AMERİKA DOSYASI : ABD’nin Aşırı ve Canice Emelleri : Gezegenin Militer Denetimi (2006 TARİHLİ ANAL İZ)

ABD'nin Aşırı ve Canice Emelleri : Gezegenin Militer Denetimi - image001 40

ABD’nin Aşırı ve Canice Emelleri : Gezegenin Militer Denetimi

Samir Amin

1. Sovyet sisteminin çöküşünün ilan edildiği 1980’li yılların sonundan başlayarak, ABD yönetici sınıfının tamamı ( ister cumhuriyetçi ister demokrat olsun) hegemonyacı emellerini açığa vurmakta gecikmedi. Militer (silahlı) güçlerini ödünleyecek rakibin artık ortadan kalktığı koşullarda ve şımarık bir sarhoşlukla gezegeni sadece militer yöntem ve araçlarla denetleyebilecekleri, biçimlendirebilecekleri kuruntusuna kapıldılar. Bu Amerikan usulû (made in USA) savaşın ilk denemeleri daha1990’ların başından itibaren ( Körfezde, Yugoslavya’da, Orta Asya’da, Filistin’de, Irak’ta) Washington tarafından tek yanlı olarak planlanıp hayata geçirilmişti.

Bir kere siyasi strateji oluşturulunca, onu meşrulaştıracak gerekçeler de bulunacaktı elbette: Terörizm, uyuşturucu trafiği, kitle imha silahları üretildiği suçlaması… Aslında ABD’nin CIA eliyle nasıl ısmarlama üzerine "terörist’ düşmanlar (Taliban, Bin Laden ve henüz 11 Eylül hala aydınlatılmamışken…) ürettiği ya da Brezilya’ya karşı geliştirdikleri ‘Kolombiya Planı’ dikkate alınırsa, bu tür gerekçelerin ne demeye geldiğini anlamak zor olmazdı… Irak’a, Kuzey Kore’ye, bakalım yarın başka hangi devlete yönelik muhtemel tehlikeli silah üretme suçlamasına gelince, bu tür iddialar ABD’nin bu silahları nerede ve nasıl kullandığını bilenler için pek de inandırıcı olmasa gerekir. (Hiroşima ve Nagazaki’de atom bombası, Vietnam’da kimyasal silahlar kullandıkları ve ilerde nükleer silah kullanma niyetlerini açıkladıkları ortadayken…). Aslında burada söz konusu olan tam da Gobels anlamında bir propaganda aracıdır ve asıl amaç ahmaklaşmış Amerikan kamuoyunu aldatmaktır ama bu yutturmaca dışarıda o kadar da etkili değil ve insanlar giderek durumun daha çok farkına varıyorlar.

ABD tarafından formüle edilen "önleyici savaşın" sadece kendileri için bir "hak" olarak görülmesi, artık her türlü uluslararası hukukun da sonu demeye geliyor. Birleşmiş Milletler Temel Belgesi meşru müdafaa durumu hariç savaşı yasaklıyor ve kendi askeri müdahalesini de çok sıkı kurallara bağlıyor, karşılığın ölçülü ve geçici olması gerektiğini vazediyor. Tüm hukukçular 1990’lardan beri yürütülen savaşların yasa dışı olduğunu, hiçbir meşruiyetinin olmadığını ve bu saldırıların sorumlularının da açıkça savaş suçu işledikleri konusunda hemfikirdir. ABD’nin elbette başkalarının da suç ortaklığıyla Birlemiş Milletlere yönelik tavrı, daha önceki (1930’larda) Faşist devletlerin Cemiyet-i Akvam’ı ( Milletler Cemiyeti) yönelik tavrına benziyor.

2. Halkların haklarının bu tarz yok sayılması, hakların eşitliği ilkesinin yerini "Herrenvolk" 1un alması ( burada ABD ve ikinci olarak da İsrail) ve sadece bunların kendileri için gerekli "hayatî önemde" saydıkları yerleri fethetme hakkına sahip oldukları, diğerlerinin ancak "dünyanın efendilerinin" izin verdiği kadar onun projesi için bir "tehdit" oluşturmadığında yaşama ve varolma hakkı tanıdığı bir durum demeye gelir.

Öyleyse ABD’nin bir hak olarak ileri sürdüğü şu "ulusal" çıkarlar dediği nedir?

Aslında söz konusu sınıfın bir tek amacı vardır : Parayı büyütmek ve ABD devletinin birincil hedefi de Amerikan çokuluslu şirketlerinin hakim kesimlerinin çıkarlarını güvence altına almak.

Artık Washington’daki hakim yönetici kliğin gözünde hepimiz "Kızıl Deriliyiz". Başka türlü ifade etmek istersek, ancak ABD’nin çokuluslu şirketlerinin yayılmasına bir engel teşkil etmediğimizde yaşama hakkına sahip olan halklarız… Bize söylenen de şu: Her kim ki, bu projeye itiraz eder, gerektiğinde toplu yok etme de dahil olmak üzere her türlü cezalandırmayı göze almalıdır. Amerikan çokuluslu şirketleri için ilave 15 milyon dolar aşırı kâr karşılığında 300 milyon insanı kurban etmekte asla tereddüt söz konusu değildir. Aslında Baba Bush’un, Clinton ve oğul Bush’un ‘haydut’ devlet dedikleri tam da ABD’nin kendisidir.

Böylesi bir proje kelimenin en kaba anlamında emperyalist bir projedir ama Negri’nin bu kavrama yüklediği anlamda ’emperyal’ değildir. Emperyal değildir zira, buradaki amaç dünya halklarının tamamını makul bir dünya kapitalist sistemi içinde yönetmek değil, sadece onların kaynaklarını yağmalamaktır. Sosyal düşüncenin bayağı ekonominin temel aksiyonlarına indirgenmesi, tüm dikkatlerin hakim sermayenin tek yanlı kâr etme ve kârı azâmileştirme kaygısına çevrilmesi, bu amaç için askerî gücün seferber edilmesine bir de kapitalizmde içerilmiş barbarca aşırılıklar eklendiğinde mevcut tablonun ortaya çıkması şaşırtıcı değildir. Artık her türlü insânî değerin yerini kendinden menkul bir pazar yasası alıyor ve herkesin pazarın sözde yasalarına uyması isteniyor… Tarih sahnesine çıkışı itibariyle Kuzey Amerika kapitalizminin oluşması, yukarıda sözünü ettiğimiz duruma Avrupa’ya göre daha yakındı. Zira, Amerika devleti ve onun siyasi anlayışı ekonomiye hizmet etmeyi yegane amaç sayıyordu. Siyasi vizyonu bu amaca göre biçimlendirilmişti. Bu niteliği itibariyle de ekonomiyle siyaset arasındaki çelişik ve diyalektik ilişki yok edilmişti.

Yerlilerin jenosidi, Kara Afrikalıların köleleştirilmesi, peşi sıra gelen göçmen dalgası sonucu sınıf mücadelesinin yerini (hakim sınıf tarafından manipüle edilen) topluluk kimliğinin alması, sınıf bilincinin oluşmasının önünü kesti. Bu durum yönetici sınıfın tek parti aracılığıyla toplumu siyaseten yönetmesini kolaylaştırdı. Aslında söz konusu olan sermayenin tek partisidir. İki parti söz konusudur ama bu bir retoriktir, zira her iki kanat da aynı temel stratejiye sahiptir, her ikisi de aynı söylemin ve politikanın araçlarıdır. Bu partilerden her biri kendilerini temsil ettiği yanılsamasıyla toplumun ‘bir yarısının’ oy verdiği partilerdir. ABD’de Avrupa’daki modern siyasal kültürün oluşmasında etkili olmuş sosyal demokrat ve komünist partilerin olmayışı, bu ülkeyi sermayenin diktasına karşı koyacak ve onu dengeleyecek ideolojik araçlardan yoksun bırakmıştır. Tam tersine toplumsal bilincin tüm unsurları ve veçheleri her seferinde onun temel ırkçılığını pekiştirip kendini Herrenvolk olarak görmesini sağlayarak, bizzat sermaye tarafından biçimlendirilmektedir. Hindistan’da dillendirilen "Play boy Clinton, Cow boy Bush, same policy" (Playboy Clinton, kovboy Bush aynı politika) sloganı tam da sözde Amerikan demokrasisi denileni yöneten tek parti sisteminin mantığını ortaya koyuyor.

Bu itibarla da ABD’nin projesi bildik hegemonyacı bir proje değildir. Zira, eski olsun yeni olsun, ekonomik sömürüye ve siyasi eşitsizliğe de dayansalar önceki dönemlere damgasını vurmuş hegemonya biçimleri iyi kötü bütünsel ve istikrarı amaçlayan bir vizyona sahiptiler. Oysa, ABD tarafından dayatılan hegemonya aşırı kaba ve tek yanlıdır ve bu niteliği itibariyle de "Herrenvolk" ilkesine dayanan nazi projesini andırmaktadır. ABD’nin söz konusu projesi Amerikalı liberal üniversite taifesinin ileri sürdüğü gibi ‘şefkatli-merhametli’ (being) bir hegemonya değildir…

Eğer bu proje bir süre daha geçerli olmaya devam ederse, daha büyük kaos yaratmadan daha büyük kabalıklar ve aşırılıklara meydan vermeden yoluna devam etmesi mümkün değildir. Zira, uzun dönemi kapsayan bir stratejiden yoksundur. En azından ABD gerçek müttefiklerle ilişkileri güçlendirme yoluna gitmeyecektir, zira müttefiğe sahip olmak demek taviz vermeyi bilmek demektir. Gerçi şimdilik Afganistan’daki Karzai türü kukla hükümetlerle işi götürebileceklerini sanıyorlar ama bu anlayış askerî güçlerinin yenilmezliği saplantısına dayanıyor. Bir zamanlar Hitler de aynı şeyi düşünmüyor muydu?

3. Bu projenin daha iyi anlaşılabilmesi için şimdilerde triad denilen egemen kapitalizmin bileşenleri olan güçler (ABD, Avrupa, Japonya) arasındaki ilişkilere daha yakından bakmak gerekiyor. Ancak o zaman gücünü ve zaaflarını anlamak mümkün olabilir.

Medya tarafından da pohpohlanan ama işin esasını dışlayan yaygın düşünce şöyle ve bu bilinçli olarak yapılıyor: ABD’nin militer üstünlüğü kesin olmakla birlikte bu buz dağının yüzeye yansıyan kısmıdır. Bu onun gerisindeki ekonomik, siyasi, dahası kültürel üstünlüğün sadece görünen yüzüdür. Öyleyse böylesi bir güce koşulsuz biat etmek dışında bir seçenek yoktur, bunun karşısında durmak beyhude çabalar olmanın ötesine geçemez…

Oysa, ekonomik durumun tahlili bu kaba kabulü yalanlıyor. Bir kere ABD üretim sisteminin "dünyanın en etkini" olduğu diye bir şey yok. Tam tersine, üretim sektörlerinin hiçbiri liberal iktisatçıların düşündüğü anlamda bütünüyle rekabete açık bir dünya pazarında üstünlük sağlayacak durumda değil. Bunun kanıtı ABD’nin ticari açığıdır ki, yıldan yıla kötüleşmeye devam ediyor. 1989 da 100 milyar dolar olan açık 2000 yılanda 450 milyar dolara yükseldi. Fakat açık sadece dış ticaret açığından ibaret değil. Üretim sisteminin tüm sektörlerinde ve dallarında da aynı şey söz konusu. O kadar ki, ABD’nin tartışmasız ileri olduğu söylenen yüksek teknolojilerde de durum farklı değil. Nitekim, bu alanda ABD 1990 da 35 milyar dolar fazla veriyorken şimdilerde açık verir durumda. Ariane ile Nasa’nın füzeleri ve Air Bus’la Boeing arasındaki rekabetteki durum, ABD’nin zaafını ortaya koyuyor. ABD’nin karşısına yüksek teknoloji alanında Avrupa ve Japonya dikilirken, sıradan teknoloji ürünlerinde de Çin, Kore, diğer Asya ülkeleri ve Latin Amerika, "ekonomi dışı" araçlara başvurulmasa tarımsal üretimde de yine Avrupa ve Latin Amerika’nın güney bölgeleri ABD’ye üstünlük sağlayacak durumda. Aslında ABD rakiplerine liberalizmi dayatırken, kendisi liberalizme itibar etmiyor.

Esasen ABD’nin mukayeseli üstünlüğe sahip olduğu yegane sektör silah sektörü. Bunun böyle olmasının da bildik bir nedeni var: Birincisi, diğer ürünlerin tâbi olduğu biçimde rekabete tâbi değil; İkincisi, devlet desteği söz konusu… Elbette bu avantaj sivil sektör üzerinde bazı olumlu etkiler yaratıyor (örneğin internet gibi) ama başka bazı üretim sektörlerinde de bir handikap oluşturmak koşuluyla… ABD ekonomisi dünya sistemindeki diğer ekonomiler aleyhine olarak bir parazit durumunda. " ABD endüstriyel tüketiminin %10’unu dışardan sağlıyor ve bunu ulusal mal ihracatıyla karşılayamıyor (E. Todd, Après L’empire, p. 80).

Clinton döneminin çok öğünülen ve ‘liberalizmin’ ürünü olduğu söylenen büyüme -ki, Avrupa buna açıkça direnmeliydi- aslında yapaydı ve genelleştirilebilir bir büyüme değildi, zira ticari ortaklarının ABD’ye yaptıkları sermaye transferine dayanıyordu. Üretim sektörlerinin hiç birinde ABD’nin Avrupa karşısında üstünlüğü söz konusu değildir. "Amerikan mucizesi" denilen de esas itibariyle sosyal eşitsizlikleri derinleştirme pahasına gerçekleşti ( finansal hizmetler ve avukatlık, özel polis gibi bireysel nitelikteki şişkinlik,vb.). Bu anlamda Clinton döneminin liberalizmi oğul Bush’un daha sonraki gerici zaferinin koşullarını oluşturdu. Daha da ötede, Todd’un da ( p.84) yazdığı gibi, "hileyle şişirilmiş ABD’nin GSMH’sinin istatistiki güvenilirliği giderek Sovyetler Birliğininkine benzemeye başlıyor."

Dünya üretiyor ve (neredeyse tasarrufu sıfır olan) ABD tüketiyor. ABD’nin "avantajı" yağmacınınkine benziyor ki, açıkları rızaya veya zora dayalı olarak başkaları tarafından kapatılıyor. Washington’un zaaflarını ödünlemek için baş vurduğu değişik araçlar söz konusu: liberalizm ilkelerinin tek taraflı olarak yinelenen ihlâli, uydularına empoze edilen silah ihracatı (dünya toplamının % 60’ı) ki, – Körfez ülkeleri gibi bunların bir çoğu hiçbir zaman kullanmayacakları silahları ithal ediyor- aşırı petrol rantı arayışı, bu amaçla petrol üretimini denetleme -Irak ve Orta Asya savaşlarındaki amaç budur-. Sonuç itibariyle ABD açığının önemli bölümü Avrupa, Japonya ve Üçüncü Dünya’nın zengin petrol ülkeleriyle -en fakirleri de dahil- kompradorlaşmış rejimler tarafından kapatılıyor. Buna bir de dünya kapitalist sisteminin çevresindeki tüm ülkelere dayatılan borç ödemeleri kanalıyla transfer edilen kaynağı eklemek gerekir.

Elbette bu süper gücün bir parazit gibi günü birlik yaşamasına imkân veren sermaye akışının karmaşık nedenleri var. Ama gerçek olan bir şey varsa bu durum asla rasyonel ve karşı konulmaz denilen sözde "pazar yasalarının" eseri değil.

Triad’daki (ABD, Avrupa, Japonya) küreselleşmiş sermayenin hakim kesimlerinin dayanışması bir vakıa olduğu gibi, bunların neoliberalizme teveccüh ettikleri de malumdur. Böylesi bir ortamda ABD (gerektiğinde askerî) "ortak çıkarların" savunucusu olarak görülüyor. Kaldı ki, ABD kendi liderliğinin meyvelerini de eşit olarak paylaştırmıyor. Tam tersine müttefiklerini vasalleştiriyor ve bu anlayışla Triad’daki ikincil müttefiklerine çok sınırlı ödünler vermeyi yeğliyor. Egemen sermaye içi bu çıkar çatışması NATO ‘da (Kuzey Atlantik İttifakı) bir kopuşa neden olabilir mi? Böyle bir olasılık imkansız değilse de pek mümkün de değil.

Asıl çatışma başka alanda yaşanabilir ki, bu siyasi kültür alanıdır. Zira, Avrupa’da bir sol alternatif her zaman mümkündür. Böylesi bir alternatif ikili kopuşa neden olacaktır: Birincisi neoliberalizmin terkidir (bunun anlamı Avrupa sermayesinin ABD istek ve dayatmalarından yakayı kurtarmasıdır); ikincisi de, ABD’nin siyasi stratejisine yaslanmaktan vazgeçmek. Böylece bugüne kadar ABD’ye yatırılan (açıklarını kapatmaya yarayan) sermaye fazlası Avrupa’da ekonomik canlanma ve sosyal refahı artırmak için kullanılabilir. Aksi halde bir canlanma mümkün değildir. Eğer Avrupa böyle bir rotaya girerse, yani kendi ekonomik büyümesi ve sosyal refahı yönünde bir tercih yaparsa, ABD ekonomisinin sahte sağlığı tehlikeye girecektir ve Amerikan yönetici sınıfı bu durumun ortaya çıkaracağı kendi sosyal sorunlarıyla cebelleşmek zorunda kalacaktır. İşte benim "Avrupa ya solda olacak ya da Avrupa diye bir şey olmayacak" dediğim şey budur.

Bunun için de eğer liberalizm ‘kuralına uygun işlerse’ her şey yolunda gidecek biçimindeki saplantıdan yakayı kurtarmaları gerekiyor. ABD asimetrik bir liberalizm pratiğinden asla vazgeçmeyecektir, zira ancak bu tür bir politika sayesinde kendi açıklarını kapatabilir. Velhasıl ABD’nin refahı başkalarının durgunluğu pahasına mümkündür.

Eğer öyleyse ABD lehine sermaye akışının sebebi nedir? Şüphesiz bir çoğu için bu sorunun cevabı şudur: Çünkü ABD "zenginlerin devletidir", sermaye için emin bir sığınaktır… Elbette bu Üçüncü Dünya’nın komprador burjuvaziler için geçerli ve servetlerini orada muhafaza etmeyi yeğliyorlar. Ya Avrupalılar? Burada liberalizm virüsü devreye giriyor -ABD’nin eninde sonunda "Pazar ekonomisi kurallarını" benimseyeceği saplantısı etkili oluyor- ve kamuoyu bu yönde koşullandırılıyor. Bu bağlamda da İMF tarafından "sermayenin serbest dolaşımı" ilkesi kutsanıyor. Böylesi bir kutsama da elbette boşuna değil: Başkalarına dayatılan neoliberal politikalar sonucu ABD’ye pompalanan finansal fazla onun açıklarını kapatıyor ama kendisi söz konusu neoliberal politikalara pek itibar etmiyor… Fakat bir bütün olarak alındığında büyük egemen sermaye için bu sistemin avantajları dezavantajlarından daha fazla. İşte bu durumun sürmesi için de ABD’ye haraç ödemeyi yeğliyorlar…

"Borçlu yoksul ülkeler" denilen ülkeler var ve bunlar borçlarını ödemeye zorlanıyor. Bir de hiçbir zaman borçlarını ödemeyeceğinin bilinmesi gereken"borçlu bir süper güç" var. ABD’nin siyasi şantajı sayesinde gerçekleşen haraç şimdilik devam ediyor ama kırılgandır.

4. İşte ABD yönetiminin askeri (militarist) stratejik tercihinin gerisindeki neden budur. Aslında bu ABD’nin ekonomik hegemonyasını dayatabilmesi için askeri gücü dışında hiçbir koza sahip olmadığının da itirafıdır.

Elbette ABD’nin üretim sisteminin zayıflamasının karmaşık nedenleri var. Ama bu nedenler kesinlikle konjonktürel değil. Para (dolar) kuruyla oynayarak ya da daha uygun sermaye-emek dengesi oluşturarak üstesinden gelinebilecek türden zaafiyetler değil. Yapısal nedenler söz konusu. Genel eğitim ve öğretim sisteminin yetersizliği- ki bu sistematik olarak özel eğitimin mutlaka kamusal eğitimden daha iyi olduğu önyargısıyla da besleniyor- Amerikan toplumunun içinden geçmekte olduğu krizin temel nedenlerinden biridir.

Avrupalılar ABD ekonomisinin bâriz yetersizliklerinden hareketle sonuçlar çıkarmak yerine, şaşırtıcı bir biçimde onu taklide kalkışıyorlar. Elbette bu konudaki aymazlığı sadece liberalizm virüsüyle açıklamak yeterli olmaz. Her ne kadar liberalizm virüsü solu belirli ölçüde felç edebiliyorsa da… Zira, aşırıya vardırılan özelleştirme şampiyonluğu ve kamu hizmetlerinin çökertilmesi, sadece (Bush’un tâbiriyle) "eski Avrupa’nın" ABD karşısındaki mukayeseli üstünlüğünü aşındıracaktır. Fakat, söz konusu neoliberal politikalar uzun dönemde ne tür zararlara ve yıkımlara neden olursa olsun, kısa vadede aşırı kârlar sağlamaya yarıyor.

ABD’nin dünyayı askeri (militer) olarak denetim altına alma tercihi, tüm halklara yönelik bir tehdittir ve daha önce Hitler’in yapmak isteğinin devamı niteliğindedir. Askerî şiddete baş vurarak bu günün "Herrenfolk"u lehine ekonomik ve sosyal güç dengesini değiştirme girişimidir. Böylesi bir stratejik tercihin ön plana çıkması demek, tüm diğer siyasal konjonktürleri de belirler hale gelmesi demektir ki, bunun devamı halinde halkların mücadeleyle elde ettikleri demokratik ve sosyal kazanımların zaafa uğraması kaçınılmazdır. Dolayısıyla, ABD’nin askerî (militer) projesinin başarısızlığa uğratılması herkesin öncelikli hedefi ve sorumluğu haline geliyor.

Askerî saldırı sadece bu güne kadar saldırıya maruz kalan ülkelerle de sınırlı kalmayacak. Dünyanın askerî denetimi doğrudan Rusya’yı, Çin’i Hindistan’ı ve İran’ı da hedef alıyor ki, Ortadoğu ve Orta Asya’daki ABD üslerinden hareketle bu ülkeler sürekli saldırı tehdidi altında tutulmak isteniyor. Aynı şekilde dünyanın önemli petrol rezervlerini de kontrolü altına alarak Avrupa’yı da zaafa uğratıp kendine tâbi kılmak, onu bir çeşit ‘alt-statüye’ indirgemek istiyor. Bu kapsamda Brezilya da Kolombiya Planıyla köşeye sıkıştırılmak isteniyor. Böylece Brezilya sürekli askerî saldırı tehdidi altında tutulacaktır. Zaten Washington’daki yönetim niyetini gizlemeye gerek duymuyor. Bir gün kendine direnmesi muhtemel "büyük ülkelerden" nefret ediyor. Askerî araçlar da dahil tüm yöntemlere başvurarak bu tür ülkelerin güçlenmesini engellemekte kararlı.

Şüphesiz ABD’nin söz konusu projesini başarısızlığa uğratma mücadelesi farklı yöntem ve araçları devreye sokmayı gerektiriyor. Bir kere sorunun diplomatik veçhesi var (uluslararası hukukun savunulması), askerî veçhesi var (tüm dünya ülkelerinin silahsızlandırılması talebi ki, bu Washingtonu’un askerî saldırılarına karşı koymanın en etkin aracıdır). Unutmamak gerekir ki, ABD nükleer silah tekeline sahip olduğunda onu kullandı ama bu tekelden mahrum olduğunda kullanamadı. Nihayet politik veçhe (AB’nin kurulmasının tamamlanması ve bir bağlantısız ülkeler cephesinin yeniden inşası gibi…)

Mücadelenin başarısı insanların bilincinin neoliberal yanılsamalardan kurtulmasına, özgürleşmesine bağlı. Zira, "gerçekten liberal" bir küreselleşmiş dünya ekonomisi hiç bir zaman mümkün olmayacak. Buna rağmen her türlü araca başvurularak insanları öyle bir şeyin varlığına inandırmak istiyorlar ve bu konudaki ısrar devam edecektir. Dünya Bankasının ‘demokrasi’, ‘iyi yönetim’ (bonne gouvernance) ve "açlıkla mücadele" konusundaki söylemi bir çeşit Wasshington’un propaganda bakanlığı işlevi görüyor. Aslında Joseph Stiglitz’in söyledikleri etrafında bir medyatik manipülasyon ortamı yaratılarak kafalar bulandırılmak isteniyor. Zira, Stiglitz kimi sıradan hakikatleri yeniden keşfetmiş gibi görünüyor ama bunu yaparken bayağı ekonominin hiç bir temel kabulünü tartışma konusu etmiyor. Hiçbir tutarlı sonuç çıkarmıyor, burjuva ekonomisinin iflah olmaz önyargılarını mahkum etmiyor… Asya, Afrika ve Latin Amerika halklarının ( tricontinentale) dayanışmasını içeren bir Güney cephesinin oluşturulması bu halkların dünya arenasında aktif rol oynamalarını sağlayabilir. Ama bunun gerekçeleşmesi için ve ‘asimetrik’ olmayan bir dünyanın inşaası için de neoliberal bir dünya sistemi yanılsamasından yakayı kurtarmak gerekiyor. Ancak bu sayede bu ülkeler ‘geriliklerini’ aşma olanağına kavuşabilirler. Güney ülkelerinin "hiçbir ayrım olmadan neoliberalizmin ilklerinin hayata geçirilmesi" talebi gülünç değil mi? Bu tür talepler her halde Dünya Bankası tarafından boşuna alkışlanmıyor! Dünya Bankası ne zamandan beri ABD’ye karşı Üçüncü Dünya ülkelerini savunuyor?

ABD emperyalizmine ve onun askerî saldırılarına karşı mücadele, sadece bu saldırılara doğrudan muhatap olan Asya, Afrika ve Latin Amerika halklarının değil, aynı zamanda ‘bağımlı hale getirilmek istenen’ Avrupa ve Japon halklarının , bu arada bizzat Amerikan halkının da olmak üzere, tüm halkların amacı olmalıdır. Bu vesileyle, 1950’lerdeki Mac Chartizm saldırıları karşısında teslim olmayarak direnenler gibi bugün de aynı şeyi yapan ‘canavarın kalbindeki’ haysiyetli insanları selamlamalıyız. Onlar da aynı Hitler’e karşı direnmeye cesaret edenler gibi tarihin verebileceği her türlü onuru hak ediyorlar… ABD’nin egemen sınıfı şimdilerde yöneldiği yolda devam etmeye muktedir olacak mı? Bu cevaplaması kolay bir soru değil. Aslında ABD’nin tarihine bakarak böyle bir şeyin imkansız olduğu kolayca ileri sürülemez. Zira, bugüne kadar gücü tartışma konusu yapılmayan sermayenin ‘tek partisi’ tarafından bir karşı duruş söz konusu değil. Elbette bu durum bir bütün olarak söz konusu sınıfın sorumluluğunu azaltmaz. Oğul Bush’un iktidarı sadece petrolcü ve silahçılardan oluşan bir ‘kliğin" iktidarı değildir. ABD modern tarihinin her döneminde olduğu gibi, iktidar sermayenin farklı bileşenlerinin koalisyonunun iktidarıdır ve onların ortak çıkarının bekçisidir (Aslında bu duruma lobiler iktidarı demek uygun değildir ama öyle deniyor). Zira böyle bir koalisyon, ancak sermayenin diğer fraksiyonlarının onayı ve rızası durumunda mümkündür. Aksi halde işlerin sarpa sarması ve bir ‘hak mücadelesi’ dayatmasının gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Elbette kimi siyasî, diplomatik, belki de askerî başarısızlıklar yönetici sınıf içindeki bir azınlığın ülkenin içine sürüklendiği bu maceraya itiraz etmelerine neden olabilir. Bundan daha fazlasını umut etmek, bana, vaktiyle Adolf Hitller’in bir gün aklını başına alacağı beklentisi içine girenlerinki kadar abes geliyor!

Eğer Avrupalılar 1935 de ve 1937 de gereken tepkiyi ortaya koymuş olsalardı, Hitler çılgınlığı durdurulabilirdi. Sadece 1938 Eylülünde harekete geçebildiler ve sonuç on milyonlarca kurban oldu. Öyleyse Washington’un neonazilerinin meydan okumasına karşı elimizi çabuk tutmamız, vakitlice tepki göstermemiz gerekiyor…

1 Dünyanın efendisi halk . Alman faşitlerinin 1930’lu yıllarda kullandıkları ve Alman halkının dünyayı yönetmeye hakkı olduğunu ifade eden kavram. (ç.n.)

ÖZEL BÜRO


Yazıları posta kutunda oku


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir