16. Yüzyılda Osmanlı Devleti’nde istihbarat örgütlenmesi nasıldı ?
Son kitabı ‘Sultanın Casusları’ ile büyük beğeni toplayan Emrah Safa Gürkan’la 16. yüzyılda devletlerin istihbarat anlayışlarını ve istihbarat mücadelelerini konuştum. Kendi alanında ilk eser olan ‘Sultan’ın Casusları’ gerçek manada çok değerli bir çalışma.
- Hocam 16. Yüzyılda gerçekleşen istihbarat oyunlarını kaleme aldığınız kitabınız bir ilk mahiyeti taşıyor. Kaynakları incelerken en çok hangi kaynaklardan yararlandınız?
Bu kadar güncel ve ilgi çekecek bir konunun araştırılmasının gecikmesinde biraz da kaynak bulmanın zorluğu yatıyor aslında. Osmanlı kaynakları bu konuda genel sistem üzerine bir fikir verse de, esas ilginç kısımlar, yani istihbarat ajanları ve operasyonları üzerine pek bilgi vermiyorlardı. Bunlar için Avrupa’daki arşiv ve kütüphanelerdeki birincil kaynaklara başvurmak zorunda kaldım. Bu minvalde daha çok İspanya, Fransa ve Venedik ve Floransa olmak üzere İtalya’daki kaynaklara göz attım. Ragusa, Viyana ve Lisbon’daki arşiv fonlarında da bu konuda zengin malzeme bulunmaktadır. On yedinci yüzyıl için Hollanda ve İngiltere arşivleri de ihmal edilmemeli; ancak ben bu sonuncularda çalışmadım.
- Kitaba baktığımızda casusların özellikle tüccar kılığında olduğunu görüyoruz. O dönem en kolay gizlenme yöntemi galiba buymuş öyle mi?
Casusların rahatça dolaşmaları için bir bahaneye ihtiyaçları var. Eskiden insanlar diledikleri gibi gezemiyorlardı, kendi ülkelerinde bile bir yerden bir yere gidebilmeleri için izin kağıtlarına, bir mahalleden bir mahalleye yerleşebilmek için kefillere ihtiyaçları vardı. Dolayısıyla kalkıp Napoli ya da Madrid’den Müslüman topraklarına gidip rahatça dolaşabilmek için bazı meslekler çok uygundu. Tüccarlık bunlardan biri, bazen casusluğa giden birinin tüccar kılığına girdiğini ve hatta satacak mal almak için hükümetlerden avans talep ettiğini görüyoruz, ama bazen de tüccarların ek iş olarak casusluk yaptıkları olurdu. Meslekleri gereği bir yerden aldıkları malı başka bir yerde satmak durumunda olan bu kişilerin bilgi ve dedikoduya da kumaş ya da mücevher gibi satılacak bir eşya muamelesi yapması aslında çok da şaşırtıcı değil; yakın zamanda terk ettikleri limanlardaki en son gelişmeleri onlardan daha iyi takip edebilecek fazla kişi de olamazdı zaten.
Gene tüccarlar gibi rahatlıkla dolaşan başka meslekten insanlar da bulunmaktaydı; mesela hacılar, denizi baştan aşağıya turlayan korsanlar, elçiler veya köle fidyecileri gibi. Bunlar da gittikleri yerde rahatça temas kurdukları idarecilerden öğrendiklerinin yanı sıra, pazar yerlerinde, limanda ve meyhanelerdeki dedikoduları yüksek fiyattan satmaya çalışırlardı.
- Merkezi bir alandan yönetilmediği için istihbarat konusunda aksaklıkların olduğunu görüyoruz. Dönemin paşaları bunu bilerek ve ellerini güçlendirmek için mi yaptılar?
Merkezi devlet denetiminde faaliyet gösteren ve bir istihbarat stratejisine sahip olan kurumsal yapılar için on altıncı yüzyıl çok erken bir tarih. Her ne kadar bu dönemde Venedikliler ve Habsburglar bazı denemeler yapıyorsa da, modern anlamda istihbarat örgütleri I. Dünya Savaşı’na kadar dünyada yaygınlaşmadı. Osmanlılarda da bu casusların devlet adamlarının maiyetinde, ya da o günkü deyimiyle “kapu”larında olduğunu görüyoruz. Yani bunlar illa devlet tarafından görevlendirilen ve onların kontrolünde olan insanlar değil, ödüllerini ya da maaşlarını da her zaman devletten almıyorlar. Bu da paşalara ve onların kendi siyasi gündemlerine bağlı birbirine paralel istihbarat ağlarının olmasına yol açıyor. Kitapta örneklerle göstermeye çalıştığım gibi, paşalar bazen ellerine geçen bilgileri çıkarları doğrultusunda çarpıtmaktan ve kendi hükümetlerini kandırmaktan geri durmuyorlar. Ama bu modern dünyada da böyledir; özellikle siyasetin içinden bir türlü çıkamayan Fransız istihbarat örgütlerinin birbirlerinin ipliklerini nasıl pazara çıkardığını biliyoruz.
- 16. yüzyıl istihbarat elemanlarının en önemli yaptıkları faaliyetler neler?
Kitapta bir tabloyla göstermeye çalıştığım gibi Osmanlı casusları ve haber alma kaynakları önemli siyasi ve askeri olayları zamanında ve doğru bir şekilde İstanbul’a iletiyor. Yani Osmanlıların çevrelerinde olan bitenden fazlasıyla haberi var. Tabi casuslar sadece haber toplamaz, suikast, sabotaj, rüşvet ya da isyana teşvik (ajitasyon) gibi örtülü operasyonlara da girişirler. Mesela, Osmanlıların Kıbrıs’a saldırmasından aylar önce Venedik Tersanesi’nde çıkan yangın, genelde Osmanlı ajanlarına atfedilir. Actium Savaşı’ndan (M. Ö. 31) bu yana en büyük deniz muharebesi olacak İnebahtı’nın yolunu açan Kıbrıs Savaşı’nın arefesinde gene aynı aylarda İspanyol casusların İstanbul’daki Tersane’de bir yangın çıkartmayı başardıklarını belirtelim; ancak yangın halatların ıslak olması ve çok duman çıkarması nedeniyle erkenden fark edilecek ve hemen söndürülecek.
Suikastlere gelince Osmanlı ajanlarının başarıyla öldürdüğü kimseler olduğunu biliyoruz, mesela Safevi Veziri Masum Bey Hacc’a giderken Osmanlılar tarafından kışkırtılan Bedevilerin saldırısına uğrayacaktır; gene Sicilya Kral Naibi’ni öldürmek için Sicilya’ya gelen iki casusun hikayesini kitapta bulabilirler. Osmanlı iç siyasetinde de zehirleme gibi yöntemlerin yaygın olduğu ölen paşalardan bazılarına otopsi yapılmasından anlaşılabilir.
Osmanlı casusları ajistasyon faaliyetlerinde de oldukça başarılı; mesela Napoli’deki muhalifler ve Yahudiler ve İspanya’daki Müslümanlar ile yakın ilişki içerisinde ve bu “beşinci kolları” çeşitli vaatlerle Habsburglar’a karşı kışkırtmaktan geri durmuyorlar .
- Osmanlı’nın kontrespiyonaj’ı ( karşı istihbarat) başarılı olmuş mudur?
Evet, başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı payitahtını diğer Hıristiyan şehirlerinden farklı kılan bir ley vardı. Müslümanları ancak ticari bölgelerde barındıran, Yahudileri sürekli topraklarından kovan ve Engizisyon aracılığıyla Hıristiyanlara bile rahat nefes aldırmayan Avrupa’daki şehirlerin aksine İstanbul çok kültürlü bir şehirdi. Sadece bir başkent değil, aynı zamanda bir diplomasi, ticaret ve bilgi merkezi olarak sokaklarında her dinden, mezhepten ve etnisiteden insana rastlamak mümkündü. Bu Osmanlı istihbaratı açısından hem bir avantaj, hem de bir dezavantaj olarak değerlendirilebilir. Bu çeşitlilik, dünyanın herhangi bir yerinde gerçekleşen bir olayı haber alma ve doğru bağlamda yorumlamada Osmanlılara çok yardımcı oluyordu; ancak aynı şekilde bu kaotik ortam yabancı istihbarat örgütlerinin kolayca faaliyet göstermelerine olanak sağlıyordu.
Osmanlı hükümetinin hem Dersaadet’te hem de sınır boylarında gerekli önlemleri aldığını görüyoruz. Casusları yakalamakla ve içerideki işbirlikçileri sürgün, hapis ya da ölümle etkisiz hale getirmekle kalmıyor, yabancı elçileri sürekli göz hapsinde tutup bunların yazışmalarını kontrol etmeye çalışıyor. Aynı zamanda saptadığı yabancı casusları ya da Avrupalı diplomatları yanlış bilgiyle besleyerek engel olamadığı bilgi sızmasını manipüle etmeyi de başarmış görünüyor. Mesela, sarayda, orduda ve donanmada birçok muhbiri bulunan Venedik balyosu Marc’antonio Barbaro’yu 4-5 ay oyalamayı ve tersanede hazırlanan donanmanın hedefinin Kıbrıs olduğunu gizlemeyi başarıyorlar. Aktif bir dezenformasyon kampanyasıyla kazanılan o üç dört ay Hırıstiyan donanmasının zamanında hazırlanmasına ve Kıbrıs’a yardım getirmesine engel olmayı başarıyor. Başka deyişle Kıbrıs’ın düşüşünü Osmanlıların istihbarı maharetine borçluyuz.