ihalelerini aldığı devletimizin koruyucusu, varlığımızın birliğimizin tek güvencesi şerefli ordumuza çamur atmadan önce; sigortalarını ödemeden asgari ücretin yarısına çalıştırdığı için mahkemelik olduğu binlerce gariban işçisinin haklarını ödesin!..
…Ve artık “gelen ağam, giden paşam” politikasını bırakıp herkesten çok nemalandığı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının değişmez / değiştirilemez maddelerine bağlılığını bildirsin! TV’sini, gazetesini buna göre şekillendirsin!
Birileri çıkıp Altındağ’a; “Kıblesiz”liği bırak, ne olduğunu açık söyle?!” demelidir!… “İslam’ın 6. şartı”nın “haddini bilmek” olduğu artık kendisine “son kez” hatırlatılmalıdır!… Ve musluklarının nereye aktığı ciddiyetle tespit edilip gereği neyse icra edilmelidir!..
-Sizce Doğu ve Güneydoğu’da bir “Kürt sorunu” var mıdır? Varsa…
Türkiye’nin bir Kürt sorunu yoktur. Kim “Vardır” diyorsa, bilin ki, onun (şuur altında, beyninde açıkça söyleyemediği) Türklük’le sorunu vardır!…
Kürt kim? Oğuz Türkleri’nin bir kolu.. Kökümüz, kültürümüz, özümüz, sözümüz, inançlarımız bir. 1938 sonrası yöneticilerimizin de ağır ihmalleriyle halen Arapça, Farsça, Türkçe kelime yığınından oluşan; “millet dili” diyebilmeniz bilimsel açıdan mümkün olmayan sonradan oluşma ve kaybolup gitmeye mahkum bölgesel bir dil konuşuyorlar diye, bir kısmı düşman devletlerin istihbarat örgütlerince “mankurt” laştırıldı diye bu insanları “bizden” saymamalı mıyız? “Sen ayrı millet oldun, al sana toprak” mı demeliyiz?
Hayır! Bin defa hayır! Hiçbir Türk, soy itibariyle bir Kürt’ten daha fazla Türk değildir. Ciddi bir Milli Eğitim Milli kültür politikasıyla bu kandaşlarımızı asıllarına döndürmeliyiz. Nitekim bu inanca sahip milyonlarca Doğulu / Güneydoğulu Türk olduklarına zaten inanmaktadır. Kürt sorunu yoktur. Türkiye’ye sorun yapılan “Kürtçülük” belası vardır! Kürtçülük hareketi de Batı ve arkasında gizli Siyonizmin ülkemizin başına sarmaladığı bir zillettir.
Bu zilletin önce içerideki “fide”lerini, sonra dışarıdaki “kök”lerini kurutmamız lazımdır. Bölücülük nam zehirli yılanın yuvası Batı’dır. AB’dir, ABD’dir, İsrail’dir. Derhal Gümrük Birliği’nden, AB’den çekilmezsek; yani “düşmanla aynı yatakta kalmaktan” vazgeçmezsek, daha çok çekeceğimiz vardır. Sonucunda Türkiye’nin 5 parçaya bölünmesini istemiyorsak eğer; “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” diye haykırmalı, uyanmamakta direnenleri uyandırmalıyız! Unutmamak lazım ki; milli marşı “KORKMA!…! diye başlayıp “İSTİKLAL!…” diye biten tek millet biziz! Biz, dünyadaki varlığı üçyüz milyona ulaşmış “Büyük Türklük Ailesi”yiz!
Ne Mutlu Türk’üm Diyene!..
ÖZEL BÜRO
Yazıları posta kutunda oku